Epigraf, Uzak Ülke projesinin elemanıdır

The fact that you're married / Only proves you are my best friend | Velvet Underground, Pale Blue Eyes

Solaris / Stanislaw Lem



Gidip Snow'u ya da Sartorius'u bulmanın hiç yararı yoktu: Az önce
görüp yaşadığımı, kendi ellerimle dokunduğumu, kimse anlayamazdı olduğu gibi.
Bir tek olası açıklama, bir tek sonuç vardı: Çıldırmıştım. Evet, öyleydi,
buraya gelir gelmez çıldırmıştım. Okyanusun yaydığı bir şeyler beynimi
çarpmış, sanrı sanrıyı izler olmuştu. Kuruntu ürünü bu bilmeceleri çözeyim
diye kendimi tüketmektense yardım istemeliydim. Prometheus'u ya da bir başka
gemiyi aramalı, SOS vermeliydim.

Garip bir değişiklik çöktü üstüme: Çıldırmış olduğum düşüncesi beni
sakinleştirmişti.

Ama yine de... Snow'un sözlerini gayet iyi duymuştum. Tabii Snow
gerçekten var idiyse ve ben de onunla konuştuysam. Sanrılar çok daha önce
başlamış olabilirdi. Belki hala Prometheus'taydım, belki apansız bir akıl
hastalığına tutulmuştum, kavrulmuş beynimin yaratılarıyla yüzyüze geliyordum
şimdi de. Hastaysam, iyileşeceğime inanmak için de bir neden vardı. Bu bir
parça kurtuluş umudu veriyordu. Deminden beri yaşadığım içiçe geçmiş
karabasanların gerçekliğine inanmakla bağdaşmayan bir umuttu bu.

Kafamda bir mantık deneyi kurabilsem ne iyi olurdu. Ya gerçekten
çıldırdığımı, kendi imgelemimin uydurmalarının umarsız kurbanı olduğumu, ya da
bütün saçmasapanlığına, bütün olanaksızlığına karşın, gerçek olaylar
yaşadığımı ortaya çıkaracak, denek taşı olacak bir deney.

Aklımdan bunları geçirirken fırlatma yastığına giden tek raya
bakıyordum. Yerden bir metre kadar yüksekte, soluk yeşile boyanmış, çelikten
bir döşeme tabanıydı bu. Boya orada burada kazınmış, roket taşıyıcıların
sürtünmesiyle aşınmıştı. Çeliğe dokundum, elimin altında ısındığını duydum,
maden kaplamayı parmaklarımla tıkırdattım. Çılgınlık bunca gerçeklik düzeyine
ulaşabilir miydi? Evet, diye yanıtladım kendimi. Önünde sonunda kendi konumdu
bu, neden söz ettiğimi biliyordum.

Ama kontrollü bir deney geliştirmek olanaklı mıydı? Önce, hayır
olanaksız, dedim kendime, çünkü hasta beynim (eğer gerçekten hastaysa)
öngördüğüm yanılsamaları da yaratacaktı. Tam sağlıklı olduğumuz koşullarda da
düş görürken başkalarıyla konuşur, onlara sorular sorar, yanıtlarını
işitirdik. Üstelik konuştuğumuz insanlar, aslında kendi ruhsal etkinliğimizin
başına buyruk gibi gözüken bir süreçle türeyen yaratımları olduğu halde, onlar
söze başlayana dek bilmezdik hangi sözcüklerin ağızlarından çıkacağını. Ama
yine de o sözler zihnimizin ayrı bir bölümünce formüle edilmiş olurdu, bu
yüzden de düşsel varlıkların ağzına yerleştirmek için o sözleri kafamızdan
geçirdiğimiz anda ayrımına da varırdık onların. Dolayısıyla aklıma koyduğum
deney hangi biçimi alırsa alsın, deneyi hangi yöntemle uygularsam uygulayayım,
tıpkı düşteymiş gibi davranmam olasılığı hep vardı. Ne Snow ne de Sartorius
gerçekten var olmadığına göre, onlara soru yöneltmenin de anlamı yoktu.

Güçlü bir uyuşturucu, örneğim peyoti içmeyi ya da canlı sanrılar
uyandıracak bir başka ilaç almayı düşündüm. Ardından hayaller görmeye
başlarsam, önceki olayları gerçekten yaşadığımı, o olayların çevremdeki
maddesel gerçekliğin birer parçası olduğunu kanıtlardı bu. Ama sonra, hayır,
diye düşündüm, bu da istediğim kanıtı sağlamazdı. Çünkü ilacın etkisini
bildiğime göre, ilacı kendim seçeceğime göre, imgelemim bu kez de ilaç aldığım
ve onun etkilerini yaşadığım gibi bir çifte yanılsama sunacaktı bana.

Döngüler arasında dolanıp duruyordum, hiç kaçış yok gibiydi. İnsan
ancak kendi beyniyle düşünebilirdi, kendi iç süreçlerinin işleyişini sınamak
üzere kimse kendinin dışına çıkamazdı. Birden bir düşünce parladı kafamda, hem
basit hem de sonuç vericiydi.

Fırlayıp yayın odasına koştum. Kimse yoktu. Duvardaki elektrikli saate
baktım. Yaklaşık dörttü, istasyonun yapay gece vaktinin dördüncü saatiydi.
Dışarda kızıl güneş parlıyordu. Uzun erimli vericiyi çalıştırdım, aracın
ısınmasını beklerken deneyin başlıca aşamalarını kafamdan geçirdim.

Uydudaki otomatik istasyonun arama işaretini ummuştum, ama ana gereç
tablosuna asılı bir kartta buldum işareti. Formülü morsla gönderdim, sekiz
saniye sonra da yanıt veren sinyali aldım. Uydu, daha doğrusu elektronik
beyni, ritmik vuruşlarla kendini tanıtıyordu.

Uydudan, Solaris'in çevresinde dönerken yirmi iki saniyelik aralarla
geçtiği galaktik meridyenlerin değerini vermesini istedim, beşinci ondalığa
kadar yanıt vermesini vurguladım.

Sonra da oturup yanıtı beklemeye koyuldum. On dakika sonra yanıt
geldi. Yeni yazılmış kağıt şeridini yırttım, bakmamaya büyük özen göstererek
bir çekmeceye sakladım. Kitaplığa gittim, büyük galaktik haritaları, logaritma
cetvellerini, uydunun günlük yörüngesini belirten bir takvimi ve bir kaç ders
kitabını aldım. Sonra da oturup uyduya sorduğum sorunun yanıtını kendi başıma
bulmak için çalışmaya koyuldum. Bir saat, belki daha çok, denklemlerle
boğuştum. Böyle ince iş isteyen işlemlerle uğraşmayalı çok olmuştu. Bu tür son
büyük uğraşım pratik astronomi sınavımdı herhalde.

İstasyon'un dev bilgisayarının yardımına başvurdum. Şöyle
düşünüyordum: Galaktik haritalar üzerinde ölçümlerini yaptıktan sonra, uydunun
verdiği sonuçla kendi ölçümlerimin yaklaşık bir sağlamasını elde etmiş
olacaktım. Yaklaşık olacaktı, çünkü uydunun yörüngesi, Solaris'le iki
güneşinin çekim güçlerinin etkisinden doğan karmaşık oynamaların yanısıra
okyanusun yol açtığı yerel çekim oynamalarına da bağlıydı. Elimde biri uydunun
sağladığı diğeri de galaktik haritalara dayanarak kuramsal yoldan hesaplanmış
iki ölçüm dizisi olduğunda, ikincisi üzerinde gerekli düzeltmeleri yapacaktım.
İki grup ölçümün o zaman dördüncü ondalığa dek çakışması gerekirdi. Okyanusun
öngörülemez etkisine bağlı çakışmazlıklar yalnız beşinci ondalıkta
yansıyacaktı.

Uydunun gönderdiği değerler düpedüz benim bozuk aklımın ürünüyse,
bunların ikinci diziyle çakışması elbet olanaksızdı. Beynim yerinden oynamış
olabilirdi ama İstasyon'un dev bilgisayarıyla yarışıp aylarca çalışma isteyen
ölçümleri gizlice yapıvermesi olacak iş değildi. Dolayısıyla rakamlar
çakışırsa bu demek olacaktı ki İstasyon'un bilgisayarı gerçekten vardı, onu
gerçekten kullanmıştım ve ben de çıldırmış değildim.

Telgraf kağıdını çekmeceden çıkarıp bilgisayarın geniş kağıt bandının
yanına koyarken ellerim titriyordu. Tahmin ettiğim gibi dördüncü ondalığa dek
çakışıyordu iki rakam dizisi.

Kağıtların hepsini çekmeceye koydum. Demek ki bilgisayar benden
bağımsız olarak vardı, öyleyse İstasyon ve sakinleri de vardı gerçekten.

Çekmeceyi toplarken gördüm ki üstünde telaşla karalanmış toplamlar
okunan birtakım kağıtlarla tıka basa doluydu. Benden önce biri daha benzer bir
deney yapmış, galaktik meridyenlere ilişkin bilgi yerine Solaris'in
elektromanyetik ışınımı yansıtma yetisinin kırk saniye aralıklı ölçümlerini
istemişti uydudan.

Deli değildim. Son umut ışığı da sönmüştü. Vericiyi kapattım, şişede
kalan çorbayı da diktim, gidip yattım.


ingilizceden çeviren: mehmet aközer.

Stanislaw Lem
Solaris, Kavram Bilimkurgu


Stanislaw Lem'in 'Solaris' romanından bir bölüm
http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=350
Emre Sururi tarafından, 18/03/2001 tarihinde gönderildi.
Epigraf: Online Türkçe Edebiyat Arşivi | http://epigraf.fisek.com.tr

epigraf     Bir önceki eser:   Stanislaw Lem Üzerine / Çeşitli
<<< -- Rasgele bir eser -- >>>
   Bir sonraki eser:   Eleştirmenler / Doris Lessing