Epigraf, Uzak Ülke projesinin elemanıdır

Şehirde biri öldüğünde / Bütün ışıklar yanar. | Onur İlkorur

Hüzünlü Dönenceler'den / Claude Lévi-Strauss



XV
İnsan Yığınları


Gerek tinsel gerekse özdeksel düzlemde en üstün değerlerimizi, ister Eski Dünya'nın mumyalaşmış kentleri, ister Yeni Dünya'nın dölüt halindeki kentleri söz konusu olsun, her zaman kentsel yaşamla birleştirmeye alışığız. Hindistan'ın büyük kentleri birer gecekondu yerleşimidir; ama bizim bir kusur sayıp utandığımız, bir cüzzam gibi gördüğümüz şey, burada, en uçsal biçimiyle karşımıza çıkan kent olgusunun kendisidir: gerçek koşullan ne olursa olsun, varlık nedeni milyonlarcasının bir araya gelmesiyle oluşan insan birikimi. Pislik, karmaşa, içice oluş, sürtünme; yıkıntılar, kulübeler, çamur, çirkef; salgı, sidik, sızıntı, hayvan dışkısı, irin, balgam: kentsel yaşamın örgütlü biçimde önüne set çeker göründüğü, nefret ettiğimiz ve korunmak için böylesine yüksek bir maliyete rıza gösterdiğimiz her şey, bir arada yaşamanın bütün bu yan ürünleri, burada hiçbir zaman eksik olmaz. Daha çok, refaha kavuşmak için kentin gerek duyduğu doğal çevreyi oluşturur. Patika ya da daracık bir sokak her birey için, oturduğu, uyuduğu, yapış yapış çöpler arasında yiyeceğini topladığı bir özel yurt yaratır. Sokak onu iteceğine, bunca insan tarafından kullanılmış, ezilmiş, dışkıyla ve salgıyla kirletilmiş olmaktan ötürü bir tür evcilleştirilmiş nitelik kazanır.

Kalküta'da, inekler tarafından kuşatılmış ve pencerelerine akbabaların tünediği otelden her çıkışımda kendimi, eğer o derece acıma duygularımı uyandırmasa, eğlenceli sayabileceğim bir raksın merkezinde buluyorum. Her biri önemli roller üstlenmiş birçok kişi burada sahneye çıkar:

Ayakkabı boyacısı kendini ayaklanma atar;

Vızıldıyan bir oğlan çocuğu koşar gelir : one anna,(1) papa, one anna!

Sakatlığı iyice görünsün diye nerdeyse çıplak gezen bir özürlü;

Muhabbet tellâlı: British girls, very nice...;

Klârinet satıcısı;

Satılmasından kendisinin doğrudan bir çıkarı bulunduğundan değil de, sadece benim peşimden koşarken kazanılacak anna'lar kendisine ekmek parası olacağından, her şeyi almam için yalvaran, New Market'in hammalı. Sanki bütün mallar ona sunuluyormuş gibi büyük bir iştahla katalogdaki malları sayıyor: Suit cases? Shirts? Hose?

Nihayet bir dizi ikincil rol: rickshaw (2) gharry (3) ve taksi kâhyaları. Kaldırım kenarında üç metre içinde istediğiniz kadar taksi bulabilirsiniz. Ama kim bilir? Öyle önemli bir şahsiyet olabilirim ki onların farkına varmayabilirim... Ayrıca bir sürü satıcı, dükkâncı, işportacı; onlar için sizin oradan geçişiniz cennetin habercisidir: belki onlardan bir şeyler satın alırsınız.

Ama bunlara gülecek ya da bunlardan rahatsız olacaklar geri dursun; bu saygısızlık sayılmalıdır. Bu gülünç hareketleri, bu ikiyüzlü girişimleri bir can çekişmenin klinik belirtileri olarak görmek yerine, mahkûm etmek boşunadır, alay etmek ise canice olur. Bu umutsuzca davranışların kaynağında tek bir korku yatar: açlık korkusu. Yığınla insanı kırlardan koparan, Kalküta'nın nüfusunu birkaç yılda iki milyondan beş milyona çıkaran; geceleri trenin penceresinden, peronlar üstünde, bugün giysileri olan, yarınsa kefenleri olacak beyaz pamuklulara sarılmış uyurken gördüğünüz göçmenleri garların kuytularına dolduran bu korkudur. Yolcunun merhameti tedbirli olmasını engeller de eğer bu zavallılara bir sadaka umudu verirse, içlerinden birinin sessiz yalvarışı azgın bir başkaldırıya dönüşebilir. Böyle bir olasılıktan sizi korumak için –basamakta çömelmiş silahlı asker gibi– şuraya yerleştirilmiş birinci mevki kompartımanın madeni parmaklıkları arasından göz göze geldiğiniz dilencinin bakışına o trajik yoğunluğu yükleyen de bu korkudur.

Dönencelerarası Amerika'da yaşayan Avrupalı, kendi kendine sorular sorar. İnsan ile coğrafi çevresi arasında kurulan özgün ilişkileri gözlemler; insan hayatının değişik türleri ona durmaksızın düşünce konuları sağlar. Ama kişiden kişiye ilişkiler ayrı bir biçim almazlar; bunlar, kendisinin her zaman bildiği tanıdığı türdedir. Oysa Güney Asya'da bu ilişkiler ona aksine, insanın dünyadan ya da diğer insanlardan bekleyebileceğinin berisinde ya da ötesinde görünür.

Günlük yaşamda, insan ilişkilerinin özü hep yadsınır gibidir. Size her şeyi önerirler, her şeye söz verirler, hiçbir şey bilmedikleri halde her şeyi yapabileceklerini söylerler. Böylece, daha en başından, karşınızdakinin iyi niyet, sözleşme anlayışı ve sorumlulukla beliren insan niteliğini yadsımaya sizi zorlarlar. Rickshaw boy'lar, izlenecek yol konusunda sizden daha bilgisiz olmalarına rağmen, sizi her yere götürmeye hazırdır. O zaman öfkelenmemek ve –çekçeklerine binip onlar tarafından çekilmekten ne kadar tedirgin olsanız da– onlara hayvan muamelesi yapmamak çok zordur; çünkü sergiledikleri akılsızlıkla sizi kendilerine böyle bakmaya mecbur ederler.

Yaygın dilencilik insanı daha da derinden rahatsız eder. Salt, bir başka insanın varlığının farkına varmanın sağlayacağı doyum için bile olsa bir başkasının gözüne doğrudan bakmaya cesaret edemezsiniz; çünkü en küçük bir duraksama hemen bir güçsüzlük, birinin yalvarışına açıklık olarak yorumlanacaktır. "SA'HİB!" diye seslenen dilencinin ses tonu, bizim, çocukları azarlarken "OĞLUM!" deyişimize şaşılacak kadar benzer: ses önce yüksektir sonra ikinci hecede düşer. Sanki, "Anlamayacak ne var? Her şey ortada, ben burada senin önünde dilenmek için durmuyor muyum ve sadece bu nedenle senden bir alacağım yok mu? Ne düşünüyorsun? Aklın nerede?" der gibidir. Bir fiili durum her yönüyle öylesine kabul edilmiştir ki yalvarma unsurunu ortadan kaldırır. Artık sadece nesnel bir durumun, onunla benim aramdaki doğal bir ilişkinin onaylanması söz konusudur; ve bundan, fiziksel dünyada nedenlerle sonuçları bir araya getiren zorunlulukla, sadaka doğmalıdır.

Burada da karşınızdaki kişi sizi, kendisinde bulmayı onca istediğiniz insan niteliğini yadsımaya zorlamaktadır. Kişiler arasındaki ilişkileri belirleyen bütün başlangıç durumları çarpıtılmıştır, toplumsal oyunun kurallarına hile karışmıştır, başlatmak olanaklı değildir. Çünkü bu zavallılara eşitiniz gibi davranırsanız, bunu adaletsizlik sayacaklardır: eşit olmak değildir dilekleri; gururunuzla onları ezmeniz için yalvarmakta, ayaklarınıza kapanmaktadırlar; çünkü aranızdaki açıklık büyüdükçe, ilişkiniz gevşediği ölçüde daha dişe dokunur bir kırıntı (İngilizce'deki doğru sözcükle bribery) ummaktadırlar; beni ne denli yükseklere çıkarırlarsa, istedikleri bu önemsiz şeyin, o ölçüde büyüyeceğini umacaklardır. Talep ettikleri bir hayat hakkı değildir; hayatta kalabilmek bile onlar için, güçlülere gösterilen saygı ile ancak kısmen karşılık verilebilen, hakedilmemiş bir sadakadır.

Demek ki eşit olmayı düşünmemektedirler. Ama insanlardan da gelse, böylesine sürekli bir baskıya; sizi aldatmak, "açmaza düşürmek", sizden hileyle, yalanla ya da çalarak bir şeyler koparmak için her zaman uyanık bu beceriye katlanmak mümkün değildir. Gene de nasıl tepki göstereceksiniz? Çünkü –ve işte burada çare tükenmektedir– bütün bu davranışlar birer yalvarma türüdür. Ve bir şey çalarken bile size karşı temeldeki tutumları yalvarma biçimini aldığından, durum böylesine uçsal ölçüde ve tam anlamıyla katlanılmaz hale gelmektedir. Saray gibi otelimin pencerelerinden, Başbakanlığın kapısında bütün gün, –her biri birkaç aileyi barındırabilecek odalarımızdan bizi kovmak yerine–, ağlar ve inlerken gördüğüm göçmenleri, Karaşi'nin ağaçlarında durmaksızın gaklayan şu kafaları kurşuni benekli kargalarla bir tutmaktan, ne kadar utansam da, vazgeçemiyorum.

İnsan ilişkilerindeki bu bozulma bir Avrupalı için ilkin anlaşılır gibi değildir. Sınıflar arasındaki karşıtlığı, sanki başlangıcında –ya da en iyi durumda– bu karşıtlıkların varolmadığı, mücadeleler ya da gerilimler biçiminde görürüz. Ama burada gerilim teriminin bir anlamı yoktur. Hiçbir şey gergin değildir, gerilebilecek her şey çok önceden kopmuştur. Kopma işin başında gerçekleşmiştir ve ya kalıntıları aranacak ya da geri gelmesi beklenecek "o eski güzel zamanlar"ın olmayışı sizi tek bir sonuca götürür: sokaklarda rasladığınız bütün bu insanlar yokolmadadırlar. Elinizde avucunuzda ne varsa verseniz, eğik düzlemde kayışlarını bir an için durdurabilir misiniz?

Eğer gerilim açısından bakarsak ortaya çıkan görünüm daha az karanlık değildir. Çünkü o zaman da her şeyin, hiçbir dengenin kurulamayacağı kadar gergin olduğunu kabul etmek gerekecektir: dizgenin unsurları arasındaki ilişki geriye dönülemez biçimde katılaşmıştır; olsa olsa dizgenin kendisini ortadan kaldırmak gerekir. İlkin, onları küçük gördüğünüzden değil ama, yaşamlarındaki en küçük bir düzelmenin ancak sizin durumunuzun yüzlerce defa daha iyi olmasıyla gerçekleşeceğine olan saçma inançla sizi daha görkemli, daha güçlü görmeyi umarak, saygılarıyla sizi aşağıladıkları için uzak durmanız gereken yalvaranlara karşı dengesizlik sözkonusudur. Asya zalimliği denilen şey nasıl da aydınlanıyor! Bu canlı olarak yakmalar, bu öldürmeler ve bu işkenceler, iyileşmesi mümkün olmayan yaralar açmak üzere düşünülmüş bu cerrah aletleri; kendilerini bir nesne haline sokarak sizi nesneleştiren ve sizi nesne gibi görüp kendileri nesneleşen fakirlerle kurulan iğrenç ilişkinin parlatılmasından ibaret korkunç bir oyunun sonucu değil mi bütün onlar? Aşırı debdebe ile aşırı sefaletin arasındaki açıklık insani boyutu ortadan kaldırıyor. Sonunda sadece, hiçbir şeye gücü yetmeyenlerin her şeyi umarak hayatta kalabildikleri (Binbir Gece'nin cinleri ne kadar Doğulu bir düştür!) ve her şeyde hak görenlerin ise hiçbir şey vermeye razı olmadıkları bir toplum kalıyor ortada.

Bu koşullarda, bizim (çoğu zaman yanlış yere) Batı uygarlığının belirtisi olduğunu düşünmekten hoşnutluk duyduğumuz insan ilişkileriyle hiçbir benzerliği olmayan ilişkilerin, kâh insanlık dışı, kâh, çocuk davranışlarında gözlemlediklerimiz gibi, insanlık altı görünmesi şaşırtıcı değildir. Hiç olmazsa bazı yönleriyle bu trajik halk bize çocuksu gelmektedir: örneğin bakışlarındaki ve gülümsemelerindeki yumuşaklık. Sonra, rasgele oturmuş, uzanmış bütün bu kimselerde göze çarpan, duruşa ve mekâna kayıtsızlık; uydurma süs eşyalarına ve yalancı sırmalara merakları; el ele dolaşan, açıkta yere çömelerek işeyen ve chilam'larının şekerli dumanını çeken erkeklerin saf ve hoşgörülü davranıştan; diplomaların ve tavsiye mektuplarının büyülü saygınlığı; arabacılarda (ve genel olarak iş verdiğiniz herkeste) ölçüsüz olmakla birlikte, dörtte birine ya da onda birine hemen razı oldukları taleplere yol açan, her şeyin mümkün olabileceği yolundaki inanç. Çittagong sırtlarında yaşayan ve hastalıktan, yetersiz beslenmeden, yoksulluktan kırılan ve bir de Müslümanlar tarafından hoyratça ezilen yerlilere, Doğu Bengal valisi tercümanı aracılığıyla bir gün şunu sordurmuştu: "Neden şikayetçidirler?" Uzun uzun düşündüler ve sonra şu yanıtı verdiler: "Soğuktan..."

Hindistan'da her Avrupalı kendini –istesin istemesin– çok sayıda hizmetkârla ve bearer denilen ve her işi gören adamlarla çevrilmiş bulur. Hizmet etmeye bu yatkınlıktan acaba geleneksel bir toplumsal eşitsizlikle, kast sistemiyle ya da sömürgecilerin istekleriyle açıklanabilir mi? Bilmiyorum, ama gösterdikleri aşırı saygı kısa sürede çevrenizdeki havayı yaşanmaz hale sokar. Çıplak tahtaya basmamanız için yere uzanmaya hazırdırlar, günde on defa yıkanmak isteyip istemediğinizi sorarlar: burnunuzu sildikten sonra, bir meyve yiyince, parmağınız kirlendiyse... Her an çevrenizdedirler, bir emir dilenirler. Bu boyun eğme isteğinde erotik bir şeyler vardır. Eğer davranışlarınız onların beklentilerine uymuyorsa eğer her koşulda eski Britanyalı efendileri gibi davranmıyorsanız dünyaları kararır: pudding yemiyor musunuz? Akşam yemeğinden sonra değil de, önce mi banyo yapacaksınız? Sanki dünyanın sonu gelmiştir... şaşkınlık yüzlerinden okunur; hemen vazgeçiyorum, alışkanlıklarımı ya da en ender olanakları bir kenara itiyorum. Madem ki bir insanın manevi kurtuluşunu ancak bir ananası feda etmekle sağlayabiliyorum, o zaman taş gibi sert bir armudu, çırpılmış yumurtalı sütlü kremayı yiyebilirim.

Birkaç gün süreyle Çittagong'da Circuit House'da kaldım: İsviçre şaleleri tarzında ahşap bir saray; kaldığım oda beş metreye dokuz metre boyunda, tavanı beş altı metre yükseklikte. Odada en az on iki tane elektrik düğmesi var: tavan lâmbası, duvar lâmbaları, dolaylı aydınlatma, banyo ışığı, dressing room, ayna, vantilatör vd. Nihayet burası, Bengal ateşinin (4) ülkesi değil mi? Bu elektrik çılgınlığı sayesinde, mihracenin biri, her gün yinelenen ve kendine özel bir havai fişek gösterisinin keyfini sürmüştür.

Bir gün, kentin aşağı kesiminde, ilçe yöneticisi tarafından emrime verilen otomobili güzel görünümlü bir dükkânın önünde durdurttum ve içeri girmek istedim, "Royal Hair Dresser, High dass cutting" vs... Sürücü dehşete düşmüş gibi bana bakakaldı: "How can you sit there" Gerçekten, eğer Master, onun ırkından kişilerle birarada oturarak kendini ve dolayısıyla onu alçaltırsa, kendi toplumu içinde onun saygınlığı ne hale gelirdi? Vazgeçtim, ve üstün bir varlığın saçının kesilmesine ilişkin kuttörenin [rituel] örgütlenişini kendisine bıraktım. Sonuç: berber, müşterileriyle işini bitirinceye ve malzemelerini toparlayıncaya kadar, bir saat arabanın içinde bekleyiş; bizim Chevrolet ile Circuit House'a dönüş. On iki elektrik düğmeli odama döner dönmez bearer, saçlarıma değen bu köle ellerin kirinden aklanmamı sağlamak amacıyla, traş biter bitmez yıkanmam için banyoyu doldurdu.

Kendinden daha aşağıda birini bulabilen ya da yaratabilen herkesi, ona bakarak kendini kral yerine koymaya yönelten bu geleneksel kültürün egemen olduğu ülkede, böylesine tutumlar kök salmıştır. Bearer, scheduled caste'lardan demek ki en alt kastlardan birine mensup ağır işçiye, benim kendisine davranmamı beklediği biçimde davranacaktır. Gelenekler nerdeyse insan olarak kabul edilmelerini bile engellediği için, İngiliz yönetimi bunlara, korunması gerekenler olarak "kayıtlı" bulunanlar adını vermektedir. Ayrıca gerçekten, görevleri dolayısıyla ya odaların basamakları üzerindeki tozları sapsız bir fırçayla ellerinde toplamaya, ya da arkadaki helaların kapılarının alt tarafını yumruklayarak, içerdeki kişinin, İngilizlerin ''commode" (5) adını verdikleri o acayip âletle işini çabuk bitirmesini sağlamaya çalışırken hep çömelik kalmaya mahkûm; sonra, efendiye ait bir şeyi alıp kaçırmakla, onlar da kendilerine bir ayrıcalık sağlama yolu ve bir mevki buluyormuşçasına, avluda her zaman telâşla, yengeçler gibi koşuşturan bu süpürücülerin ve oturak boşaltıcılarının insan olup olmadıkları sorulabilir.

Bu kölelik izlerinin silinmesi için sadece bağımsızlığın kazanılması ve zamanın geçmesi yeterli olmayacaktır. Bir gece, Kalküta'da Star Theater'den çıkarken bunu çok iyi anladım; Urboshi adı verilen bir mitolojik hikayeden esinlenmiş bir Bengal oyununu izlemeye gitmiştim. Çıkışta, bir gün önce geldiğim kentin bu dış mahallesinde biraz şaşkın durumda bakınırken, yörenin hali vakti yerinde kentsoylularından bir aile oradan geçen tek taksiyi durdurmakta benden çabuk davrandı. Ama şoför onları taşımaya yanaşmadı: müşterileriyle Sahib sözcüğünün sık sık duyulduğu hararetli bir tartışma sırasında, onlara bir beyazla rekabete girmelerinin ne kadar uygunsuz olduğunu anlatmaya çalışır gibiydi. Aile üyeleri belli etmekten kaçındıkları bir can sıkıntısı içinde gecenin karanlığında yaya olarak uzaklaştılar ve taksi beni aldı; acaba şoför daha yüklü bir bahşiş mi umuyordu? Hayır, yetersiz Bengalce bilgime dayanarak anlayabildiğim kadarıyla, tartışma çok ayrı bir noktada, saygıyla uyulması gereken geleneksel düzen üzerinde, yoğunlaşmıştı.

O gece, sanki bazı engellerin ortadan kalktığı yanılgısına kapıldığım için, uğradığım hayal kırıklığı daha da fazla oldu. Biraz tiyatroya, biraz da hangara benzeyen o büyük ve bakımsız mekânda bulunan tek yabancı da olsam, yerel topluluğa karışmıştım. Çoğunun yanında, sevimli ağırbaşlılıklarına bakarak dışarı çıkmaya pek alışık olmadıkları anlaşılan eşleri bulunan bu tamamiyle saygı değer memurlar, işgörenler, tüccarlar, dükkâncılar, bana karşı, gündüz başıma gelenlerden sonra, çok rahatlatıcı bir kayıtsızlık içindeydiler; davranışları ne kadar olumsuz olursa olsun, hattâ belki bu nedenle, aramızda sessiz bir kardeşlik bağı kuruluyordu.

Ancak yer yer anlayabildiğim piyes, bir Broadway, Chatelet ve Belle Hélène(6) karışımıydı, içinde gülünçlü ve hizmetçilerle gönül yakınlıklarını işleyen sahneler, göz yaşartıcı sevda sahneleri, Himalaya dağları, aşkta hayal kırıklığına uğramış ve orada keşiş hayatı sürdüren biriyle, onu pos bıyıklı bir generalden koruyan, şimşek bakışlı ve üç dişli mızrak taşıyan bir tanrı vardı; bir de, yarısı bir garnizon kentinin fahişelerine, diğer yansı ise Tibet'in değerli tanrı heykelciklerine benzeyen chorus girls grubu yer alıyordu. Oyun arasında, ses yükselticilerinden, Çin havaları ile paso doble karışımı, canlı ve bayağı bir müzik yayınlanırken, –dörtbin yıl önce Harappa'da yapıldığı gibi ve orada hâlâ kırıklarını bulmanın mümkün olduğu– kullanıldıktan sonra atılan pişmiş topraktan kaplar içinde çay ya da gazoz satılıyordu.

Uydurma kostümü nedeniyle tombul vücudu, çifte gerdanı ve kıvırcık saçları iyice ön plâna çıkan jön prömiyerin hareketlerini izlerken, birkaç gün önce bir yerel gazetenin edebiyat sayfasında okuduğum bir cümleyi anımsadım; onu buraya olduğu gibi, Hindistan İngilizcesinin tarifsiz tadını kaçırmamak için tercüme etmeden alıyorum: ... and the young girls who sigh as they gaze into the vast blueness of the sky, of what are they thinking? Of fat, prosperous suitors...(7) "Yağlı taliplere" bu atıf beni şaşırtmıştı, ama sahnede göbeği kat kat dalgalanan talihli kahramana bakarak ve birazdan kapının dışında raslayacağım aç dilenciler aklıma gelince, kıtlıkla böylesine acı verici bir yakınlık içinde yaşayan toplum için, besili olmanın şiirsel değerini daha iyi anladım. Zaten İngilizler de, burada üstüninsan gibi görünmek için en iyi yolun, kendilerine, sıradan bir insana yetebilecek besinden kat kat fazlasının gerektiğine yerlileri inandırmak olduğunu kavramışlardı.

Birmanya sınırlarına doğru Çittagong tepelerinde, bir yerel racanın memurluk yapan kardeşiyle gezerken, hizmetkârlarının beni tıka basa doyurmaları için gösterdiği gayrete, daha ilk anda, adamakıllı şaşmıştım: şafakta palancha, yani "yatakta çay" (yerli kulübelerinde, üzerinde uyuduğumuz örülmüş Hint kamışından [bambou] esnek döşemelere yatak demek ne ölçüde olanaklıysa); iki saat sonra, mükellef bir breakfast, sonra öğle yemeği; saat beşte zengin bir çay; nihayet akşam yemeği. Üstelik bütün bunlar, sakinleri günde sadece iki defa haşlanmış kabak ve pirinçle beslenen, biraz zengin olanların ise bunları birazcık mayalanmış balık salçası ile lezzetlendirebildiği bir küçük köyde oluyordu. Kısa sürede, hem fizyolojik hem de manevi nedenlerle dayanamaz oldum. Bir Hint-İngiliz okulunda eğitim görmüş olan ve kırk altı kuşak geriye giden soyağacıyla gurur duyan yol arkadaşım, bir Budist soylusu, (okulda prenslerin oturdukları yere saray dendiğini öğrendiği için, mütevazi evinden "sarayım" diye sözederdi), benim kanıklığım karşısında şaşırmış ve biraz da yadırgamış görünüyordu: Don't you take five times a day? Hayır, günde beş defa "almıyordum", özellikle açlıktan ölmeye yatmış insanların arasındayken. İngilizler dışında hiç beyaz insan görmemiş bu adamın sorularının ardı arkası gelmiyordu: Fransa'da neler yenir? Yemekler nelerden oluşur? Yemek aralarında ne kadar süre vardır? Etnografın araştırma sorularını yanıtlayan titiz bir yerli gibi kendisini bilgilendirmeye çalışıyordum ve söylediğim her sözden sonra zihninde meydana gelen karışıklığı yüzünden okuyordum. Dünya görüşü bütünüyle değişiyordu: demek bir beyaz, sadece bir insan olabiliyordu!

Oysa burada, insanlığı var edebilmek için pek az şey yeterliydi! İşte tek başına kaldırıma yerleşmiş, âletlerini ve bir kaç metal parçasını yere sermiş bir zanaatkar. Kendisinin ve ailesinin beslenmesini sağlayan çok basit bir uğraş içinde. Nasıl bir beslenme? Açık hava mutfaklarında, odun kömürü üstünde kızaran sopaya sarılmış et parçaları; mahruti kaplar içinde çalkalanan süt ürünleri; çiğnemelik tembul parçalarını sarmaya yarayan, sarmal biçimde dizilmiş, yuvarlak yuvarlak kesilmiş yapraklar; kızgın kumda kızaran baklagillerin altın taneleri. Bir çocuk, bir tepsi içinde birkaç nohut satıyor; bir adam ondan bir çorba kaşığı satın alıp, hemen oraya çömelerek yemeye başlıyor, biraz sonra gelen geçene aldırmaksızın çişini yaparken de aynı şekilde çömelecektir. Tahtadan barakalar biçimindeki kahvelerde işsiz güçsüzler, sütlü çay içerek saatler geçiriyorlar.

Yaşamak için pek az şey yetiyor: biraz alan, biraz besin, biraz neşe, biraz araç ve gereç; bu sanki avuç içinde bir yaşamdır. Buna karşılık iç dünyası çok zengindir. Bunu sokaklardaki canlılıktan, bakışların yoğunluğundan, en küçük bir tartışmanın şiddetinden; yabancıların karşılaştığı ve Müslüman ülkelerde genellikle elin alna götürülmesiyle verilen selâmla birleşen gülümsemelerin nezaketinden sezinlemek mümkündür. Başka türlü, bu kişilerin dünyaya bu kadar kolayca uyum sağlamalarını nasıl yorumlayabiliriz? İşte size seccadenin dünya yerine geçtiği ya da yere çizilen dikdörtgenin tapınma mekânını belirlediği bir uygarlık. Her biri fakir tezgâhlarının dünyasında, sineklerin, gelen geçenin ve uğultunun içinde sükûnetle işine bakanlar: sakal tıraşı yapanlar, saç kesenler, arzuhalciler, zanaatkarlar, burada, sokağın ortasındalar. Direnebilmek için, doğaüstüyle çok güçlü, çok kişisel bir bağ gerekli; ve belki de İslâm'ın ve dünyanın bu yöresindeki diğer inanç sistemlerinin gizlerinden biri bunda yatıyor: her birey kendini sürekli olarak Tanrı'sının huzurunda görüyor.

Hint Okyanusu'nun kıyısında, Karaşi yakınlarındaki Clifton Beach'te yaptığım bir gezintiyi anımsıyorum. Kumullar ve su birikintileri arasından bir kilometre kadar yürüdükten sonra, kumu koyu renkli bir plaja varılır. Tatil günleri, sahiplerinin bayram giysilerine göre daha süslü develerin çektiği arabalara doluşmuş bir kalabalık buraya akın eder; ama o gün kimseler yoktu. Okyanus yeşile çalan bir beyazlıktaydı. Gün batıyordu; ışık sanki, güneşi arkasına almış bir gökyüzünün altından, kumdan ve denizden kaynaklanır gibiydi. Sarıklı bir ihtiyar, yakında bulunan ve kebapların kızartıldığı bir kahveden ödünç aldığı iki demir iskemleyle kendine bir mescit kurmuştu. Kumsalda bir başına dua ediyordu.


(1) Hindistan ve Pakistan’ın 1/16 rupi değerinde eski bir madeni para birimi. [ç.n.]

(2) Çekçek [ç.n.]

(3) Küçük, atlı yolcu arabası. [ç.n.]

(4) Feu de Bengale renkli parıltılarla yanan kimyevi bileşim. [ç.n.]

(5) Delikli iskemle. [ç.n.]

(6) Broadway: New York'un tiyatrolarının toplu olarak bulunduğu bir caddesi; Chatelet: Paris'te genellikle müzikli oyunların sahnelendiği bir tiyatro; Güzel Helena: Jacques Offenbach'ın operetlerinden biri. [ç.n.]

(7) ... ve gökyüzünün sonsuz maviliğine bakarak iççeken genç kızlar ne düşünürler? Yağlı, zengin talipleri... [ç.n.]


Çeviren: Ömer Bozkurt


Claude Lévi-Strauss
Hüzünlü Dönenceler, Yapı Kredi Yayınları, 1994


Claude Lévi-Strauss'un 'Hüzünlü Dönenceler'inden İnsan Yığınları adlı bölüm
http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=730
Ahmet Faruk Şengenç tarafından, 27/09/2001 tarihinde gönderildi.
Epigraf: Online Türkçe Edebiyat Arşivi | http://epigraf.fisek.com.tr

epigraf     Bir önceki eser:   Pia / Attila İlhan
<<< -- Rasgele bir eser -- >>>
   Bir sonraki eser:   Netice / Melih Cevdet Anday