Epigraf, Uzak Ülke projesinin elemanıdır

Güzel bir kadını bütün sanatlara tercih ederim. | Guy de Maupassant

Kapı / Emre Sururi


Kapı çalıyordu, sürekli, durmamacasına. Zili takılmış gibiydi, ama
değildi, arada yumrukluyorlardı da. Açmak istemiyordum, açmayacaktım, öyleyse
ne? Neydi beni tedirgin eden bu kadar? Kapanıp kaldığım evimde mutlu olmasam
bile huzurluydum. Çiğdem'i unutmak istiyordum o gece de, tıpkı diğer
gecelerdeki gibi. Kapımı çalan Çiğdem değildi, olamazdı, o başka şehirdeydi
çünkü, 7 aydır görüşmüyorduk. Kapıyı açmayacaktım neticede, tıpkı telefonlara
bakmadığım gibi. Bir telefon saatlerce çalabilir ama ya bir kapı? gidecekti
birazdan, gürültüyle geçirdiği 3 dakikanın ardından, gelen kendini aptal gibi
hissetmeye başlayacak, bir süre sonra da "değer mi ki" diyecekti benim için...
Ve çekip gidecekti. Kim olursa olsun. Çekip gidecekti.

Zil sesinin o çıldırtıcı gürültüsü altında mutfağa girdim, öyle ses
çıkarmamaya filan da dikkat etmedim. Gittim, buzdolabını açtım, bir kavun
çıkartıp kestim. Keserken sustu zil. Gitti, dedim, işte her kimse o da gitti.
Kavunu dilimlemeye başladım, kabuğunu ayırdım, tabağa dizdim dilimleri,
öylesine içmek istedim.

Elimde kadehle odama döndüm, kavun tabağına da kalan bir parça peyniri
koymuştum işte. Müzik açıktı, senfonik bir şeyler çalıyordu, sıkıldım
kapattım. Çiğdem'i düşündüm sonra, onu anımsamaya çalıştım. Yeşil gözlerini ve
daha bir çok ayrıntıyı. Başaramadım. Hiçbir şey canlanamıyordu kafamda. O
kadar çok olmuştu demek. Onu unutuyordum, bu iyi bir şeydi. Ne ummuştum ki
zaten? Ne olabilirdik ki biz? Başından beri hata içinde yüzmüştüm, hiçbir
zaman hiçbir şeyi ummamıştım. Kapı tekrar çaldı, sadece bir kere. Açmayacağım!
diye bağırdım kapıya. Öfkelendim, sinirle yürüdüm, kapıyı açıp karşımdakinin
kim olduğuna bile bakmadan bağırmaya çalıştım, "Beni rahatsız ediyorsun!" diye
bağırdım. Kapıcıydı, bön bön bakarak gitti. Merdivenleri çıkarken söylenmiştir
de şimdi. Umurumda bile değil. Öyle ölmek filan da istemiyorum. Aslında hiçbir
şey istemiyorum. Çiğdem'i de istemiyorum.

İçkimi içtim. Anılarımı toparlamaya çalıştım. O şehirlerarası otobüste
birbirimize sarılmamızı hatırladım sonra. Güzel başlayan yanlış bir gündü.
Nefret ettim herşeyden. O otobüsten, o heriften, herkesten. Ne umuyordum dedim
yine, ne umuyordun?

Günler geçti öylecene, hiçbir şey olmadan. Herşey olup bitti bir kez
çünkü. Bundan sonra böyle günler gelip geçeceklerdi... Bekleyelim, dedim,
bakalım daha neler olacak... Hiçbir şey olmadı. Herşey o eski rüyada kaldı.
Murathan Mungan'ın bir şiiriydi. Avara. Çiğdem'le okumuştum ilk kez, o
getirmişti. Vahşi atlar ve daha bir sürü acı veren şeyle hayatıma girdi o gün.
Hiç çıkmamacasına. Hiçbir şey anlatmıyorum, yardımcı olmuyorum ama umurumda da
değil. Ne ummuştum diye yineledim, Çiğdem'i sevmiştim ben, hem de çok. Ne
ummuştun?

Sevmek yetmiyor insana... İnsanlar bir şeyler de ummalı severken.
Evlenmeyi ummalı, öpüşmeyi ummalı mesela. Yağmur altında yürümeyi, sinemada
beraber film seyretmeyi, sarılmayı, öpüşmeyi... Hiçbir şey ummamıştım ben, ben
aşkın bütün umutlarını onda tüketmiştim. Bu da Murathan Mungan'dı, ince L,
Lalena. Lalenaydı kızın adı, Çiğdem'in. O herşeydi. Ölümdü, yaşamdı, sebepti,
anlamdı. Beni anlayan tek şeydi, herşeydi. O gitti.

Kapı çalıyor. Telefonu fişten çekeli çok oluyor ama kapıyı ne yapmalı.
Kapı çalıyor. Bir tekrar daha. Tekrarlar... Çiğdem'le son tekrarlarımıza
girdiğimizde ikimiz de farkındaydık herşeyin. Bu son tekrarımız olacaktı;
artık ne kimse diğerine bağıracak, ne de ağlayacaktı öteki için.
Uzatmalarımızı oynadığımızı anladığımızdaysa herşey bitmişti. Kapı çalıyor.
Açmayacağım.

Kanapeye uzandım, bir köşede içkim, kavunum, peynirim duruyor, artık
içmek de istemiyorum, uzanıp rahatlayayım dedim, sonra da öleyim. Herşeyden
bıktım usandım, hiçbir şey olmuyor, hiçbir şeyin olacağı yok, öleyim. Gelsin
bulsunlar beni, kapıyı kırıp içeri girsinler, pis bir kokuyla karşılaşsınlar,
intihar etttim sansınlar önce, sonra biri, yok be, bu kalp krizinden ölmüş
desin, yüzüm acı içinde kıvranmış olsun, bana bakanlar korksun, kimse beni
taşımak istemesin.

Bu rahatsız kanapeye uzanmış ölmekten bile aciz bir halde, tek başıma,
evdeyim. Açmayacağım bir kapı çalıyor, herhangi bir şey için artık çok geç.
Yolun sonu; kaybettim. Çiğdem'i, kendimi, ikimizi ve herşeyi. Arasa şimdi
beni. Açmayacağımı bile bile arasa, ben açmayınca, kimseden haberimi
alamayınca telaşlansa, gelse, kapımı çalsa, sen açmadan gitmem dese. Şimdi
kapıyı çalan o olsa, saçlarını okşasam.

Yağmurlu bir gün Çiğdem'le karşılaştım Beyoğlu'nda, ikimiz de
ıslanmıştık konuşurken. Saçlarına bakmıştım önce, o da tedirgin olmuştu.
Saçlarına dokunmuştum sonra, okşamıştım yüzünü. Arkadaşına gelmiş, ona
gitmeliymiş, geç kalmış. Gitti, ikimiz de ağladık uzaklaşırken.

Ne kadar zaman geçti? Evde saat yok, hepsini kırdım, saatlere
karşıydık biz, biz kısıtlanamazdık, Çiğdem öyle derdi, elimi tuttuğunda zaman
donuyor derdi, Çiğdem gitti, akmadı zaman bir daha. Herşey dondu. Ev dondu,
eşya dondu, kanape, yatak, çiçekler hepsi dondu. Renkleri götürdü yanında
giderken. Haber vermedi bile. Bir sabah gözümü bu siyah-beyaz evde açtım,
yokluğunu anladım, kalktım, giyindim, Çiğdem yoktu artık... Uyandım, kalktım
giyindim. Bir anda terkettiğini, bir anda gitmişliğini ve de bir anda
yalnızlığımı algıladım gibi oldu herşey; herşey birdenbire oldu ama ağlamadım.

Bir gece, küsmüştüm ona, salonda yatmıştım. Öyle pek kalmazdı zaten
bende, kalsa da ayrı odalarda yatardık, bir tür anlaşma gibiydi, bir tür
anlaşma gibiydik. Hava o gece iyice soğuktu, kar yağıyordu yanılmıyorsam.
Uyuyamamıştım. Çiğdem gelip üstümü örtmüştü o haliyle. Beni sevdiğini
söylememişti ama ikimiz de bilirdik beni sevdiğini, çok sonra anladım bunu,
çok geç kalmıştım. Çiğdem sigara içerken kimseye bakmazdı, özel bir içişi
vardı, kimse yapamazdı bunu, ben saatlerce hikayeler anlatır durur, o beni
ağzında sigarasıyla dinlerdi. Hiçbir zaman öyle çok mutlu olmadık. Tedirgindik
hep, rahatsızdık. Sanki bu beraberlik hakkımız değilmiş gibi hissederdik,
ödünç bir sevgiymiş gibi. Ortak arkadaşlarımız vardı bir sürü, onlar hakkında
konuşurduk, bahsetmezdik hiç "sen ve ben"imizden. İlişkimiz öylece sürüp
giderdi.

Artık hiçbir şey, hayır, pek bir şey hissetmiyorum. Acıya alıştım. Acı
çekip çekmediğimi bile bilmez bir konuma geldim. Çiğdem başka biriyle artık,
iyi bir çocuk. Kıskanmıyorum da, Çiğdem'in saçlarını kimse benim kadar sevemez
çünkü. Çiğdem beni sevdiği gibi kimseyi sevemez. Kolay bir şey değildir sizi
sevmesi. O hep bekler. Sevilmeyi bekler. Gözlerine bakılmasını,
konuşulmasını... Dayanamam sandım önceleri ama sonra alıştım. Acıya alıştım,
uyuştum bütün bedenimde, beklemeye başladım, gelmeyeceğini bilerek bekledim,
kimseye haber vermedim, telefonu söktüm yerinden, gelmeyeceğini bilerek onun
gelmesini bekledim.

(Kapı çalıyor. Açıyorum. Çiğdem mi gelmiş diyorum kendime. Gelen kimse
yok. Çiğdem de.)

Konuşmak, hikaye anlatmak istemeyen bir adamım ben. İkimiz de
mutsuzduk hep, diyeceğim o ki, sıkıntılara sokardık birbirimizi. Sıkıntıya
sokmaktan başka bir şey bilmezdik. O, güzel giyinemezdi hiç, ben de kravat
bağlayamazdım. Mektuplarıma cevap alamadım. Tek kozum onlardı oysa.
Mektuplarımı severdi, her ayrılığımızda hepsini bir daha, bir daha okurdu, hep
ayrılırdık onunla. Uzun da sürerdi ayrılıklarımız. Ona mektup yazardım yalnız
olduğum gecelerde. Telefon ettiğim bile olurdu, ben telefonlardan nefret
ederdim, konuşmazdık. Birbirimizin sessizliğini dinlerdik, Özdemir Asaf'ın bir
şiiri, Özdemir Asaf severdi o, ben sevmezdim.

Ayrılık vakitlerinde vedalaşmazdık hiç, konuşmazdık. Ya ben ters bir
laf söylemiş olurdum, ya da o beni sevmediğini farkettiğini açıklamış.
Öylecene binerdim trenlere, uğurlamaya gelirdi ama. Aramızda prensiplerimiz
vardı, herşey prensiplere göre işlerdi. Karşı taraf iki kere üstüste aramaz, 3
mektubuma bir mektup gönderir, mektuplarımı okuduğunu söylemezdi. Mektuplarımı
geri vermedi, bir daha da isteyemedim. Hiçbir şey isteyemedim ki... Kal
diyemedim, gitme!.. Atlatacağımı, beklemeyeceğimi sandı - atlatamadım,
bekledim, ölmeyi arzuladım.

Çiğdem herşeyimdi veya herşeyim Çiğdem. Onda bulurdum kendimi, kendimi
anlattırırdım. Eski bir aşkın depreşmesi gibi bir şeydi Çiğdem. Bir
teselliydi, affederdi tutamadığım bütün o sözleri, gözyaşlarımı bir o anlardı
zaten, Çiğdem. Ne olursun geri dön.

14.10.1997

Emre Sururi
Kişisel Arşiv


Emre Sururi'nin 'Kapı' hikayesi
http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=418
Emre Sururi tarafından, 08/04/2001 tarihinde gönderildi.
Epigraf: Online Türkçe Edebiyat Arşivi | http://epigraf.fisek.com.tr