Epigraf, Uzak Ülke projesinin elemanıdır

Yine kış, yine kış, bütün emelleri bir ağlayan duman sarmış... | Ahmet Haşim

Bekleyiş / Jean Paul Sartre


27 EYLÜL SALI

(...)

İréne sıkılıyordu. Orkestra Music maestro please şarkısını çalıyor,
Marc bir fok balığı gibi yüzüne bakıyor, başka da bir şey olmuyordu. Zaten
hiçbir zaman hiçbir şey olmuyordu ya da rastlantı sonucu bir şey olsa da,
insan o an farketmiyordu. İréne bir saatten fazladır dans eden, dans
aralarında bile oturmayan, uzun boylu, sarışın, İskandinavyalı kadını
gözleriyle izliyordu. Tarafsız bir gözle inceledi. Doğrusu güzel giyinmişti.
Marc da iyi giyinmişti; al rengi elbisesinin içinde kendini rüküş bulan
İréne'nin dışında, herkes iyi giyinmişti. İréne boşveriyordu, zevkli
olmadığımı, tuvaletlerimi iyi seçmediğimi biliyorum, sonra, yenisini
yaptıracak parayı nereden bulayım, zenginlerin evlerine girip çıkmak iyi
şeydi, ama göz batmamanın da bir yolunu bulmak gerekti. Daha şimdiden yarım
düzine adam İréne'e bakıyordu. Biraz parlakça, beş paralık bir elbise bu, size
karşı iştahlarını kabartır, kendilerini daha cesur bulurlar. Marc rahattı,
çünkü zengindi; İréne'i küçük düşüreceğini, bunun da kızın direnme gücünü
azaltacağını sandığı için onu zenginlerin evlerine götürmekten hoşlanıyordu.

"Neden istemiyorsun?" diye sordu Marc.
İréne sıçradı.
"Neyi istemiyorum? Ha! Evet..."
Cevap vermeden gülümsedi.
"Ne düşünüyordun?"
"Bardağımın boş olduğunu düşünüyordum. Bana bir Cherry Gobler daha
ısmarla."

Marc bir Cherry Gobler daha ısmarladı. Masraflarını defterine günü
gününe yazdığı için Marc'a para harcatmak biraz eğlenceli oluyordu. Bu akşam
şöyle yazacaktır. İréne ile dışarıya çıkma, bir cin-fiz, iki Cherry Gobler:
Yüz yetmiş beş frank. Marc'ın işaret parmağının ucuyla kolunu okşadığını
farketti, bunu bir süredir yapıyor olmalıydı.

"Söyle İréne, söyle. Neden?"
İréne esnedi.
"Hiç, öyle işte. Bilmiyorum."
"Daha iyi ya. Gerçekten bilmiyorsan..."
"Ooo! Hayır! Tersine. Biriyle yatınca bunun nedenini bilmek isterim. Ya
gözlerinden, ya kullandığı bir cümleden, ya da yakışıklı olduğundandır."
Marc hafif bir sesle, "Ben yakışıklıyım," dedi.
İréne gülmeye başladı, Marc kızardı.
"Ne demek istediğimi anlıyorsun herhalde."
"Çok iyi anlıyorum, çok iyi anlıyorum."
Marc bileğinden yakaladı.
"İréne, Tanrı aşkına söyle! Ne yapmam gerek?"

Küçük düşürülmüşlüğün verdiği terslikle İréne'nin üstüne eğiliyor,
heyecanından soluğu titriyordu. İréne, canım ne kadar da sıkılıyor, diye
düşündü.

"Hiç. Yapılacak hiçbir şey yok."
"Ya!" dedi Marc.

Kolunu bıraktı, başını arkaya attı, dişleri görünüyordu. İréne aynada
kendisini görüyor, güzel gözlü bir sekreter parçası, diye düşünüyordu. Tanrım!
Bunun için değer mi! Kendi hesabına, Marc'ın hesabına utanıyordu, her şey o
kadar yavan, o denli can sıkıcı ki, artık kendini ona neden vermediğini bile
anlamıyordu. Çok kararsız davranıyordu; ona "İstiyor musun? Peki, hadi
gideilm," demek daha iyiydi. Bir otel odasında yarım saatçik bir cinsel
ilişki, n'olacak! Örtülerin arasında kirli bir iş, sonra geceyi tamamlamaya,
buraya döneriz, beni de rahat bırakırsın. İréne'in zavallı vücuduna çok önem
verdiğine inanmak gerekiyordu; İréne, boyun eğmeyeceğini hissetmekteydi.

Marc, "Tuhafsın!" dedi.

Gözlerini devirerek kötü kötü bakıyordu; canımı sıkmaya çalışacak, bu
böyledir, sonra benden özür dileyecek.

Marc buruk bir alayla, "Kendini nasıl da savunuyorsun," dedi. "Seni
dört yıldır tanımasam ne faziletli kız derdim."

İréne ansızın doğan bir ilgiyle Marc'a baktı, düşünmeye başladı. İréne
düşününce çok daha az sıkılırdı.

"Haklısın," dedi. "Bu çok garip. Kolayca yatılan bir insan olduğum
ortada, fakat seninle yatmaktansa kendimi denize atarım daha iyi. Hadi, bunu
bana açıklayın bakalım!" Taraf tutmadan Marc'ı inceledi, sonra da, "Senden
gerçekten iğrendiğimi de söyleyemem," diye kesip attı.

"Yavaş!" dedi Marc. "Daha yavaş konuş." Sonra kinle ekledi. "Ta öteden
duyulan tiz bir sesin var."

Sustular. İnsanlar dans ediyor, orkestra Caravane'i çalıyordu; Marc
örtünün üstünde bardağını çeviriyor, bardağın içinde buzlar çarpışıp
duruyordu. İréne kendisini yine o eski sıkıntısına kaptırdı.

Marc birden, "Aslında," dedi. "Seni arzuladığımı çok belli ettim."

Ellerini masanın üstüne koymuştu, sakin sakin örtüyü düzeltiyor,
insancıl gururunu bulmaya çalışıyordu. Ne önemi var, on dakika sonra o
gururunu tekrar kaybedecekti. Bununla birlikte İréne kendini araştırmasına
fırsat verdiği için Marc'a gülümsedi.

"Öyle, o da var. O da olabilir."

Marc'ı bir sis bulutunun ardından görüyordu. İréne'nin ta içinde
gözlerine yükselen hafif bir şaşkınlık sisi. İréne kendi kendisine arka
arkaya, durmadan sorduğu, hepsi de yanıtsız kalan sorulala böylesine şaşkına
dönmeye bayılırdı. Marc'a anlattı.

"Birrisi beni çok isteyince, telaşlanıyorum. Anlamaya çalış, Marc,
kendimi gülünç buluyorum. Belki yarın Hitler bize saldıracak, sense, seninle
yatmıyorum diye karşımda çırpınıp duruyorsun. Benim gibi basit bir kadın
yüzünden bu hallere düşebilmen için gerçekten zavallı bir insan olman
gerekir."

Marc öfkeden titreyen sesiyle, "Bu benim bileceğim iş," dedi.

"Beni de ilgilendirir: Bana hak ettiğimden daha çok değer
verilmesinden nefret ederim."

Bir sessizlik oldu. Birer hayvandılar, kelimeleri bir içgüdüye
yüklüyorlardı. İréne gözünün ucuyla Marc'a baktı. Tamam, süngüsü düşmek
üzereydi. Yüzünün hatları gevşiyordu, en güç anı biraz sonra yaşayacaktı; bir
kez Melody's kulübünde ağlamıştı. Marc ağzını açtı, İréne atıldı.

"Sus, Marc, rica ediyorum. Aptalca bir laf, münasabetsiz bir şey
söyleyeceksin."

Marc onu duymuyor, başını bir sağa bir sola oynatıyordu, bir çıkmaza
girmiş gibiydi.

"İréne," dedi, sesi kısıktı. "Gidiyorum."
"Gidiyor musun? Nereye?"
"Anlamıyormuş gibi yapma. Bal gibi anladın."
"Eee, n'olacak?"
"Bu seni biraz olsun ilgilendirir sanmıştım."

İréne cevap vermedi. Gözlerini Marc'ın yüzüne dikmişti. Bir süre
sonra Marc başını başka yana çevirerek konuşmaya başladı.

"14'te pek çok kadın kendisini seven erkeklerle sırf savaşa
gidecekleri için yatmışlardı."

İréne susuyordu, Marc'ın elleri titremeye başladı.

"İréne, bunun senin için hiç önemi yok, benim içinse tersine, o kadar
önemli ki, özellikle şu anda..."

"Beni uyutamazsın," dedi İréne.
Marc şiddetle döndü.
"Hay, Allah belanı versin! Senin için dövüşeceğim."
"Serseri!" dedi İréne.
Marc o an ipin ucunu kaçırdı; gözleri kızardı.
"Seninle yatmadan geberip gitmek düşüncesi beni deli ediyor."
İréne yerinden kalktı.
"Gel dans edelim."

Marc söz dinleyerek kalktı, dans etmeye başladılar. İréne'e
yapışmıştı, onu uzun adımlar atarak dans pistinde dolaştırdı, ansızın İréne
irkildi.

"Neyin var?" diye sordu Marc.
"Hiç."

İréne oldukça güzel, fakat yaşlanmaya başlamış olan melez bir kadının
yanında sakin sakin oturan Philippe'i tanımıştı. Burnunun dibindeydi. Onu
gökte ararken yerde bulmuştu İréne, Philippe'i sararmış buldu, gözlerinin
altında mor halkalar vardı. Herkesin içinde Marc'ı itti. Özellikle Philippe'in
onu tanımaması gerekiyordu. Orkestra sustu, yerlerine döndüler. Marc sıraya
çöküverdi, İréne oturacakken, adamın birinin zenci kızın önünde eğildiğini
gördü.

"Otur," dedi Marc. "Seni ayakta görmekten hoşlanmıyorum."
İréne sabırsızlanarak, "Bir dakika!" dedi.

Zenci kız yerinden tembel tembel kalktı, adam kız sarılıverdi.
Philippe bir süre onları dikkatle izledi. İréne'nin kalbi göğsünden
fırlayacakmış gibi çarpıyordu. Philippe ansızın yerinden kalkmış, kendini
dışarı atmıştı.

"Bana bir dakika izin ver," dedi İréne.
"Nereye gidiyorsun?"
"Tuvalete. Memnun oldun mu?"
"Oraya gider gibi yapacak sonra da tüyeceksin."
İréne masanın üstünde duran çantasını gösterdi.
"Çantamı burada bırakıyorum."

Marc cevap vermeyip homurdandı. İréne dans edenleri omuzlarıyla
yararak dans yerini geçti.

Kadının biri, "Deli mi bu?" dedi. Marc da arkasından ayağa kalkmıştı.
İréne, Marc'ın sesini duydu.
"İréne."

İréne kendini dışarı atmıştı bile; Marc'ın hesabı görmesi hiç değilse
beş dakikasını alırdı. Yol karanlıktı. Ne saçma, diye düşündü. Onu yine
kaybettim. Fakat gözleri alacakaranlığa alışınca, Philippe'in duvar
diplerinden koşarak, Trinité'ye doğru gittiğini gördü. Koşmaya başladı.
Çantayı boşver, pudralığım yüz frank para, Maxime'den aldığım iki mektuptan
olurum, o kadar. Artık hiç canı sıkılmıyordu. Böylece yüz metre kadar
koştular, sonra Philippe o kadar beklenmedik bir anda durdu ki, İréne ona
çarpacağını sandı. Çabucak bir eğri çizdi, Philippe'i geçti, binalardan
birinin kapısına yaklaşıp zili iki kez çaldı. Philippe arkasından geçerken,
kapı açıldı. İréne bir an bekledi, sonra içeri girmiş gibi kapıyı hızlı vurup
kapadı. Artık Philippe ağır ağır yürüyordu, onu izlemek şimdi çok kolaydı.
Zaman zaman karanlığın içinde kayboluyor, sonra biraz ileride, bir sokak
lambasının gelip geçici ışık yağmuru altında, gecenin içinde beliriyordu.

İréne, ne kadar eğleniyorum, diye düşündü. İnsanları izlemeye bayılır,
tanımadığı insanların arkasından bile saatler saati yürüyebilirdi.

Bulvarlar henüz çok kalabalıktı, vitrin ve kahveler yüzünden ortalık
daha da aydınlıktı. Philippe ikinci kez durdu, fakat İréne kendisini
göstermemeyi başardı; arkasına, kytu bir köşeye sığınıp bekledi. Belki biriyle
buluşacaktır... Philippe ona döndü, yüzü sapsarıydı; birden konuşmaya başladı,
İréne kendisini tanıdığını sandı; oysa İréne, Philippe'in kendisini
göremeyeceğinden emindi. Philippe bir adım geri .ekildi, bir şeyler
mırıldandı; korkmuş, ne yapacağını şaşırmış gibiydi. İréne, çıldırmış, diye
düşündü.

İki kadın, şapkalarından taşralı oldukları anlaşılan yaşlı bir kadınla
genç bir kız geçiyorlardı. Philippe onlara yaklaştı, gösterişçi bir hali
vardı.

"Kahrolsun savaş," dedi.

Kadınlar hızlandılar, anlamamış olsalar gerekti. Arkalarından iki
subay geliyordu; Philippe sustu, geçmelerini bekledi. Subayların peşinden,
kokular sürünmüş bir orospu geliyordu, sürdüğü kokular İréne'in burnuna kadar
geliyordu. Philippe kötü bir tavırla önüne dikildi, orospu gülüvermişti, fakat
Philippe, boğuk bir sesle, "Kahrolsun savaş," dedi. "Kahrolsun Dadalier!
yaşasın barış."

"Deli herif!"

Kadın yürüyüp gitti. Philippe başını iki yana salladı, hırsla sağa
sola bakıyordu, sonra birden Richelieu Sokağının karanlığında gözden kayboldu.
İréne o kadar gülüyordu ki, az daha kendini ele verecekti.

(...)

Philippe boğazını temizleyip bütün gücüyle haykırdı.
"Kahrolsun savaş!"

Hiçbir şey olmadı, gölgeler kahvenin önünden gidip gelmeye devam
ettiler. Ellerini ağzının iki yanına tutup bağırdı.
"Kahrolsun savaş!"

Sesi kendisine gökgürültüsü gibi geldi. Birkaç gölge durdu, insanların
kendisine doğru geldiklerini gördü. Oldukça kalabalıklar, çoğu kasketliydi.
Sallana sallana geliyor, ilgiyle kendisine bakıyorlardı. Onlara doğru
"Kahrolsun savaş!" diye haykırdı.

Yanına sokulmuşlardı; içlerinde bir kadın, bir de güzel vücutlu esmer
bir delikanlı vardı. Philippe delikanlıya dostça baktı, gözlerini ondan
ayırmadan bağırmaya başladı.

"Kahrolsun Daladier! Kahrolsun Chamberlain! Yaşasın barış!"

Çevresini sarmışlardı; Phillipe kırk sekiz saattir ilk olarak içinin
rahatladığını hissediyordu. Kaşlarını kaldırarak kendisine bakıyor, ağızlarını
açmıyorlardı. Phillippe onlara, kapitalizmin yayılma siyasetinin kurbanı
olduklarını anlatmak istiyordu, fakat sesine söz geçiremiyor, aynı şeyi
bağırıyordu. "Kahrolsun savaş!" Aşkla söylenmiş başarılı bir sözdü bu. Kulak
tozuna sert bir yumruk indi, ağzına bir yumruk indi, sağ gözüne de vurdular;
dizlerinin üstüne çöktü, bir daha bağırmadı. Kadının biri önüne dikilmişti,
Phillippe, kadının bacaklarını, düz ökçeli ayakkabılarını görüyordu, kadın
çırpınıyor, "Serseriler," diyordu. "Serseriler! Çocuk o, dokunmayın."

"Mathieu cırtlak bir sesin, "Serseriler! Serseriler! Çocuk o,
dokunmayın," diye bağırdığını duydu. On, on iki kadar kasketlinin arasında
biri debelenip duruyordu; ufak tefek bir kadındı, kollarını havaya kaldırmış,
bütün saçları yüzüne dökülmüştü. Kulağının altında bir yara izi olan, esmer
bir genç, kadını sarsıyor, kadın, "Hakkı var," diyordu. "Hepiniz ödleksiniz,
Concorde'da toplanıp savaşa karşı gösteri yapacak yerde, bir çocuk dövmek
işinize geliyor, çünkü bu daha az tehlikeli."

Mama kılıklı şişko bir kadın, Mathieu'nun önünde durmuş, gözleri
parlayarak onlara bakıyordu.

"Çırılçıplak soyun şunu da görsün gününü," dedi.

Mathieu canı sıkılarak başını çevirdi. Her köşe başında böyle bir
olmalıydı. Savaş öncesi, silahlara sarılmadan bir gün önce... Sanatçılara göre
bir işti bu, Mathieu'yü ilgilendirmiyordu. Sonra birden bunun kendisini
ilgilendirdiğine karar verdi. Mama kılıklı karıyı bir yana itti, aralarına
girip elini esmer gencin omzuna koydu.

"Polis," dedi. "N'oluyor burada?.."
Genç güvensizlikle yüzüne baktı.
"Yerdeki şu çocuk," dedi. "Kahrolsun savaş," diye bağırdı.
Mathieu sert bir tavırla sordu.
"Sen de ona vurdun değil mi? Bir polis çağıramaz mıydın?"
Mama kılıklı karı söze karıştı.
"Polis yok ki."
"Bana bak, Karmen kılıklı," dedi Mathieu. "Sana sorulunca cevap
verirsin."

Esmer gencin canı sıkılmıştı, elinin sıyrılan derisini yalayarak,
"Canını çok yakmadık," dedi. "Aklı başına gelsin diye kafasına bir yumruk
indirdik."

"Yumruğu kim attı?"
Kulağının altında yara izi olan genç içini çekerek ellerine baktı.
"Ben attım."
"Diğerleri bir adım geri çekilmişlerdi; Mathieu onlara döndü."
"Sizleri tanık yazayım mı?"
Biraz daha gerilediler, cevap vermediler. Mama kılıklı karı toz
olmuştu.
"Hadi yollanın," dedi Mathieu. "Yoksa adlarınızı yazarım. Sen kal."
"Yoksa," dedi delikanlı. "Almanları tutan, karışıklık çıkaran birini
yola getirmek isteyen Fransızları şu sırada içeri mi alıyorlar?"
"Çok konuşma. Seninle görüşeceğiz."

Aylaklar dağılmışlardı. İki üç tanesi bir kahvenin kapısında durmuş
bakıyorlardı. Mathieu çocuğun üstüne eğildi. İyice benzetmişlerdi oğlanı. Ağzı
kanıyordu, sağ gözü kapanmıştı. Sol gözüyle, ısrarla Mathieu'ye bakıyordu.

"Bağırdım," dedi böbürlenerek.
"İyi halt ettin. Ayağa kalkabilecek misin?"

Çocukcağız güçlükle ayağa kalktı. Salataların içine düşmüştü; kıçında
bir salata yaprağı vardı, çamurlu saman çöpleri ceketine yapıştı. Ufak tefek
kadın elinin ayasıyla yüzünü temizlemeye çalıştı.

Mathieu kadına sordu. "Kendisini tanıyor musunuz?"
KAdın duraksadı.
"Ha - hayır."
Çocuk gülmeye başladı.
"Elbette tanıyor. İréne, Pitteaux'un sekreteri."
İréne sıkıntılı sıkıntılı Mathieu'ye baktı.
"Bu yüzden onu içeri atmayacaksınız, değil mi?"
"Başıma iş açtınız."

Kulağının altında yara izi olan genç Mathieu'yü kolundan çekti.
Süngüsü düşmüştü.

"Hayatımı kazanıyorum, komiser bey, çalışıyorum. Sizinle karakola
gelirsem bu geceki işimden olurum."

"Kağıtlarını ver."
Cebinden pasaportunu çıkardı, adı Canaro'ydu.

"İstanbul'dad doğmuş! Fransa'yı, ona ilk saldıranı böyle dövecek kadar
seviyorsun demek."

Genç kasılarak, "İkinci vatanımdır," dedi.
"Orduya katılacaksın değil mi?"
Genç cevap vermedi. Mathieu adıyla adresini bir deftere yazdı.
"Çek arabanı," dedi. "Seni çağırırız. Sizler de benimle gelin."

Birlikte Montmartre Sokağı'na saptılar. Mathieu ayaklarının üstünde
duramayan çocuğu tutuyordu. İréne sordu.

"Onu serbest bırakacak mısınız?"

Mathieu cevap vermedi. Hal'den yeterince uzaklaşmamışlardı. Bir süre
daha yürüdüler, bir fenerin altından geçerken İréne, Mathieu'nün önüne
dikildi, kinle baktı yüzüne.

"Pis aynasız!"

Mathieu gülmeye başladı. İréne'nin topuzu dağılmış, saçları yüzüne
dökülmüştü, önüne gelen saçlarının arasından Mathieu'yü görebilmek için
gözlerini şaşılaştırıyordu.

"Ben aynasız değilim," dedi Mathieu.
"Yok canım!"

İréne saçlarından kurtulmak için başını sallayıp duruyordu. Sonunda
öfkeyle hepsini avuçladı, geriye itti. Çok güzeldi; pek de şaşırmış gibi
değildi.

"Eğer aynasız değilseniz, doğrusu herifleri iyi uyuttunuz."

Mathieu cevap vermedi. Bu olay artık ilgisini çekmiyordu. Birden canı
Montorgueil Sokağı'nda dolaşmak istedi.

"Eh, sizi bir taksiye bindireyim."

Yolun ortasında perketmiş iki üç taksi vardı. Çocuğu arkasından
sürükleyerek taksilerden birine yaklaştı. İréne peşlerinden geliyordu.
Saçlarını sağ eliyle başının üstünde tutuyordu.

"Siz de girin."
İréne kızardı.
"Söyleyeyim bari, çantamı kaybettim," dedi.

Mathieu, Philippe'i arabaya sokmaya, bir eliyle de arabanın kapısını
açık tutmaya çalışıyordu.

"Ceketimin cebine elini sokuver. Sağdakine."

İréne kısa bir duraksamadan sonra elini Mathieu'nün cebinden çıkardı.

"Bir yüz franklık buldum, bozuklar da var."
"Yüzlük sizde kalsın."

Mathieu bir daha itti, Philippe arabanın arkasına yığıldı. İréne de
bindi. Mathieu'ye, "Nerede oturuyorsunuz?" diye sordu.

"Hiçbir yerde. Eyvallah."
"Hey!"

Mathieu arkasını dönmüştü bile, Montorgueil Sokağını görmek istiyordu.
Bu sokağı hemen görmek istiyordu. Bir dakika kadar yürüdü, bir taksi gelip tam
yanında kaldırıma yanaştı.

Kapı açıldı, bir kadın dışarı uzandı.
İréne , "Atlayın," dedi. "Çabuk. Açılır kapanır iskemleye oturun."
Mathieu oturdu.
"Ne var?"

"Bizimki kendinde değil. Adalete teslim olacağını söylüyor, kapıyla
oynayıp duruyor, dışarı atlamak istiyor. Onu tutacak kadar güçlü değilim."

Philippe arka tarafa büzülüp kalmıştı, dilzeri başından daha
yukardaydı.
Kurban olmanın zevkine kapılmış," dedi İréne.
"Yaşı kaç?"
"Bilmiyorum. On dokuz galiba."

Mathieu, Philippe'in ince, uzun bacaklarına bakıyordu. Mathieu'nün
öğrencilerinin içinde en büyükleri bu yaştaydı.

"Canı hapse girmek istiyorsa, ona engel olmaya hakkımız yok."
"Çok tuhafsınız," dedi İréne, kızmıştı. "Bu yüzden başına ne işler
açılabilir, bilemezsiniz."
"Biriyle mi kapıştı?"
"Yok canım."
"Ya ne yaptı?"

"Uzun hikaye," dedi İréne, suratı asılmıştı. Mathieu, İréne'in
toğuzunu başının üstüne yeniden toplamış olduğunu farketti. Yorgunluğunu
gösteren güzel ağzına rağmen, topuz, İréne'e gülünç, inatçı bir hal veriyordu.

"Yine de bu onun bileceği iş," dedi Mathieu. "Özgürdür."
"Özgürmüş! Aklı başında değil diyorum size."

"Özgür" sözcüğünü duyunca, Philippe tek kalan gözünü açtı, Mathieu'nün
anlayamadığı bir şeyler söyledi, kaşla göz arasında kapının tokmağına atılıp
açmaya çalıştı. O anda bir araba, duran taksinin yanından sürtünür gibi geçti.
Mathieu elini Philippe'in göğsüne koyup onu kanapeye itti. Sonra İréne'e
döndü.

"Eğer canım adalete teslim olmak isterse, bana engel olunması hoşuma
gitmez."
Philippe bağırdı.
"Kahrolsun savaş!"
"Peki, peki," dedi Mathieu. "Haklısın." Philippe'i oturduğu yerdce
kımıldatmamaya çalışıyordu.

"Gerçekten bunun aklı başında değil."
Şöför camı açtı.
"Gidiyor muyuz?"
İréne mutlulukla, "15, Parc - Montsouris Caddesi," dedi.

Philippe taksi hareket edince sakin duracakmış gibi bir hal takındı.
Bir süre sessiz durdular; taksi Mathieu'nün tanımadığı karanlık sokaklardan
geçiyordu. İréne'nin yüzü zaman zaman aydınlanıyor, sonra yine karanlığa
gömülüyordu.

"Britanyalı mısınız?" diye sordu Mathieu.
"Ben mi? Metz'denim. Neden sordunuz?"
"Topuzunuz var da."

"Bir şeye benzemiyor değil mi? Kız arkadaşlarımdan biri saçımı böyle
yapmamı istiyor."

İréne bir süre sustu, sonra sordu.
"Nasıl oluyor da bir adresiniz yok?"
"Taşınıyorum da."
"Ya, ya... Askere çağrıldınız değil mi?"
"Öyle. Herkes gibi beni de çağırdılar."
"Savaşmak hoşunuza gidiyor mu?"
"Ne bileyim? Hiç savaşmadım ki."
"Ben savaşa karşıyım," dedi İréne.
"Farkındayım."
İréne candan bir ilgiyle Mathieu'ye doğru eğildi.
"Siz birini mi kaybettiniz?"
"Yo," dedi Mathieu. "Birini kaybetmiş bir halim mi var?"
"Tuhaf bir haliniz var. Dikkat! Dikkat!"

Philippe sinsi sinsi elini uzatmış, arabanın kapısını açmaya
çalışıyordu.

Mathieu, Philippe'i köşesine iterek, "Rahat dursana sen?" dedi.
İréne'ye döndü. "Amma da baş belası."

"Babası generaldir."
"Ya? Babasıyla pek övünmese gerek."

Taksi durmuştu. İlk İréne indi, sonra Philippe'i arabadab çıkarmak
gerekti. Philippe kol dayanan yerlere yapışıyor, tekmeler savuruyordu. İréne
gülmeye başladı.

"Ne aksi şey, şimdi de arabadan çıkmak istemiyor."
Mathieu en sonunda Philippe'i kucakladı, kaldırıma çıkardı.
"Öff!"
"Bir dakika," dedi İréne. "Anahtar çantamdaydı, pencereden girmem
gerek."
Pencerelerinden biri aralık duran tek katlı eve doğru gitti. Mathieu
bir eliyle Philippe'i tutuyordu. Diğer eliyle cebini karıştırıp parayı şöföre
uzattı.

"Üstü kalsın."
Şöför gülerek, "Arkadaşın nesi var?" diye sordu.
"Kendince bir derdi var."

Taksi hareket etti, Mathieu'nün arkasında bir kapı açıldı. İréne
aydınlık bir dikdörtgenin içinde belirdi.

"Girin."

Mathieu, artık sesi çıkmayan Philippe'i iterek içeri girdi, İréne
arkasından kapıyı kapadı.

"Elektrik düğmesi, sağ koldadır."

Mathieu el yordamıyla düğmeyi aradı, ortalık aydınlandı. Tozlu bir
oda, demir bir karyola, bir su kabı, tuvalet masasının üstünde büyük bir taş;
tekerlekleri çıkarılmış bir bisiklet iplikle tavana asılmıştı.

"Odanız burası mı?"
"Hayır. Erkek arkadaşlarımızın odası."
Mathieu, İréne'e bakıp gülmeye başladı.
"Şu çoraplarınıza bakın."
Çorapları tozdan bembeyaz olmuş, dizkapakları yırtılmıştı.
İréne boşvererek, "Pencereden içeri girerken oldu," dedi.

Philippe odanın ortasında dikilmişti, sallanıyor, insana endişe
veriyor, tek gözüyle çevresine bakınıyordu.

"Bunu ne yapıyoruz?" diye sordu Mathieu.
"Ayakkabılarını çıkarıp yatırın. Ben yüzünü yıkayacağım."
Philippe kendini onlara bıraktı, karşı koymadı. Bitkindi. İréne elinde
büyük bir tas ve pamukla yaklaştı.

"Haydi, haydi," dedi. "Uslu dur Philippe."

Üstüne eğilmiş, bir pamuk parçasını beceriksizce kaşının üstüne
sürüyordu. Philippe homurdanmaya başladı. İréne çocuğuna bakan anne gibi,
"Biliyorum, acıyor ama iyi gelir," dedi.

Gidip tası tuvalet masasının üstüne bıraktı. Mathieu yerinden kalktı.

"Eh. Ben gideyim artık."
İréne atıldı.
"Yo! Olmaz." Sonra alçak bir sesle ekledi. "Gitmeye kalkışırsa, onu
durdurmaya gücüm yetmez."
"Bütün gece de başında oturamam ya."

"Bazen çok düşüncesiz oluyorsunuz!" Öfkelenmişti. Kısa bir süre sonra
uzaklaşmak isteyen bir sesle, "Hiç değilse uyuyuncaya kadar bekleyin, çok
sürmez," dedi.

Philippe anlaşılmaz sözler kekeleyerek yatağında debelenip duruyordu.

"Bu duruma gelmek için kimbilir nerelerde sürttü?"

İréne tombulcaydı, teni mat, biraz fazla yumuşak, biraz nemliydi, pek
temiz görünmüyordu,; uykudan yeni kalkmış, henüz yıkanmamış gibiydi. Fakat
yüzü enfesti; uçlarında yorgunluk belirtileri olan küçücük bir ağız, iri
gözler, pembe, minicik kulaklar.

"İşte, uyudu!" dedi Mathieu.
"Sahi mi?"

İkisi de yerlerinden sıçradılar; Philippe doğrulmuştu, yüksek sesle,
"Flossie! Pantolonumu ver," dedi.

"Tuh, Allah kahretsin!"
İréne gülümsedi.
"Sabaha kadar burdasınız."

Fakat bu uyku bastırmadan önce gelen bir sayıklamaydı, Philippe
kendini arkaüstü bıraktı, bir süre homurdandı, hemen arkasından horlamaya
başladı.

İréne yavaşça, "Gelin," dedi.

Mathieu, İréne'in peşinden, pembe kreton köşeli büyük bir odaya girdi.
Duvara bir gitar, bir de ukulele asılmıştı.

"Burası benim odam. Sesini duyalım diye kapıyı aralık bırakacağım."

Mathieu dağınık, cibinlikli bir yatak, bir puf, bir gramofon, II Henri
biçimi bir masanın üstünde duran plaklar gördü. Sallanır bir koltuğun üstüne
eski çoraplar, bir kadın donu, kombinezonlar, karmakarışık atılmıştı. İréne,
Mathieu'nün bakışını izlemişti.

"Eşyalarımı bitpazarından aldım."
"Fena değil. Hiç de fena değil."
"Oturun."
"Nereye oturayım?"

Pufun üstünde, içinde gemi olan bir şişe vardı. İréne şişeyi alıp yere
koydu, sonra çamaşırlarını sallanır koltuğun üstünden alıp pufun üstüne
bıraktı.

"Otur. Ben de yatağın kenarına ilişirim."
Mathieu oturup sallanmaya başladı.

"Sallanan koltuğa en son Nimes'de, Arénes Otelinin holünde oturdum. O
zaman on beş yaşındaydım."

İréne cevap vermedi. Otelin camlı kapısı güneşte parlayan, loş holü,
Mathieu'nün gözlerinin önüne geldi. Bu anı henüz onundu; yakındı. Çocukluğumu
kaybetmedim. Olgun çağı, akıl çağı yıkılıp gitmişti, fakat çocukluğu kalmıştı,
sıcacık; çocukluğuna hiç bu kadar yakın olmamıştı, Arcachon'un kum tepeleri
üstüne uzanan, özgür olmayı ısrarla isteyen küçük çocuğu düşündü; Mathieu bu
dik kafalı çocuğun önünde utanç duymuyordu. Ayağa kalktı.

"Gidiyor musunuz?" dedi İréne.
"Gidip biraz dolaşayım."
"Biraz daha kalmak istemez misiniz?"
Mathieu duraksadı.
"Valla, daha çok, yalnız kalmayı isterdim."
İréne elini Mathieu'nün koluna koydu.
"Bakın göreceksiniz. Yine yalnız gibi olacaksınız, beni farketmezsiniz
bile."

Mathieu, İréne'ye baktı. Ciddiliğine rağmen konuşmasında bir tuhaflık,
bir gevşeklik, saflık vardı; küçücük ağzını belli belirsiz açıyor, kelimelerin
ağzından dökülmesi için başını sallıyordu.

"Kalıyorum," dedi.

İréne bir sevinç belirtisi göstermedi. Yüzü duygularını belli eder
cinsten değildi. Mathieu odada biraz dolaştı, masaya yaklaşıp birkaç plak
aldı. Plaklar eski, bazıları çatlaktı; çoğunun kabı kaybolmuştu. Birkaç caz
plağı, Maurice Chevalier'nin çeşitli şarkılarının doldurulduğu bir plak,
Debussy'nin kuatoru, sol el için konçertosu, Toselli'nin Serenadı ve bir Rus
korosunun söylediği ENTERNASYONEL.

"Solcu musunuz?" diye sordu Mathieu.

"Hayır, düşünüp de bir karar vermiş değilim. İnsanlar boktan varlıklar
olmasalardı, solcu olabilirdim." İréne düşündü ve ekledi. "Ben barış severim."

"Çok matraksın. Eğer insanlar boktan varlıklardsa, ha savaşlarda
ölmüşler, ha başka türlü, senin için hepsi bir."

İréne ciddi, intaçı bir tavırla başını salladı.

"İyi ya. Boktan varlıklar olduklarına göre, onlarla savaşmaya
kalkmak, çok daha iğrenç bir şey."

Bir sessizlik oldu. Mathieu tavandaki örümcek ağına baktı, ıslık
çalmaya başladı.


"Size içecek bir şey veremeyeceğim. Eğer badem likörü severseniz o
zaman iş değişir. Şişenin dibinde biraz olacak."

"Pek hoşlanmam."

"Öyle mi, tahmin etmiştim. Aaa! Şöminenin üstünde bir puro var,
isterseniz alın."

"Alayım."

Mathieu kalkıp kurumuş olan, kırık puroyu aldı.

"Pipoma doldurabilir miyim?"
"Nasıl isterseniz öyle yapın."

Mathieu puroyu parmaklarının arasında ufalayarak yerine oturdu;
İréne'nin kendisine baktığını hissediyordu.

"Rahatınıza bakın," dedi İréne. "Canınız konuşmak istemiyorsa
konuşmayın."

"Oldu," dedi Mathieu.

Kısa bir süre sonra, İréne sordu.

"Uyumak istemez misiniz?"
"Hayır."

Mathieu kendisini bir daha uykusu gelmeyecekmiş gibi hissediyordu.

"Benimle karşılaşmasaydınız şimdi nerede olacaktınız?"
"Montorgueil Sokağında."
"Orada ne yapacaktınız?"
"Dolaşacaktım."
"Şimdi burada olmak bir tuhafınıza gidiyor, değil mi?"
"Yoo."
"Doğru," dedi İréne, sesinde belli belirsiz bir kırgınlık vardı.
"Burada olduğunuzu söylemek de biraz güç ya!"


Mathieu cevap vermedi. İréne'nin haklı olduğunu düşünüyordu. Şu dört
duvar, yatağın üzerinde oturan şu kadın, beklenmedik, önemsiz bir olaydı,
gecenin yitirdiği silinip giden yüzlerden biri. Gecenin kapladığı her yerde
Mathieu vardı, kuzey sınırlarından güney kıyılarına kadar; Mathieu ile gece
aynı şeydi. Mathieu, İréne'e gecenin gözleriyle bakıyordu. İréne karanlığın
içinde minicik bir ışıktı. Canhıraş bir ses İréne'yi yerinden sıçrattı.

"Ne baş belası şey! Gidip bakayım nesi var."

Ayaklarının ucuna basarak çıktı, Mathieu piposunu yaktı. Artık
Mortorgueil Sokağına gitmek istemiyordu. Montorgueil Sokağı önündeydi, odanın
ortasından geçiyordu; Fransa'nın bütün yolları buradan geçiyor, bütün otları
burada bitiyordu. Herhangi bir yere dört bölme oturtmuşlardı. Mathieu herhangi
bir yerdeydi. İréne gelip oturdu. O da insanların içinde bir insandı. İngilize
benzemiyordu. Daha çok Le Dome kahvesindeki kadına benziyordu. Teni safran
rengiydi. Yüzü içinden geçenleri belli etmiyordu, kadınca hali etkisizdi.

"Bir şey değil, korkulu rüyalar görüyor."
Mathieu sakin sakin, piposundan bir nefes çekti.
"Bu çocuğun canı yanmış olacak," dedi.
İréne omuz silkti, yüzü ansızın değişti.
"Bana ne!"
"Birden çok sert oldunuz."
"Bu türden bir küçük beye acıdıkları zaman canım sıkılıyor, zengin
çocuklarının işleri bunlar."
"Bu onun dertli olmasına engel olmaz."
"Güldürmeyin beni. Babam beni on yedi yaşımdayken sepetledi. Sizin
anlayacağınız, onun gibi düşünmüyordum da ondan. Fakat sağa sola gidip
dertliyim diye kafa şişirmedim."

Mathieu bir an İréne'nin sahte çehresinin altından, çile doldurmuş,
dünyanın kaçbucak olduğunu bilen bir kadının sert yüzünü görür gibi oldu.
İréne'nin sesi ağır, dolgundu; kızgınlığı hiç geçmeden akıyor, akıyordu.

"İnsan hasta olunca, üşüyünce, yiyecek bulamayınca dertli olur. Gerisi
hikaye."

Mathieu gülmeye başladı. İréne kendini zorluyor, kaşlarını çatıyor,
kelimeleri kusabilmek için küçük ağzını koskocaman açıyordu. Mathieu onu yarım
yamalak dinliyordu. Onu görüyordu. Bir bakış. Bir dev bakışı, boş bir gök.
İréne bu bakışın içinde bir fener ışığının yakaladığı bir böcek gibi
çırpınıyordu.

"Yok," dedi. "Onu evime alabilir, ona bakar, aptallıklar yapmasına
engel olabilirim; fakat ona acınmasını istemiyorum. Çünkü ben yoksulluk nedir
bilirim! Burjuvalar dertli olduklarını söyledikleri zaman..."

İréne derin bir soluk alıp Mathieu'ye dikkatle baktı.
"Siz de burjuvasınız, öyle değil mi?"
"Evet," dedi Mathieu. "Ben de bir burjuvayım."

İréne beni görüyor. Mathieu büyük bir hızla küçüldüğünü,
sertleştiğini hissediyordu. Bu gözlerin ardında yıldızsız bir gökyüzü vardı,
bir de bakış vardı. İréne beni görüyor. Masayı, ukulele'yi gördüğü gibi. Onun
için ben, bir bakışın önünde sallanan bir parçacık, bir burjuvayım. Bir
burjuva olduğum doğrudur. Mathieu yine de burjuvalılığını duyamıyordu. İréne,
Mathieu'ye bakmaya devam ediyordu.

"Ne iş yaparsınız? Durun, bırakın ben bulayım. Doktor?"
"Hayır."
"Avukat?"
"Hayır."
"Tamam! Bir dolandırıcı olabilirsiniz."
"Öğretmenim."
İréne biraz düşkırıklığına uğramıştı.
"Olur şey değil," dedi. Sonra çabucak ekledi. "Önemli değil."

İréne bana bakmıyor. Mathieu yerinden kalktı, İréne'nin kolunu
dirseğinin biraz altından tuttu. Parmaklarının altında, ılık yumuşak et
eziliyordu.

"N'oluyorsunuz?"
"Canım size dokunmak istedi. İçimde bir kötülük yok. Sırf bana
baktığınız için."

İréne, Mathieu'ye yaslandı, bakışı bulandı.
"Hoşuma gidiyorsunuz," dedi.
"Ben de senden hoşlanıyorum."
"Karın var mı?"
"Kimsem yok."
Mathieu yanına, yatağın üstüne oturdu.
"Ya siz? Sizin hayatınızda biri var mı?"
"Birileri... var." İréne dertli bir hareket yaptı.
"Kolay elde edilir bir kızım."

Bakış kaybolup gitmişti. Geriye maun kokan, küçücük bir Çin bebeği
kalmıştı.

"Kolay mı? Eee, sonra?"

İréne cevap vermedi. Başını ellerinin arasına almış, suratı asılmış,
gözleri bir noktaya dalmıştı. Mathieu aklından,, düşünmekten hoşlanan bir
kadın, diye geçirdi.

İréne kısa bir süre sonra, "Bir kadın gössterişsiz olunca kendini
kolayca vermesi de gerekli oluyor," dedi.

Endişeyle Mathieu'ye döndü.

"Korkunç bir halim de yok değil mi, ha?"

Mathieu bir tür kin duyarak, "Hayır," dedi. "Onu da nereden
çıkardınız?"

İréne'nni öylesine üzgün bir hali vardı ki Mathieu onu kollarının
arasına aldı.

(...)

"Işığı söndürün."

Mathieu söz dinledi, oda, uçsuz bucaksız savaş gecesinin içinde eriyip
gitti, her iki bakış da gecenin içinde eriyiverdi, kapının çerçevesiyle yarı
aralık duran kanadı arasında bir ışık çizgisi kalmıştı, onları gören uzunca
bir göz. Canı sıkılan Mathieu kapıya doğru gitti. Ses arkasından, "Hayır,"
dedi. "Açık kalsın. İçerdekinin yüzünden, sesini duymak istiyorum."

Mathieu ses çıkarmadan geri döndü, ayakkabılarını, pantolonunu
çıkardı. Sağ ayakkabısı yere düştü, gürültü oldu.

"Elbisenizi koltuğun üstüne koyun."

Mathieu pantolonunu, ceketini, sonra da gömleğini sallanır koltuğun
üstüne koydu, koltuk gıcırdayarak sallandı. Mathieu'nün kolları iki yanında
sallanıyor, çıplak, ayak parmaklarını bükmüş, odanın ortasında duruyordu.
İçinden gülmek geldi.


"Gelin."

Yatağa, çıplak, sıcak bir vücudun yanına uzandı; İréne sırtüstü
yatmıştı, kımıldamıyordu, ellerini iki yana uzatmıştı. Mathieu boğazını,
boynunun biraz altını öperken, İréne'nin kalbinin atışını duydu, bütün
vücudunu sarsan tokmak vuruşları. Mathieu bir süre kımıldamadan durdu, bu
çarpıntılı hareketsizlik ona da geçmişti; unutmuştu İréne'nin yüzünü; elini
uzattı, parmaklarını kör tenin üzerinde dolaştırdı. Herhangi bir insan.
Yanlarından insanlar geçtiler. Mathieu ayakkabıların gıcırtısını duydu. Yüksek
sesle konuşuyorlar, aralarında gülüşüyorlardı. Bir kadın, "Marcel," dedi.
"Hitler olsaydın bu gece gözüne uyku girer miydi?"

Gülüştüler, gülüşleri, ayak sesleri uzaklaştı, Mathieu yalnız kaldı.
İréne'nin uykulu sesini duydu.

"Tedbirli davranmam gerekse, başta söyleyin."
"Tedbir falan gerekli değil. Ben ne yaptığını bilmezlerden değilim."

İréne cevap vermedi. Mathieu düzenli, derin soluklarını duydu. Bir
ova, gece bir ova, otlar gibi, ağaçlar gibi soluyordu; Mathieu, uyumuş olmasın
diye düşündü. Beceriksiz, yarı kapalı bir el, kalçasına, baldırına hafifçe,
çabucak dokunup geçti. Yoklukta, buna da okşayış denebilirdi. Yavaşça
doğruldu, İréne'nin üstüne kaydı.

(...)

Işık. Dört duvar ansızın Mathieu ile gecenin arasına dikiliverdi.
Mathieu ellerinin üzerinde doğrulup İréne'nin durgun yüzüne baktı.
Kadınlığının çıplaklığı yüzüne vurmuştu, vücudu İréne'i, insanların kendi
hlaine bıraktığı bahçeleri doğanın yeniden elde etmesi gibi kavrayıp sarmıştı;
Mathieu artık İréne'yi yuvarlacık omuzlardan, dik küçük göğüslerden
ayıramıyordu, vücudu, huzur veren bir tür çiçek gibiydi.

İréne, "Çok sıkıcı değildi, değil mi?" diye sordu.
"Sıkıcı mı?"

"Çok hareketli olmadığım için beni sıkıcı bulanlar var. Bir kere
adamın biri benden o kadar sıkıldı ki, sabah basıp gitti, bir daha da hiç
gelmedi."

"Ben sıkılmadım."

İréne parmağını hafifçe Mathieu'nün boynunda dolaştırdı.

"Biliyor musunuz, soğuk olduğumu sanmayın sakın."
"Biliyorum," dedi Mathieu. "Susun."

Mathieu, İréne'nin başını elleriyle kavrayıp gözlerinin üstüne eğildi.
Saydam, dibi gözükmeyen, iki buzul gölü. İréne bana bakıyor. Bu bakışın
ardında, yüz de, vücut da kaybolup gitmişti. Bu gözlerin dibinde gece vardı.
El sürülmemiş bir gece. İréne beni gözlerinin içine aldı; ben bu gecenin
içinde varım, çıplak bir adam. Birkaç saat sonra ondan ayrılacağım, yine de
süresiz olarak içinde kalacağım. İçinde, bu özelliği olmayan gecenin içinde.
Mathieu, adımı bile bilmiyor, diye düşündü. Ansızın İréne'e öyle bir bağlılık
duydu ki, bunu ona söylemek ihtiyacını hissetti. Fakat sustu. Kelimeleri
yanlış söyleyebilirdi; İréne'e olduğu kadar, bu odaya, duvardaki gitara, şu
anda demir karyolada uyuyan çocuğa, bütün bu geceye bağlanmıştı.

İréne, Mathieu'ye gülümsedi.
"Bana bakıyor, beni görmüyorsunuz."
"Görüyorum."
İréne esnedi.
"Biraz uyusam."
"Uyu," dedi Mathieu. "Yalnız saati altıya kur, gara gitmeden eve
uğramam ferek."
"Bu sabah mı gidiyorsunuz?"
"Bu sabah, saat sekizde."
"Sizinle gara kadar geleyim mi?"
"Nasıl istersen."
"Bir dakika. Saati kurmak, sonra da ışığı söndürmek için yataktan
çıkmam gerek. Sakın bakmayın, büyük ve düşük kalçamdan çok utanırım."

Mathieu başını çevirdi, onun odada dolaştığını duyuyordu. İréne ışığı
söndürdü. "Bazen kalkar odada dolaşırım. İki tokat attınız mı kendime
gelirim," dedi.


28 EYLÜL ÇARŞAMBA

(...)

"Çabuk, çabuk," dedi İréne. "Gelin!"

Mathieu gömlekliydi, aynanın önünde taranıyordu. Tarağı masanın üstüne
bıraktı, ceketini koltuğunun altına sıkıştırdı, odaya girdi.

"Hoppala!"
İréne dokunaklı bir hareketle ona yatağı gösterdi.
"Tüymüş!"
"Olur şey değil," dedi Mathieu. "Olur şey değil!"

Bir an kafasını kaşıyarak dağınık yatağa baktı, sonra kahkahayı bastı.
İréne ciddi, şaşkın, kendisine bakıyordu, ama o da dayanamayıp güldü.

"Uyuttu bizi," dedi Mathieu.
Ceketini giydi. İréne gülüp duruyordu.
"Saat yedide, Le Dome'da buluşuruz."
"Yedide," dedi İréne.
Mathieu ona doğru eğildi, hafifçe öptü.

(...) (yalnız bu arada ivich'in muhteşem -ve ötesi- bir performansı vardır,
kaçırmayın derim)

Taksi Gare de L'Est'e doğru yol alıyordu.
İréne, "Geç kalacaksınız," dedi.
"Hayır," dedi Mathieu. "Tam zamanında yetişeceğim." Gecikme nedenini
açıklamak için ekledi. "Evimde bir kız vardı."
"Bir kız mı?"
"Beni görmek için Laon'dan gelmiş."
"Sizi seviyor mu?"
"Yok canım."
"Ya siz, siz onu seviyor musunuz?"
"Hayır. Evimi ona bıraktım."
"İyi bir kız mı?"
"Hayır. İyi bir kız değildir. Fakat kötü de değildir."

Sustular. Taki Hal'in önünden geçiyordu. İréne birden, "İşte, işte,"
dedi. "Burada dövmüşlerdi."
"Evet."
Döndü. "Hay Allah! Sanki bir yıl oldu..."
Arka camdan görebilmek için geriye çekildi. Sonra, "Bu da bitti,"
dedi.
Mathieu cevap vermedi. Nancy'yi düşünüyordu. Nancy'ye de hiç
gitmemişti.
"Konuşmayı çok sevmiyorsunuz. Ama ben de yanınızda sıkılmıyorum."
Mathie güldü.
"Eskiden çok konuştum." İréne'e döndü. "Bugün ne yapacaksınız?"
"Hiç. Ben hiçbir şey yapmam ki. İhtiyar bana her ay para yollar."
Taksi durdu. İndiler, Mathieu parayı verdi.
"Garları sevmem," dedi İréne. "İnsanın içini karartırlar."

Mathieu'nün koluna girivermişti. Sessiz, kırk yıllık ahbabıymış gibi
yanında yürüyordu. Mathieu, sanki onu on yıldır tanıyorum, diye düşündü.

"Biletimi alayım."

Kalabalığın içinden geçtiler. Sivil, düzgün, sessiz bir kalabalıktı,
tek tük asker vardı...

"Nancy'yi bilir misiniz?"
"Hayır."
"Ben biliyorum. Nereye gidiyorsunuz, söyleyin."
"Essey-les-Nancy Kavacık Kışlasına."
"Bilirim orasını."
Torbalı adamlar gişenin önüne kuyruk olmuşlardı.
"Siz kuyrukta beklerken gidip bir gazete alayım mı?"
Mathieu, İréne'nin kolunu sıktı.
"Hayır. Yanımda kal."
İréne memnun oldu, gülümsedi. Ağır ağır ilerliyorlardı.
"Essey-les-Nancy."

Mathieu askerlik karnesini uzattı, memur bir bilet verdi. İréne'e
dönüp, "Benimle kapıya kadar gel. Perona gelmeni istemiyorum," dedi.

Birkaç adım yürüdüler, durdular.

"Haydi güle güle," dedi İréne.
"Hoşçakal."
"Bir gece sürdü."
"Bir gece. Evet ama Paris'teki tek anım sen olacaksın."
Mathieu, İréne'i öptü.
"Bana yazacak mısın?" diye sordu.
"Bilmem."
Bir şey söylemeden bir an İréne'nin yüzüne baktı, sonra uzaklaştı.
İréne, "Hey!" diye bağırdı.
Mathieu dönüp baktı. İréne hem gülümsüyor, hem de dudakları hafifçe
titriyordu.
"Adını bile bilmiyorum."
"Adım Mathieu Delarue."

Jean Paul Sartre
Bekleyiş, Altın Yayınları


Jean Paul Sartre'ın 'Bekleyiş' romanından bir bölüm
http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=388
Emre Sururi tarafından, 24/03/2001 tarihinde gönderildi.
Epigraf: Online Türkçe Edebiyat Arşivi | http://epigraf.fisek.com.tr