Epigraf, Uzak Ülke projesinin elemanıdır

Yastığımdan kuşkulanırım... O da yalan. | Fikret Kızılok

Amerikan Rüyası / Norman Mailer


Açık avucumla suratına vurdum. İstemiyordum, kafamın hala sakin bir
köşeciği tek tokattan başkasını istemiyordu ama gövdem, beynimden çabuk
harekete geçti. Tokatım kulağına geldi ve onu yarı yarıya yatağın dışına
fırlattı. Bir boğa gibi doğrulup saldırdı. Karnıma bir kafa attı (sinirlerin
ormanında bir şimşek çaktırarak), sonra apış arama zorlu bir diz çıkardı
(vahşi bir delikanlı gibi dövüşüyordu) ama bu diz hedefine varmadı, sonra iki
eliyle yapışıp çekmek için aletimi aradı.

Her şey patlayıverdi. Elimin sivri yanıyla ensesine vurdum, ustaca bir
darbe Deborah'a diz çöktürdü, sonra kolumu boynuna doladım ve başladım
sıkmaya. Güçlüydü, her zaman bilirdim bunu, ama şu sıra gücü çok büyüktü. Bir
an onu zaptedemeyeceğimi sandım, beni yerden kaldırarak neredeyse doğruldu. Bu
durumda yaptığı, bir güreşçi için bile büyük bir şeydi. On - on beş saniye
süreyle dengeli durduk, sonra gücünün azalıp benim gövdeme geçtiğini
hissettim, kolum boynunu daha da iyi sıktı. Gözlerim kapalıydı. Omuzumla,
santim santim aralanan koca bir kapıyı itiyordum sanki.

Bir el omuzuma uzandı ve hafif hafif okşadı. Yenilgisini kabul eden
bir gladyatör gibi. Kolumu gevşettim ve kapı kapanmaya başladı, ama öte yanda
ne olduğunu görebilmiştim. Bir cennetti orası, tropikal gecenin altında pırıl
pırıl parlayan değerli taşlardan bir şehrin serabı. Kapıyı yeniden ittim, elin
omuzumdan uzaklaştığını belli belirsiz duydum, bütün gücümü toparlayarak
dayandım bu kapıya, gövdemde titremeler dolaştı, birden içimdeki bir ses
haykırdı: «Geriye! Çok ileri gidiyorsun, dön!» Işıktan fıskıyeler gibi
başımdan kollarıma koşuşan emirleri duyuyordum. Boyun eğmeğe, durmaya
hazırlandım ama yüreğin her atışı bir fırtına gibi basıncı arttırıyordu.
Öfkeden kapkara kesilmiş bir istek, hiçbir şeyi kalmadığını haykıran bir
kadına girdiğinizde kendini gösteren bir ilerleme isteği kudurganlık gibi
taştı benden, düşüncem dört yana saçılan yıldızlardan, füzelerden, korlardan
bir havai fişek gibi patladı, boynuna dolanan kol gırtlağında mırıltıyı aradı
ve GARÇ, daha güçlü sıktım. GARÇ, boğdum onu ve GARÇ alacağını verdim ona
-artık durmak yoktu- ve GARÇ kapı ardında kadar açıldı, hayatın akışı
gırtlağına gömüldü, geçmiştim kapıyı, nefret dalga dalga yükseliyordu içimde,
hastalıkla, salgın ve leş kokusuyla, bulantıyla, soğuk ve tuzlu damlalar gibi.
Yüzüyordum. Hiç olmadığım kadar uzaktaydım kendimden, ve evrenler bir düş
içinde dönüp duruyordu. Kapalı gözlerimin önünde Deborah'ın yüzü, karanlıkta
beni süzmek için sanki gövdesinden ayrıldı. «Işığı aşan boyutlar hastalığına
tutuldu» demek için kötü kötü baktı, sonra çiftlikte çalışan bir köylü kızı
gibi güldü, uzaklaştı, kayboldu. Bu doğru görüntüsünün görkemi arasında, yeni
lütuf içinde belli belirsiz ama silinmez bir nefret dalgası gönderen
parmağının yitik değişini omuzumda hissettim. Gözlerimi açtım. Gövdem en
soylularından bir yorgunlukla ağırlaşmıştı, etim bana yepyeni gibi geliyordu.
On iki yaşından beri kendimi hiç bu kadar iyi hissetmemiştim. Şu an, hayatın
en ufak bir tatsızlığı olabileceğini insanın aklı almıyordu. Ama yanımdaki
çiçekli halının üzerinde yatan ölü Deborah vardı, şüphe edilemezdi bundan.
Ölmüştü, gerçekten ölmüştü.


(...)

Aslan Ve yılan Burcunda

Taksi, Park Avenue'da dönüş yapıp tentenin altında durdu. Kapıcı
gülümseyerek bana iyi geceler diledi. Epey önce, Deborah'la bana taksi bulduğu
bir gece kendisine beş dolar vermiştim. Yıllar olmuştu ama hatırlıyordu. Ben
bile o geceyi hatırlayınca, birden, bu geç ve ıssız saatte ana kapıdan
girmemek için ani ve anlaşılmaz bir istek duydum. Yağmur daha da şiddetli
yağıyordu, buz gibi soğuk bir yağmur. Shago'nun şemsiyesini açtım. Teller
havayı çağırarak sapın üzerinde kaydılar, kumaş bir astımlının hırıltılı
soluğuyla birden şişieverdi. Sanki bir ses şemsiye sapından avucuma geçerek
bana: «Harlem'e git» dedi. Ama yola koyulmuştum bile. Köşeye otuz metre kala
50. sokağa açılan küçük bir kapı vardı, ana kapıdan uzak durup oradan asansöre
binebilirdim.

O kapının önünde iki sıra dizilmiş üç büyük arabayla bir sürü
motosikletli polise rastladım. Bir an ürktüm -benim için buradaydılar, hiç
kuşkusuz beni bekliyorlardı- kapıya varmak üzere yanlarından geçebilmek için
bir sigara yakmam gerekti. Girişte sekiz polise daha rastladım, hepsinin boyu
bir doksana yakındı, nefistiler, yarışmalar için özenle büyütülen boğalar
gibi. Sürücüleri de (az kaldı ona çarpıyordum) pürüzsüz derili, kolayca
sinirli görünen, savcılık bürosundan ufak tefek ve şişman bir müfettiş.
Asansörü bekliyordu. Yaklaştığımda, giysilerimi inceleyerek bana bakmamak
başarısını gösterdi. Bende aksayan bir yan vardı, açıktı bu, gazetedeki ipince
resmimin anısı. Beni bıraktı, asansörü işleten kıza döndü. «Üç dakikaya kadar
inecek. Bir dakika sonra da sizi, onun katına götüreceğim.»

Polisin, başkan karısını arabaya götürmek ya da ülkeyi ziyaret eden
bir prensese gece klüplerini gezdirmek için orada olduğunu anladım. Kim olursa
olsun, resmi yönden büyük önemi bulunan bir kadın neredeyse inecekti ve içimde
hiç bekleme isteği yoktu. Burada, bir banka veznedarının çelik kafesindeki
erkeksi ve donuk gerilimin eşi hüküm sürüyordu. Tekrar dışarı çıktım,
şemsiyemi açtım, ana kapıya kadar gerisin geri döndüm, kapıcıya gülümseyerek
mermer basamakları çıktım, tepeye varan bir dağcının yoğunluğu içinde
Waldorf'a girdim. Omuzumla göğsüm arasına bir sızı yerleşti, öylesine bir
sızıydı ki kuşkusuz bütün sinirleri koparacaktı. Beni bu sızının ta
kendisinden başka hiçbir şey kurtaramazdı. Doruğa vardığında çelik eldivenini
gevşetti, hafifledi, kayboldu ve beni tezgahın karşısında bıraktı. Ama ölmüş,
cehennemin girişine varmıştım bile. Cehennemin görüntüsü epeydir gözümün
önündeydi, ayrıntılarının değil de ilk anlarının. Başımın üstünde kocaman bir
kristal avize, duvarlar tüylü kırmızı kumaşla kaplı, yerde kırmızı bir halı,
granit sütunlar (biraz daha ilerleyince), belki altın varak kaplı yüksek
tavan, sonra siyah beyaz bir zemin, ortasında 19. yüzyıldan kalma saatiyle
yeşil ve mavi bir oda, iki buçuk metre yükseklikte ünlü yüzlerden bir
kabartma: Franklin, Jackson, Lincoln, Cleveland, Washington, Grant, Harrison
ve Victoria. Yıl 1888. Saatin çevresine yerleştirilen laleler bana plastik
gibi geldi, eğildiğimde gerçek olduklarını anladım.

Bir kadeh yuvarlama gereğini duyuyordum ama Tavus Salonu kapalıydı.
Saati bıraktım. Girişe döndüm, Waldorf, Monte Karlo Gazinosu'nun ıssız
salonlarından birine benziyordu, bir saatte bir milyon kaybeden adamın
çevresine biriken boş ve ölü alana. Kelly'nin dairesine yürüyerek çıkmayı
düşünmüştüm, otuz küsür katı, aklımdan geçen ve yakamı biir türlü bırakmak
istemeyen bir düşünce. Belli belirsiz bunu yapmamak gerektiğini hissediyordum,
Harlem'de geçirilecek geceyi karşılardı. Ama bir türlü karar veremiyordum. Bu
basamakları çıkmak bana gereksiz bir yiğitlik geliyordu, kilitleri, tuzakları,
zenginlerin ve gece görevlisi dedektiflerin boca edeceği lanet nehrini aşmak
zorunluydu. Resmimi gazetelerde görür gibiydim, OTEL HIRSIZI SANILIP YAKALANAN
PROFESÖR. Hayır! Ama kulenin girişini koruyan ruhsal güç küreleri arasından
asansörle geçmektense, humma ve dehşetle çevrili olarak basamakları çıkmak ve
bitkin bir yüreğin durmasını göze almak çok daha iyi geliyordu bana.

Tam girişteki tezgahın üstüne rastlayan asma katta, başka polisler de
bir girintiye yerleşmişlerdi. Kapıya karşı, tepedeki saçları paslanmaz
çelikten ve küçük madeni göğüslü su perilerini inceleyerek asansörü bekledim.
Asansör hoşnutsuzlukla, sanki gecenin bu saatinde ziyaretçilerin gelmemeleri
gerektiğini belirtircesine durdu. Aracı işleten, koca bir şalgam gibi tıknaz,
sağlam yapılı kadına Barney Kelly adını verdim. Polis memuru gibi süzdü beni.

- Mr. Kelly sizi bekliyor mu?
- Tabii.

Çıkış boyunca havanın yanarak asansör boşluğundan fışkırdığını
hissettim, göğsümden bir soluk çıktı, şehvetdolu ve uzun bir düş görmek üzere
derin bir uykuya dalmış, sonra da ateşin odadaki tüm oksijeni tükettiğini ve
sefahat dolu cennetimin havasızlıktan başka şey olmadığını anlamak üzere
uyanmışım gibi ağır bir soluk. Waldrof'un katlarını bir füze gibi çıkıyorduk,
şemsiyenin sapı sanki solda mutlak kötülüğün yanından, derken sağda bilinmeyen
yoğun bir şeyin yakınından, kapanıklık korkusunun karanlık mağaralarından,
sınırsız boşluk uçurumlarından, daha da ötede hüznün özünden -zenginlerin
çevresinde ne de çok korku var!- geçiyormuşuz gibi titriyordu. Yönümü bulma
yeteneğim hepten bozulmuştu. Yükselmekten çok bir tünelde ilerliyor gi
şemsiye sapının aracılığıyla yeniden
benimle konuştu.

«Harlem'e git, dedi ses. Cherry'yi seviyorsan dön Harlem'e, vaktin
var.» Harlem'e dönmekten ne kadar korktuğumu o an sezdim ve sesle tartışmaya
girdim: «Bırak da onu mahkum olmayan bir şekilde seveyim. Harlem'e gitmenin
anlamı yok. Bırak onu seveyim ve bilinçli kalayım.»

«Bilinçli olanlar asla özgür değildirler.»
«Beni kendinden kurtar.»
«Dilediğin kadar», dedi ses. Bir şey benden ayrıldı, Cherry'nin
yüzünün kazılmış görüntüsü sise dönüştü. Şemsiye sapı beni öylesine yakıyordu
ki sendeler gibi oldum. Asansör birden yavaşladı, göğsüme sıvı kurşun aktığını
hissettim, gelmiştik.

Büyük çlöüde sütlüye çalan uygar bir kahverengiyle kaplı uzun koridora
daldım, soluk yeşil duvarlar taze yapraklar gibiydi. Kelly'lerin kapısını
tanıdım, tokmağının altında bir madalyon vardı, Mangaravidi'lerle,
Caughlin'lerin arması. Dörde bölünmüş armanın minyatürü, bir ve dörtte yığınla
surat, ikiyle üç kum, yılan, gümüş, yeni doğmuş bir çocuğu yiyen taçlı
gökyüzü. Armayı Deborah hazırlamıştı. Ve yazısı: «VİCTORİA İN COELO TERRAQUE».
O an ateşim yükselmişçesine ürperdim. Yazıdan ötürü değil (oysa bunun da payı
vardı) altı kez kadar bu kapının önüne geldiğimi hatırlayarak. Sonra tokmağı
kaldırdım.

Kapıyı Ruta açtı. Bir dizi inciyle süslü, siyah ipekliden pahalı bir
elbise giyiyordu. Yakıcı, boyalı, boşboğaz, doyumsuz yüzü karşıma dikildi.
Kanım bir parça güç buldu, aya kadar akmak üzere değildi, hayır, yine de bir
takım sefih eğlentiler vadediyordu. Geçici bir uyanıklık oluşurken, yüzüne
iyice bakarak kapının önünde durdum.

- Çok iyi bir görünüşünüz var, dedim.

Gülümsedi. Polis merkezinden ayrılalı bir gün ve iki üç saat oluyordu.
Bir güzellik enstitüsüne, hiç kuşkusuz New York'takilerin en iyisine gidecek
zamanı bulmuştu. Saçlarının kırmızısı bir alevin parıltısıyla okşanan pahalı
tahtanın ve tahtayla aleve süs olabilecek zenginlikteki kilin
mükemmeliğindeydi.

- İyi geceler Mr. Rojack, dedi.

Ona en son yaklaştığımda saçları boynuna iniyordu, köklerini
görüyordum bu saçların, dudak boyasının hemen hemen tümü gitmişti, giysileri
sıvanmış, açılmış, dört yana yayılmıştı. Kıçı ellerimdeydi, ayakta durup
sevişmekte acele ettiğimden ozon damlatıyorduk ikimiz de. Kendi kokumun
üzerine bir yığın gözü dönük yerleşti ve yeniden ima aramıza girdi. Sivri, bir
kedinin bıyıkları kadar hassas burnu bana doğru yöneldi ve kulağımla yanağım
arasındaki boşluğa baktı.

- Her neyse, polislerin karşısında bu kadar iyi dayandığınız için
teşekkür ederim, dedim.

- Oh! dedi, çok kibarsınız.

Aslında polislerin karşısında söylediğim kadar dayanaklı olmadığını
düşünüyorduk.

- Ama size bir söz getirmemeye çalıştım. Her şeye rağmen sizden nefret
etmiyorum.

- Bunu yapmadığınızdan eminim.

Karşılıklı iltifat değiş-tokuşu tutumunu değiştirmesine yol açmıştı.

- Tabii hayır, dedi, tabii. Ama hangi kadın bir erkeğin dostluğundan
zevk alır? Rezillikten başka bir şey değil bu.

Sanki bir takım sırları hatırlatıyormuş gibi, tatlı tatlı gülümsedi.

- Aramızda kalsın ama, kayınpederiniz de sizi işin içinden sıyırmak
için bir şeyler yaptı.

- Neden, merak ediyorum doğrusu.
- Bunu kendisine sormalısınız.

Bir an devam edecek gibi oldu, ama yüzü değişti.

- Dinleyin, dedi Ruta, hareketli bir akşam oldu. Bütün gece bir sürü
insan geldi. İki kişi kaldı içeride. Bir sır vereceğim size: İkisi de iğrenç.

- Her şeye rağmen yanlarına gidelim.
- Önce Deirdre'i görmek istemiyor musunuz?
- Okulundan buraya mı geldi?
- Tabii. Gece yarısına kadar sizi bekledii, sonra büyük babası onu
yatmaya yolladı. Ama henüz uyumadı.

Bir an, yere düşecek bir uçak gibi büyük korku duydum. Pek çok gizli
kalmış şey vardı. Bütün gücümle Kelly'e hazırlanmıştım ve her şey yitip
gidecekti. Anılar yüzeye çıkacaktı. İstemiyordum bunları. Aslında Deirdre'e
Kelly ile birlikte rastlamıştım, bu dairede, dokuz yıl önce, hoş bir anı
değildi. Deborah da babasından korkardı. Babası ona bir şey söylerken
Deborah'ın dudakları titrerdi. Onu hiç bu denli aciz görmemiştim, benimle
evlenmekle duyduğu utancı biraz olsun anladım.

Deirdre, tek başına, bu rastlaşmayı biraz olsun kurtarabilmişti.
Annesini görmeyeli bir aydan fazla oluyordu, Kelly'i ziyaret etmesi için altı
hafta önce Paris'ten getirilmişti, ama annesiyle büyük babasının gözleri
önünde odanın öbür ucundan bana doğru koştu.

«BEN KOCAMAN BİR OĞLAN ÇOCUĞUYUM» dedi bana. Üç yaşına oranla
küçücüktü.

«ÇOK ŞIKSIN AMA GÖRÜNÜŞÜN HİÇ DE OĞLAN ÇOCUĞUNA BENZEMİYOR.»

«ÖYLEYSE BÜYÜK BABAM KOCAMAN BİR OĞLAN»

İkimiz de güldük. Bu, gecenin tek kahkahasıydı.

Elini koluma koyan Ruta bana içinde bulunduğum anı hatırlattı.

- Onu görmeye dayanabilir miyim, bilmiyorum.
- Görünce anlarsınız, dedi Ruta.

Beni bir odaya kadar götürdü. «Dinleyin, dedi, sizi beklemeye
çalışacağım. Sözünü etmek istediğim bir şey var.» Yeniden gülümsedi, kapıyı
açmak için kolunu uzattı ve: «Deirdre, dedi, üvey babanız geldi.»

Yataktan bir şey uçtu. İnce bir gövde, kolları bulunan bir hayalet
bana sıkı sıkı sarıldı.

- Lambayı yak, dedim. Neye benzediğini görmek iistiyorum.

Aslında onunla karanlıkta kalmaktan ürküyordum, kafamdaki görüntüler
çok güçlü gelecekti. Işık yanarsa, önceki gece bana herhangi bir haber
göndermeyecekti. Birden Deirdre'i görmekten büyük mutluluk duydum, otele
girdiğimden bu yana ilk kez kendimi olduğum gibi hissettim.

- Birbirimize bakalım biraz, dedim.

Onu Noel'de gördüğümden bu yana büyümüştü. İlerde çok uzun boylu ve
çok ince olacaktı. Şimdiden tepesini öpemez olmuştum. Saçları tüy
yumuşaklığındaydı, kuşların yuva yaptığı ormanı hatırlatıyordu. Güzel değildi,
gözlerinden başka yeri görülmüyordu -ince yüzü üçgen biçimindeydi, çenesi
fazla sivri, Deborah'ınki kadar büyük bir ağız ve bir çocuk için fazla
belirgin burun delikleri- ama ne gözlerdi bunlar! İri, aydınlık, ışıltılı,
ürkek bir hayvan, gözleri dev boyutlara varan bir yaratık gibiydi insanı süzen
bakışlarıyla.

- Seni göremeyeceğimden korkuyordum, dedi.
- Amma yaptın, kaybolacak değildim ya.
- Bir türlü inanamıyorum.

Manastırda büyüyen çocukların sevimli söyleyişiyle, her zaman, olgun
biri gibi konuşurdu. Sesinin madde dışı bir özelliği vardı, rahibelerin
belirgin ve kendini tutan konuşmasını hatırlatıyordu.

- Sanki annem hiç ölmemiş gibi.
- Doğru.

Kumdaki iki girintiye biriken sular gib, gözlerine aş doldu.

- Kimse üzülmüyor. Korkunç. Büyükbabam bile öyle bir halde ki...
- Nasıl?
- Sevinçten uçuyor. (Yeniden ağlamaya başladı.) Oh Steve, kendimi öyle
yalnız hissediyorum ki.

Bu sözleri bir dulun sesiyle söylemişti, sonra tüm acısıyla beni öptü.

- Darbe büyükbaban için, herhangi birinden ağır olmuştur.
- Darbe değil. Ne olduğunu bilmiyorum.
- Çöktü mü?
- Hayır.

Acı, bir esinti gibi üzerinden geçti. Yeniden düşünüyordu. Birden
sinirlerinin çözüldüğünü anladım: Deri bütününü tutuyordu ama, her siniri
karmakarışık bir düzende konuşuyordu. Bir bölümü ağlıyor, öbürü düşünüyordu,
bir üçüncüsü uyumuştu.

- Bir gün annemle buraya gelmiştim, büyükbabam çok keyifli
görünüyordu. «Biliyor musunuz çocuklar, demişti bize, eğlenti düzenleyeceğiz.
Bugün yirmi milyon kazandım...» «Çok cansıkıcı olsa gerek,» dedi annem.

«Hayır, bu kez cansıkıcı değiş. Öünkü tehlikeyi göze almam gerekti.»
İşte bugün de aynı havada.

Bir kez daha ürperdi.

- Buradan nefret ediyorum. Bu sabah gelip söylediklerinde bir şiir
yazıyordum. Sonra, beni buraya getirmek için gelen büyükbabamın arabasından
başka şey hatırlamıyorum.

Şiirleri çok tatlıydı.

- Şiirini hatırlıyor musun?
- Yalnız son dizeyi: «Ve delileri ekmeğimin arasında paylaştırıyorum.»
Son dize bu.

Çekingen bir bakış bana kollarını açtı.

- Sanki annem hiç ölmemiş gibi, dedi yine.
- Daha önce bunun sözünü ettik, değil mi?
- Steve, annemden nefret ediyordum.
- Kızların annelerinden nefret ettikleri olur.

- Olmaz herhalde! (Kendini, doğrudan doğruya hakarete uğramış
hissediyordu.) Sana iğrenç davrandığı için ondan nefret eder oldum.

- Birbirimize iğrenç davranırdık.

- Bir gün annem senin genç bir ruh, kendisinin yaşlı bir ruh olduğunu
söyledi. Bunun için.

- Ne demek istediğini biliyor musun?

- Sanırım bundan önce de yaşadığını söylemek istedi. Belki Fransız
İhtilaliyle Rönesans sırasında da yaşıyordu, hatta belki hristiyanlara yapılan
işkenceleri seyreden bir romalı hanımefendiydi. Ama senin genç bir ruh
olduğunu söylüyordu, bundan önce yaşamamıştın. Bütün bunlar yeterliydi ama,
senin bir ödlek olduğunu eklemesi de gerekti.

- Ödlek olduğumu sanıyorum.

- Hayır. Taptaze ruhu olanlar yeniden yaşayacaklarını bilmediklerinden
korkarlar. (Ürperdi.) Şimdi, annemden ürküyorum. Hayattayken onu biraz
severdim -zaman zaman sevimli, çok sevimli olmak istediği sıralar-. Ama beni
gerçekten korkuturdu. Senden ayrıldığında düşündüklerimi söyledim, kavga
ettik. Sabahlığını açtı ve karnındaki yara izini gösterdi.

- Evet, biliyorum o yara izini.
- Korkunçtu.
- Evet, gerçek bir yara iziydi.

- «Şekerim, bu minicik küçük sezaryen ameliyatını sen dünyaya gelirken
oldum dedi, bunun için yakınma. Sezaryen ameliyatları her zaman, insanın
başına diğerlerinden daha çok dert getirir. Sen de, Deirdre, bir yarasa
oldun.» Ona: «Karnında baş var,» dedim. Doğruydu Steve, karnının ortasında
yatay bir çizgi vardı, yara izi de tam ortasına dikey geliyordu.

İçinde bir şey tıkandı, belli belirsiz bir daha az olağanüstü olma
isteği.

- Steve, o birkaç dakika bir felaket oldu. Aynı şeyi tekrarlaması
gerekti: «Kusura bakma Deirdre, ama sen bir yarasasın.» Bu sözleri beni çok
ağır yaraladı, çünkü doğruydu dediği, yarasaya benziyorum. Annemi bilirsin.
Birine bir şey söyledi mi o söz böcek gibi yapışıverir. Bir daha kurtulamaz.
Hayatımın geri kalan bölümünde kendimi böyle göreceğimi biliyordum. Oh Steve!
Ona söyledim: «Ben yarasayım ama sen de Drakula'nın karısısın.» Akıl almaz bir
şeydi söylediklerim, çünkü seni değil büyük babamı düşünüyordum, ve annem ne
demek istediğimi biliyordu. Tam o sıra sessizleşti ve ağlamaya başladı.
Ağladığını hiç görmemiştim. Kanımızın vampir ve azizlerle dolu olduğunu, sonra
yaşayacak pek az zamanı kaldığını da söyledi. Dediğine göre hayatının
aşkıydın. Birlikte ağladık. Hayat boyu olmadığımız kadar yakındık birbirimize.
Ama herşeyi berbat etti tabii. «Herşey bir yana, aslında ZORUNLU OLARAK
hayatımın aşkı,» dedi.

- Bunu söyledi mi?

- Ben de kendisinin yırtıcı bir hayvan olduğunu söyledim. «Yırtıcı
hayvanlara dikkat, dedi. Ölümünden üç gün sonrasına kadar yaşayan bir türdür.»

- Ne?
- Böyle dedi Steve.
- Hayır, olamaz!
- Henüz öldüğünü hiç sanmıyorum.

Sanki iyice tepemizde bir kapı kapanmış gibiydi. Çevreme bakındım.

- Bu gecenin sonunu iyi getireceğim yavrum, sana söz veriyorum.
- Sakın ha. Bu gece içmeyeceğine söz ver.

Gerçekleşmesi imkansız bir istekti bu, daha önce içtiğim içkinin
peşine takılamazdım. Yine de başımla söz verdiğimi belirttim.

- Verdiği sözü tutmamak korkunç bir şeydir, dedi ciddi ciddi.
- Ayaklarımı bile ıslatmayacağım. Yatağına dön.

Bir çocuk gibi yattı. Küçücük bir kız olmuştu yine.

- Steve, dedi, seninle birlikte oturabilir miyim?
- Hemen mi demek istiyorsun?
- Evet.

Bir süre sessiz durdum.

- Biliyor musun Deirdre, birlikte oturmamız için bir süre beklemek
gerekir.

- Bir kadına mı aşıksın?

Durakladım. Ama Deirdre'e herşey söylenebilirdi.

- Evet.
- Nasıl?
- Sarışın denebilir, çok da güzel. Garip bir mizah anlayışı var, gece
klüplerinde de şarkı söylüyor.

- Gerçekten mi? (Deirdre çok sevinmişti.) Steve! Bir gece klubü
şarkıcısı. Böyle bir kızı bulmak müthiş bir şey. (Çok etkilenmişti.) Onunla
tanışmak isterim. Mümkün mü?

- Belki bir kaç ay sonra. Anlarsın ya, daha dün gece başladık.

Ciddi ciddi başını salladı.

- Bir ölünün ardından insanlar sevişmek isterler.
- Şşşşşt, KOCA OĞLAN.
- Seninle birlikte hiç yaşayamayacağım Steve. Şimdi bunu biliyorum.

Bir hüzün bulutu, bir damla gözyaşı meydana getirmek için birikti,
acısını daracık göğsünden benimkine aktaran tek ve saf bir damla gözyaşı.
Yeniden Cherry'ye aşıktım. Büyük bir şaşkınlıkla, ağlamaya başlamadan önce:
«Sana şükürler olsun, sevgilim,» dedim. Biraz Deborah için ağladım, Deirdre de
benimle ağladı.

- Bunun biraz gerçeğe benzemesi için yıllar gerekecek, dedi yanağıma
ıslak bir yeniyetme öpücüğü kondururken. «Ormanlar, acılar içinde
tasarlanmıştır.» Deliler ve ekmek üzerine yazdığım şiirin ilk dizesi.

- İyi geceler Deirdre, yavrum.
- Bana yarın telefon et.

Birden acı, Deirdre'i olduğu yere oturtuverdi.

- Hayır, yarın cenaze günü. Cenazede olacak mısın?
- Bilmiyorum.
- Büyükbabam öfkeden kuduracak.
- Meleğim, bana güven. Cenazeye gidebileceğimi hiç sanmıyorum. Bu gece
içki içmeyeceğim, ama yarın beni bekleme.

Yeniden yatağına uzandı ve gözlerinin üstüne titreyen gözkapaklarını
indirdi.

- Annemin cenazede bulunmamdan hoşlanacağını sanmıyorum. Tek başıma
oturup kendisini düşünürsem daha çok sevinir. Böylesi bence de daha iyi.

- Peki Steve.

Deirdre'den böyle ayrıldım.

Ruta bekliyordu.

- Ne o, dedi, bu kadar üzücü mü?

Başımı salladım.

- Her köşede bir anne öldürmemelisiniz.

Cevap vermedim. Çok yumruk yemiş bir boksör gibiydim. Gülümsüyordum;
bu raundun sonunu ve ondan sonrakini beklerken içeceğim içkiyi büyük
rahatlıkla karşılayacaktım.

- Dinle, dedi kulağıma, seninle daha sonra konuşuruz. Sabırsızlanıyor.

... .......................................................................

Salona kadar uzayan girişi geçtik. Kelly oradaydı, yanında da yaşlı
bir kadın. Kadını tanıdım. Rivyera kıyısında yaşamış en kötü kadın olarak ün
yapmıştı, bu da önemsenmeyecek gibi değildi. Eddie Ganucci de odadaydı. Ama
onları şöyle bir görmüştüm ki Kelly üstüme varmıştı bile. Kollarını açtı ve
beni kucakladı, güçlü ve şaşırtıcı -kızıyla evlendiğimden beri elimi sıkmaktan
öteye gitmemişti- ama büyük otorite sızdıran bir kucaklayış. Deborah da ara
sıra beni böyle karşılardı, bir davete geç ve yalnız geldiğim, sarhoş olduğum
kereler. Büyük bir ciddiyetle beni kollarında sıkar, sanki öğleden sonrayı
tiksindirici ihanetlerle geçirmiş de bir bağlılık gösterisiyle günah
çıkarıyormuş gibi, gövdesi saniylere boyu hareketsiz dururdu. Ama bu
ciddiliğinde her zaman bir parça da alaycılık bulunurdu, on ya da yüz kişi
önünde bir daha kolay kolay yakalayamayacağım bağlılık andı içerdi sanki.
Çiftleşmelerimizin çoğunda duyduğum buz gibi kurnaz seslerin son bitkinliğin
uyandırdığı tiksintiye dek sürdüğü seyrek zamanlarda bir an gelirdi,
Deborah'la sevişmenin bir saray içinden alaylarla geçmek, her itişin
kıpkırmızı bir yolda atılmış bir adım olduğu bir an. Kucaklaşmamız da bu
türdendi, Kelly'nin yüreğinin mağara dibinde atan dev bir güç olduğunu
hissediyordum, sonra -Deborah'la birlikteydim sanki- tıpkı düşümde, kapılar ve
pencereler kapalı olduğu halde masadan bir kağıt parçası düşmüş gibi, ihanete
uğramışlık izlenimi duydum. Bir tuvalet suyunun şekilci ve hafif kokusu
ardında (Deborah'ın babasından yürütüp kullanmaktan hoşlandığı kolonya ve
ıhlamur karışımı) Kelly güçlü bir koku çıkarıyordu, büyük bir yırtıcı
hayvanın, kumsala vurmuş deniz hayvanının iyod ve buz gibi çürümüşlüğüyle
tezgahta gözler önüne serilen bir et parçası karışımının leş kokusunu. Bütün
bunlar zenginlerin sayısız kokularına karışıyordu, pirinç unu sayesinde
burnunuzdan içeri dolan bir tavıra, bir büyücünün yaptığı büyünün benzeri,
terebantin izi bırakan kokulara ve ağızda kalan madeni paraların tadına, hafif
bir mezar kokusuna. Deborah bütünüyle karşımdaydı.

«Tanrıya şükür!» dedi Kelly boğuk bir sesle, sonra insanı önden
yürüten bir bankacının ustalığıyla, beni hafifçe iterek serbest bıraktı.
Gözlerinde yaşlar vardı, ona baktığımda benimkilerde de yaşlar belirdi. Çünkü
onda biraz Deborah'ın yüzü vardı, kavisli büyük biir ağız, bir ışık noktasının
deldiği yeşil gözler. Karıma asla veremediğim sevginin birazı içimde
yükselmeye koyuldu, öyle ki onu yeniden kollarımda sıkmak isteğini duydum.
Gerçekten, sanki gövdesi bana rahatlık verecekmiş gibi, sanki bitkin düşene
dek dövüştükten sonra bir çeşit acıyla öpüştüğümüz, erkekliğimin bilinci
hepten yok olmuş, onda da kadınlık bilinci yitmiş, ikimiz de umutsuzluktan
ağlayan bir çocuğa, melhem arayan iki yaralı yüreğe dönüşmüş, kadının etini
bir an erkeğiinkine benzeten acıyla dolu, Deborah'la geçirdiğimiz ender anları
yeniden yaşıyormuşum gibi. Kucaklaşma böyle son buldu. Bu kucaklaşmayı
uzatabilirdim, çünkü Kelly benim gözümde kendisinden çok Deborah'ı
canlandırıyordu. Birden heyecanlarımın Deirdre'inkilere benzediğini anladım.
Her türlü devamlılık kaybolmuş, duyduğum acı minik bir bomba gibi
patlayıvermişti. Hemen oondan kuşkulanarak kaskatı oldum, buz kestim.
Mendilinin bir tek zarif hareketiyle gözyaşlarını sildi, gözlerini bir ışık
çizgisi gibi benimkilerin içine dikti ve bildiğini anladım. En ufak bir
kuşkusu olsa bitmişti, Deborah'a ne yaptığımı biliyordu. «Neyse! dedi. Oh
Tanrım, neyse! Hepimiz için ne korkunç bir an.» Heyecanının gerilediğini
hissediyordum. Bir boğa gibi kızıl kumaşın sıcak kıvrımlarına saldırmıştım,
büyük bir şiddetle kendimi boşlukta buldum.

- Beni bağışlayın, dedi konuklarına.

- Bir şey değil Oswald, dedi kadın, hiçbir şey. Şahsen, gitmeye
hazırlanıyordum. Damadınızla konuşmak istiyorsunuz. Çok doğal bir şey.

- Hayır, bana gitmekten söz etmeyin, dedi Barney. Şimdilik bundan söz
etmeyin. Bir şey için.

Ardından bizleri tanıştırdı.

- Mr. Ganucci'ye daha önce rastladınız, aynı yerde nasıl
karşılaştığınızı bana anlattı. Çok eğlenceli olmalı. Bessie'yi de
tanıyorsunuz, değil mi?

Başımla selamladım. Kadının adı Consuelo Carruthers von Zegraide
Trelawne'dı, Deborah'ın annesinin uzak bir kuziniydi, gençliğinde çok güzel
olduğu anlaşılıyordu, hala da güzeldi. Yüzünün yandan görünüşü nefisti,
gözleri eflatun-mavi, saçları cıva ile bronz arasıydı, yanaklarında çilek
rengini alan teni krem rengiydi. Ama sesi çatlamıştı.

- Deborah'la birlikte bir gün sizi ziyaret etmiştik, dedim.

- Tabii, az önce Oswald'a anlatıyordum. Oswald, içki içeceksem bana On
üçüncü Lui'den bir parça daha verin.

Ruta beklemeden kalktı ve kadının içkisini hazırlamaya gitti. Bess
bana döndü.

- Sizi görmediğimden bu yana ilerlemeler gösterdiniz.
- Bir yönden iyi, bir yönden daha kötü, dedim.

Ne yaptığını hatırlamaya çalışıyordum: Efsanesinin bir bölümü ünlüydü
-belki bana anlatılan hikayelerin en iğrenci- ama belleğim açılmayı
reddediyordu.

- Sakin olun! dedi. Konuşmaya çalışmayın.
- Konyağa dikkat, kalbin için, diye mırıldandı Kelly.

- Bunun sözünü bile duymak istemiyorum, cevabını verdi Bess.
Traşçılarla viski, torun çocuklarıyla koka-kola içiyor, konyağı en kederli
anlara saklıyorum.

- Kes, Bess, rica ederim, dedi Kelly.
- Hayır. Ağlayın, ikiniz de. Elinizden geldiğince haykırın. Yeryüzünün
en harika kızı elimizden alındı. Bunu kendime saklayamam.

Ganucci, boğuk sesiyle:

- Bir içim suydu, dedi.

- Duyuyor musunuz, dedi Bess, bu ihtiyar İtalyan bile size
söyleyebilir.

Norman Mailer
Amerikan Rüyası, EYayınları


Norman Mailer'ın 'Amerikan Rüyası' romanından bir bölüm
http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=354
Emre Sururi tarafından, 18/03/2001 tarihinde gönderildi.
Epigraf: Online Türkçe Edebiyat Arşivi | http://epigraf.fisek.com.tr

epigraf     Bir önceki eser:   Şarap / Doris Lessing
<<< -- Rasgele bir eser -- >>>
   Bir sonraki eser:   Çıplak ve Ölü / Norman Mailer