Epigraf, Uzak Ülke projesinin elemanıdır

Aşığın kaçınılmaz kimliği yalnızca budur: Ben bekleyenim. | Roland Barthes

Siz Kimin Kitaplığından Çalıyorsunuz? / Cem Akaş


"Çalmak" sözcüğünü taşımak zor iş - peşinde sürüklediği bagaj çok ağır
çünkü; din, ahlak, felsefe ve hukuk gibi başka ağır sözcükler gerekiyor
"çalmak"ı hakkıyla kuşatmaya başlayabilmek için. Bir yaşam pratiği olarak ele
alındığıysa, tıpkı varoluş gibi, dayanılırlığı şüpheli bir hafifliğe
bürünebiliyor. Cümle içinde kullanırsam daha kolay anlaşılacak: ben kitap
çaldım.(*)

Bu "iş"e bulaştığımda gençtim, Argos dergisi yeni çıkmaya başlamıştı,
güzel dergiydi Argos, pahalıydı ama; alınayacak kadar değilse de, bedavaya
getirildiğinde sevinilecek bir paha. O ilk "açlış" esnasında harcadığım
adrenalin sonraları, kaşarlandıkça, sıfıra yaklaşır sanmıştım, hiç öyle
olmadı; dükkandan çıkıp köşeyi dönene ya da kalabalığa karışana kadar duyulan
titrek ve gergin heyecan ve ardından gelen rahatlama / efor tadı, çok az
rakipli bir kategoride yarışır.

Hızla genişledi kapsama alanım: Argos'un yanısıra Hürriyet Gösteri ve
Milliyet Sanat da gitmeye başladı ilkin, ardından da kitaplar, üçer beşer.
Hediye edeceğim kitapları bile çalıyordum. Teknik gelişme ve pervasızlık da
başat gidiyordu: ceketin montun içine alelacele saklanılan ya da pantalonun
beline sokulan, bavuldan bir gömlek küçük çantalara sokuşturulan kitaplar, bir
süre sonra açık açık elde taşındı ve hiçbir şekilde saklanmadan, "güpegündüz",
üstelik kitapçıyla gevezelik ede ede kapıdan geçirildi. Kısa sürede belli
başlı dükkanların kör noktalarının, "sote" kitaplarının envanteri çıkmıştı
(Cumhuriyet Kitap Kulübünü vurmak öyle kolaydı ki, "acemi sürücü eğitim
parkuru" olarak kullanıyorduk, hevesli arkadaşlarımızı oraya salıyorduk önce);
pek çok kitaba artık tenezzül bile etmiyordum; pahada ağır olanlar yükte de
ağır (ve hacimce büyük) olduğundan bir "challenge" teşkil ediyordu ve ben
artık yalnızca bu kitaplardan haz alıyordum. Kafaya koyduğum matbuat tek
başıma kaldıramayacağım boyutlara ulaşınca grup çalışmasına yöneldim
("girişimci ruh" böyle birşey mi?) - "two is company, three is a crowd" ilkesi
uyarınca, şüphe uyandıracak kadar kalabalık olmamaya özen gösteriyorduk. En
azından başlarda.

Sonra bir dalak yarılması hasıl oldu elbette. O yazı unutamıyorum:
beşi hatun, altı kişilik bir çeteydik ve mütevazı bir çekirge sürüsü gibi
talan ediyorduk her yeri, manyetik alarmlar henüz yaygınlaşmamıştı ve şık
giyim mağazaları, kotçular, ayakkabıcılar, marketler, kuruyemişçiler
savunmasızca kurbanımız oluyordu. Terbiyesizce çalıyorduk. Kitapçılara pek
uğramaz olmuştuk artık - ben kendi adıma, yalnız kitap çalmayı meşru addeden
entellektüel elitizme karşıydım ve kitap çalmaya karşı bir tepki
geliştirmiştim: kitap ucuzdu ayrıca, riske girmeye değmezdi; tezgahtarını
abondone ettiğimiz Levi's dükkanından üç kot pantolon, Lee'den kemer, Mudo'dan
ceket-gömlek-kazak, irikıyım bir marketten mükellef bir kahvaltı sofrasını
donatacak malzeme götürmek varken, kıçıkırık iki kitap için kendimizi
yoramazdık. Ama sırf şıklık (daha doğrusu gösteriş) olsun diye, iki avuç
dolusu Knorr bulyon yürüttüğümü hatırlıyorum; hırsızlık yaptığıma inanamayan
ve bir gösteri talep eden arkadaşlarım vardı yanımda; dükkanın dışında,
tedirginlik içinde bekleşmişlerdi - iki dakikanın altında tamamlanmıştı işlem.

Nasıl oluyordu da oluyordu? Meslek sırrı mıdır bilmem, herkes zaten
bilirmiş bu numaraları gibi geliyor bana, bu saatten sonra da farketmez
herhalde. Öyle işte: temel ilk, ortamda "uyaran fazlalığı" yaratmaktı -
hepimiz birden raflardaki giysilere, deneme kabinlerine saldırınca, bedenler
ve modeller hakkında seri sorular sorunca, dışarıdakiler çaktırmadan veya
alenen kabindekilere giysi verince, içeridekilerle dışarıdakiler sürekli yer
değiştirince, zavallı tezgahtar(lar)ın yapabileceği fazla birşey kalmıyordu.
Ya kabine çantayla giriyor ve arzulanan nesneleri içine tıkıştırıyor, ya da
(özellikle kışın) doğrudan üzerimize giyiyorduk. Market düzeninde çalışan
yerlerdeyse, "görünürlüğü azaltma"ya yarıyordu kalabalık olmamız: aktif
hırsızla satış elemanı arasına girme taktiği. Bazen, dükkanda duran çocuk (ya
da kız) neler döndüğünü anlamış ama ya emin olamadığından, ya
cesaretsizliğinden, ya da boşvermişliğinden dolayı bize dokunmuyormuş gibi
gelirdi bana; bazense, en yakınının ihanetine uğramışçasına, "bu bana yapılır
mı?" gözleriyle bakarlar, riyakar sorularımıza cevap vermeyi sürdürürler,
çıkarken bizi uğurlarlardı. Bu koyardı işte; sonraları emekli olmaya karar
vermemin bir nedeni de bu oldu.

Hiç yakalanmadık mı pekii? Ölümsüz olduğumuzu, ama bunun yalnızca
ölene kadar süreceğini biliyorduk. İlk uyarı işareti bir gün, sağlıklı
beslenmemizi sağlamakla yükümlü markete, iki bavul eşliğinde girdiğimizde
geldi, kasiyerler bizi gördüğünde bir koşuşturma oldu ve reyonları dolaşmaya
başladığımızda, peşimize iki adam takıldı. Paniğe kapıldık, ama defans çabuk
toparlandı, hızla çlıktık kendi sahamızdan: ikili gruplar halinde üçe
ayrıldık; iki hatundan oluşan gruplar birinci dereceden şüpheli sayıldığı için
onlar hiçbir şey "alç"madan kuru gürültü yaptı ve marketten çıktı; bense temiz
yüzlü, efendi halli ve erkek olmamın getirdiği avantajı çok hızlı kullanıp üç
çeşit peynir, tombul salam, bir kavanoz yeşil zeytin, bir kavanoz fıstık
ezmesi ve iki paket hazır çorbayı sırt çantama doldurdum, traş bıçağı ve iki
paket Orkid'i alışveriş sepetime koydum, kasada parasını ödedim ve çıktım.
Oraya bir daha gitmedik.

Çekirge: bir haftasonuydu, canım sıkılıyordu, yağmur yağıyordu, yeni
şarkılara ihtiyacım vardı. İlk Argos'umu kaldırdığım kitapçıya girdim - çok
kalabalıktı içerisi, kaset reyonuna üç tezgahtar birden bakıyordu, kimseye
görünmeden hareket çekmeye kalkmak delilikti. Parasıyla almaya karar verdim ve
her zaman yaptığım gibi reyonun başından başladım, almayı düşünebileceğim
kasetleri toplayarak ilerledim, sona geldiğimde de topladıklarımın sayısını
ikiye indirecek bir eleme yaptım, vazgeçtiklerimi geri koydum. Kasaya gidecek
ve namusumla alıp verecektim. Ama işte şeytan: insanlar para ödeyebilmek için
kuyrukta bekliyordu - anlaşılmaz şey. Kasetleri yumuşak bir bilek hareketiyle
şemsiyemin içine attım, sol topuğumun üstünde döndüm ve hiç acele etmeden,
raflardaki kasetlere bir kez daha bakarak kitapçıdan çıktım. "Beyefendi," dedi
arkamdan bir ses, gülümsemeye çalıştım, "oraya koyduklarınızın parasını vermiş
miydiniz?" İki kişiydiler, konuşan çocuk suratıma hiç bakmıyordu. "Hayır,"
dedim. "Buyrun kasaya," dedi karşı kaldırımda bir tanıdığını görüp
görmediğinden emin olmaya çalışan insan taklidi yapan çocuk; "Oluyor böyle
yanlışlıklar," dedi diğeri, affeden bir sesle. "Ne yanlışlığı canım," dedim,
kızardığımı biliyordum ama artık gülümsüyordum, "çalıyordum, yakaladınız." İki
yıl boyunca o kitapçının önünden geçmek bile midemin kasılmasına yetti. Bir
daha şemsiye kullanmadım, sanırım bşaka nedenlerden ötürü.

O yazdan sonra "çete" dağıldı; ikili-üçlü çalışmalar yaptık zaman
zaman, ama arası gittikçe açıldı, yaşlandık belli ki. Bir gün Paris'te küçük
bir şarküteride, peynirlerin önünde fazla oyalandığımı gören çığırtkan dükkan
sahibi, diğer müşterilere dert yana yana beni kapı önüne koyunca, alçmadan
yakalanmış olmanın üzüntüsü çöktü içime fena halde, zaten yıkamıştım eleğimi,
uygun bir yere astım.

Bagajlı sözcüklerin evrenine dönersek ve soyutlarsak: en azgın
dönemimde bile iki kurala bağlı kıldım kendimi: yalnızca satılığa çıkartılmış
şeyler meşru hedeftir; yalnızca satıcı-alıcı ilişkisi dışında bir ilişki söz
konusu olmadığında çalınabilir. Tanıdıklarımın dükkanlarından,
kütüphanelerden, arkadaş evlerinden çalmadım. Kitap ödünç almamaya çalıştım,
aldıklarımı mutlaka geri verdim. Kitaplığıma sulanılmasına çanak tutmadım,
evlerine rahatça girip çıkmadığım insanlara kitap vermekten olabildiğince
kaçındım. Dolayısıyla ex-libris'lerle işim olamdı hiç, "kebikeç"imi içimde
taşıdım, ben böcek.

.......................................................................
(*) Cem Yılmaz'a selam.

Cem Akaş
Kitap-lık dergisi,#21, Mayıs-Haziran 1996


Cem Akaş'tan kitap aşırmak üzerine
http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=271
Emre Sururi tarafından, 08/02/2001 tarihinde gönderildi.
Epigraf: Online Türkçe Edebiyat Arşivi | http://epigraf.fisek.com.tr

epigraf     Bir önceki eser:   Camus Hakkında / E.M. Cioran
<<< -- Rasgele bir eser -- >>>
   Bir sonraki eser:   Tanrıların da Burnu Kaşınır / Cem Akaş