Epigraf, Uzak Ülke projesinin elemanıdır

Hiçbir şeyim yok akıp giden sokaktan başka... | Cemal Süreya, Eşdeğeriyle Yan

Kırk Yıllık Dostum Sulhi / Buket Uzuner


Sabahın o muhteşem ilk saatlerini yakalayabilen akıllı adamlardan
olamadım hiç. Ancak kuvvetli bir dürtü olursa, isteyerek ve severek erkenden
uyanır, her gün böyle erkenci olmaya söz verir, sonra hemen unuturum. Fakat
son iki haftadır yalnızca onunla beraber olabilmek için erkenden kalkıyorum.
Saat altı oldu mu, beynim otomatik olarak uyanıyor, ama bedenim yarı uykuda,
bir kavgadır başlıyor:

"Yat uyu! Tatildesin. Öğleye doğru kalkarsın, iki rafadan yumurta,
sıcak ballı süt, peynir, tereyağı, kızarmış ekmek ve tavşan kanı büyük bir
bardak çayla güzel bir kahvaltı yaparsın. Denizi seyredersin. Gazetelerin beş
para etmez sayfaları arasında tembellik edersin. Yat uyu. Tatildesin.
Ta-til-de-sin!"

"Hayır. Hemen fırla yataktan. Soğuk bir duş yap. Çivi gibi ol. Sokağa
at kendini. Şimdi herkes uyuyor. Sokaklar senin, kçy senin. Doğmakta olan
güneş senin. Deniz sernin. Sabah rüzgarının genç, uçuk mavi ışıltısı, taze
serinliği senin. Çok erken sabahın o inanılmaz gücü senin. Tembellik etme.
Kalk. Bütün bunların tadına var."

Kısa bir sessizlik olur, hangi yanı tutacağıma karar veremem bir süre.
"Tatildesin. Yıllardır sabahları erkenden kalkıp işe gitmekten bıkmadın mı?
Şimdi tatil yapıyorsun. Yat uyu. Yastık yumuşak, yatak sıcak. Çek pikeyi
üzerine, bir düş düşle. Dünyanın herhangi bir kuzey kentine uçak bileti
alıyorsun. Neresi olduğunu sakın belirleme. Sonrasını düşünde görürsün. Bırak
kendini uykunun şefkatli kollarına. Bırak rüyanın sihirli değneği işlesin.
Bırak uyku çeksin seni. Uzun, sessiz, dipsiz bir kuyuya deli bir hızla
yuvarlan. Uyu. Uyku alsın götürsün seni. Uykularında olsun bir kez teslim
olmayı dene. Gevşe, rahatla. Uyu. Tatildesin!"

"Peki ya Sulhi?"
"Ta-til-de-sin!"

Sulhi şimdi dükkanını açmaktadır. Bu saatte müşterisi olmaz. Müşterisi
olsun diye açmaz zaten: Kendisi için. Çiçeklerini sular bir bir. Yeni bir
konserve kutusuna birkaç gündür kökü suya bırakılmış bir bitki diker. Bol bol
sardunyalar... Rengi artık hiç çıkmayacak ilaçlarla boyanmış vişne çürüğü
parmak uçları toprakla kaynaşır. Çamurlu ellerini kadife pantolonuna siler,
sonra kapının önünü sular. Sabahın en erken toprağı Akdeniz a.lığıyla emer
suyu. Mis gibi kokar sabah.

Kısa bacaklı bir tabure koyar dükkanının önüne. Eski, her yanı
eğrilmiş, isten kapkara olmuş küçük cezvesine ölçerek bir fincan su doldurur.
İspirto ocağını yakar. Bir çay kaşığı şeker. Şeker suya iyica karışmalıdır.
İki kaşık kahve. Dikkatle karıştırır kahveyi. Severek ve özenle. Sorunca; "iyi
ve güzel işler severek, özenle yapılmalıdır." der. Kahve ve şeker tamamen suya
karışmıştır ki, cezveyi ateşe koyar. Büyük bir sabırla kahvenin hifif ateşte
köpüklenmesini bekler. O sırada ne düşünür, nereleri yaşar bilmiyorum.
Çözemiyorum. Biraz sonra dünyanın en güzel kokusu yayılır çevreye: Sabah
kahvesi kokusu! Toprak, sabah kahvesi ve su kokusu birbirine karışır. Bu, çok
sık rastlanmayan bir güzellik yaratır. Görülür, koklanır ve tadılır bir
güzellik... Önce kahvenin köpüğünü boşaltır fincana, sonra tekrar cezveyi
ateşe tutar, fokur fokur kaynayana dek. Kahve pişmiştir artık. Günün ilk
sigarasının vaktidir şimdi. Mavi-beyaz kareli gömleğinin sol cebinden bir
sigara çeker, kibrit aranır. Dükkana girer, kibrit bakınır. O karmaşa ve deli
dağınıklıkta masanın altına düşmüş kibriti bulur. Sigarasını yakar. Kısa
bacaklı taburesine döner. Höpürdeterek kahvesinden bir yudum alır, bir nefes
de sigarasından. Oh be! Gözlerini kısar, kimselerin bilmediği bir yeri görür
gibi gizemli, hazlı birkaç dakika yaşar. Derin bir iç çekerek elli sekiz
yaşında yaşamaktan ne kadar çok tat aldığına yanarak, kahrolarak sevinir.
Sabahı koklar, kahve içer, sigara içer.

"Uyu. Tatildesin."
"Kalk ve Sulhi ile sabahı yaşa."
"Ta-til-de-sin!"
"Sulhi'nin sabah kahvesini kaçırma!"

Kalktım. Uykumu soğuk duş ve sabah ile yendim. Ayak seslerimi
dinleyerek paket taş döşeli, dar köy sokaklarında yürüdüm. Yalnızca kendi
ağırlıklarını omuzlarında taşıyan bağımsız ve yalnız adamların gururuyla
keyiflendim. Onu dükkanının önünde oturmuş, kahvesini içerken buldum.
Gözlerini uzaklara dikmiş düşünüyordu. Bir teneke kutunun üzerine miden koyup
oturdum karşısına. Bana baktı. Beni gördü. "N'aaber" anlamına göz kırpıp,
başını salladı. "İyidir" gibisine gülümsedim. Kahvesinin kalan kısmını ben
orada yokmuşum gibi ağır ağır içti, bitirdi. Kalktı. Yaşına bir türlü uymayan
çevik adımlarla fırladı gitti. Elinde bir fincan suyla geri geldi. Suskun ve
dikkatli yeniden şekeri sonra kahveyi suya karıştırdı. Sorunca: "İnsan susar,
varlığı konuşur." der. Varlıklarımız konuştu. Varoluşumuzun bilincine ve
tadına vardık. Kahvemi uzattı, bir de sigara yakıp verdi. Yıllar var
birilerine hiç yakın olamazken, Sulhi'ye yakın oluşum, varlığını duyabilişim
tedirgin etmeden şaşırttı beni. Onun yanında hoşnuttum ve böyle kolay hoşnut
oluşumdan huzursuz değildim. Kendimi sorgulayıp, hırpalamadım bu kez.
Hoşnutluğumu yaşadım kahvemin tadında. "İnsana insan gerek" diye geçti
içimden. Bu da yetmedi. İçimdeki sesi de susturdum. Sessizleştim. Dükkanın
açık kapısından içerdeki berbat dağınıklığa gözlerimi diktim. Gördüğüm en
gösterişli dağınıklık beni yine büyüledi. Bana hep sevimli ve zekice gelen o
kocaman STÜDYO levhasının, aslında bana ince ince dokunan bir acıklı yanı
vardı ki, yıkıntılar üzerine kurulu bir imparatorluk gibiydi. Don Quichote'u
pek severim ben.

Sulhi yeniden kalktı, yirmi yıl önce ömrünü tamamlamış Stüdyoya girdi.
Bir zamanlar masa olan bir tahtanın çekmecesinden bir zarf çıkarttı, geldi
karşıma oturdu. Zarfın içinde kurutulmuş bir kelebek vardı. Özenle kurutulmuş,
sonra eski bir masa gözüne hapsedilmiş.

"Askerliğimi yapmak için geldim buraya ilk kez. Askerlik bitince de
yerleştim. O zamanlar adı pek bilinmez bir köydü burası; ama güzelliği tanır
gözlerim. Bu kelebek köydeki ilk dostumdu. Onu çok severdim. Öldürdüm ve
saklıyorum. Başkası öldürmesin diye."

Kelebeğe baktım. Yüzünde en yakın dostun eliyle öldürülmüş olmanın
kederini aradım. Bulamadım.

"Askere gitmeden önce İstanbul'da bir sevgilim vardı. Onunla
evlenmedim. Karım olmak onu soldurur diye. Başkasının mutfağında soluyor
şimdi, benimkinde değil."

Sevdiği kızı düşündüm. Terk edilişinin nedenini ve anlamını kavradı mı
diye. Hiç inanmadım.

"İlk müşterim ebe hanımdı. Geldi. Vesikalık resim çektirdi. Onun kızı
ile evlendim. İlk müşteri uğurludur diye."

Karısının Akdeniz köylüsü yüzü ve iri elleri geldi aklıma. Gençken
güzeldi herhalde dedim. Yine de Sulhi'yle yan yana koyamadım bir türlü. Sulhi
yeniden dükkana girdi. Küçük, eski "mono" teybine Vivaldi kaseti koydu. Dört
Mevsim yayıldı dükkana, içeriye sığmadı, kapıdan taştı, kapı önüne birikti;
tam benim oturduğum yere. Müzikle beraber, hala ıslak toprak canlandı. Havada
rengarenk bir sevinç kıpırdadı. İçim kımıl kımıl, sıcacık, ışıl ışıl oluverdi.

Komşu köylerden biri bebek, üç kadın ve bir erkek çıkageldiler. Yeni
doğmuş bebek kucaklarında bir "aile hatırası" çektirdiler. Sulhi o zavallı
stüdyosuna aldı onları. Sanki muhteşem bir kraliyet ailesinin fotoğrafını
çekiyormuş gibi özenle öne üç kadını oturttu. Bebeği ortada oturan
"yeni-anne"nin kucağına verdi. Baba arkada, ayakta elleri iki kız kardeşinin
omuzlarında vakurca dikildi. Bu pozu üç kez çekti Sulhi. Sonra bir de, baba,
bebek ve annenin üçlü fotoğrafını. Köylüler sevinç içinde teşekkür edip
gittiler. Teypte hala Vivaldi çalıyordu. Bu kadar birbirini tutmaz manzaraları
iç içe yaşamak beni hem şaşırtıyor, hem de anlatılmaz biçimde çekiyordu.

İzin isteyip kalktım. Sahile indim. Bir sahil kahvesinde çay içtim.
Biraz dolaştım ve pansiyonuma döndüm. Günün kalan kısmı herkesle ve herkesinki
gibi geçti: Arkadaşlar, deniz, güneş, yemek falan filan... Bunlar bedenimi
dinlendiriyor ya, aklım fikrim Sulhi'de.

Benim gibi sevgililerine -topu topu üç tane zaten- bile çok yakın
olamamış, kuşkucu, soğuk bir insanın, bu garip yaşlı adamı böyle çok seviyor
oluşu bir garibime gidiyordu. Buna en çok tatile beraber geldiğim iki erkek
arkadaşım gülüyor, açık açık dalga geçiyorlardı benimle.

Akşam yemeğinden sonra Sulhi'yi her zamanki sahil lokantasında
yakaladım. Bozuk Fransızcası ile bir turist kıza bir şeyler anlatıyordu.
"Denizi ve güneşi en erken ve en geç saatlerinde yaşamamış olanlar daima
ortalama kalacak insanlardır." Kızcağız anlamamış, kocaman gözlerle şaşkın,
Sulhi'ye bakıyordu. Ben anlattım. Güldü kız. "Bu adam filozof" dedi ve gitti.
Burun büktü Sulhi kızın ardından. Filozof kelimesini sevmemişti besbelli. Ben
de onun gibi bir kadeh rakı alıp, oturdum karşısına. Deniz önümüzde simsiyah
uzanıyordu. Hiç konuşmadan uzun bir süre denize baktık. Kumların üzerindeki
tahta masada rakı içtik, denizi dinledik. Ne sabırlı bir derinlik, ne
anlatılmaz bir huzur taşır bu konuşulmadan paylaşılan dostluk anları....

"Büyük oğlumdan mektup aldım bugün. Hollanda'da gitar çalıyor oğlum."
Baktım. Sesindeki kederi gördüm. Dükkânının duvarında asılı fotoğraflarından
iki oğlunu anımsadım. Yakışıklı, uzun boylu iki delikanlı. "Büyük oğlum bana
benzer. Hiç uslanmayacak ve hiç mutlu olmayacak!"

Yeni bir rakı daha istedi. Canı sıkkın diye düşündüm. Çok içiyor diye
hayıflandım. O orada, gözleri denizde, kaskatı oturuyordu. Konuşmaya cesaret
edemedim. Bu ne garip bir adam diye yeniden düşünmeye başladım. Bazen ne
olağandışı, inanılmaz güzel, bazen de ne sıradan... İşte şimdi karşımda alkole
düşkün, oğlunu özleyen yaşlı bir baba olmuş oturuyor, oysa bu sabah köylü
ailenin soylu fotoğrafçısı, Vivaldi sever, düşünen bir adamdı. "Yarın sabah
erkenden yola çıkıyoruz. İstanbul'a dönüyoruz" dedim. Başını çevirmeden, buz
gibi "İyi ya, yolun açık olsun" dedi. Bu kadar mı? Hepsi bu mu? Keyfim kaçtı.
Öyle ya, ben onun gözünde tatilini deniz kenarında, turistik bir köyde
geçiren, biraz da içine kapanık bir genç adamdım. Daha ne deseydi yani? Beni
çok özleyeceğini falan mı? Kimbilir o kimlerle karşılaşıyordu her yaz bu
köyde. Bir şeyler kırıldı içimde. Ne duygusal bir herifim, diye kızdım
kendime. Yapayalnız, buruk, kederli kalakaldım. Bir sigara yaktım. Kendimi
toparlamaya çalıştım. O hâlâ yanıbaşımda oturuyor, dalgın, denizi
seyrediyordu. Sanki ben orada yoktum. Belki de hiç olmadım! Birden fırladı
yerinden. "Eve gidip, biraz da bizim Halime'yi memnun edeyim, anlarsın ya!"
dedi. Tanrım ne bayağılık, ne çürümüşlük! İçim bulandı. Bu adamı ne sandım
ben? Yine kitaplarda yaşıyorum. Yaşlı adam ve Deniz. O Santiago, ben Manolin!
Oh ne âlâ! Ah bu benim sınır bilm düşçülüğüm... Pansiyonuma ayaklarım
sürüklenerek döndüm. Uzun süre yatakta döndüm durdum. İçim sıkılıyor, güçlükle
nefes alıyordum. Yaşayan birisini ölü saymaya çalışmak, bir insanı öldürmekten
güç olmalı diye düşündüm. Rüyamda Hemingway ile bir sal üzerinde dalgalarla
boğuştuk gece boyu.

Ertesi sabah erkenden uyandırıldım. Güneş doğmadan yola çıkmalıymışız.
Sıcağa yakalanmadan yolu yarılayacağımızı söylüyordu arabayı kullanacak
arkadaşım. Son bir-iki havlu, diş fırçası ve terliği de çantama attım.
Arabanın arka koltuğuna oturdum. Bir karış suratım, güneş yanığıyla acıyan
sırtım ve sabahın erken saatlerinde bir türlü ayılamayışım... En kötüsü
Sulhi'nin dün geceki hali. Kimse dokunmasın bana. Kimse konuşmasın benimle...
Arabamız hareket etti.

"Bak az daha unutuyordum. Şu senin pek sevgili fotoğrafçı dostun
sabahın köründe geldi, seni sordu. Uyandırayım, dedim, dokunmayın, sabahları
güç uyanır o, dedi. Sana bunu bırakıp gitti." Sulhi'ye duyduğum yakınlığı
başından beri sezip, bunu kendisine yapılmış bir haksızlık gibi algılayan
arkadaşım bir konserve kutusuna dikilmiş sardunyayı ve kirli bir dosya
kağıdına kötü bir el yazısıyla yazılmış bir notu pis pis sırıtarak uzattı.
Umurumda mı sanki, uzaktaki sevgilisinden mektup almış liseli bir delikanlı
gibi heyecanlandım. Uykum filan kalmadı, ayıldım, sevindim, heyecanlandım.
Buyrun işte, ben adam olmam! Kağıdı açtım:

"Çiçek dostluk demektir.
Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır.
Sulhi."

Yalvar yakar, iki arkadaşımı Sulhi'nin dükkanına geri dönmeye razı
ettim. Ama o ne? Neden kapalı bu dükkan? Halbuki şimdi dükkanının önünü
suluyor, sabah kahvesini... Kapıda bana yazdığı mektubun kağıdına benzer bir
kirli sayfaya karalanmış bir not asılı:

"SULHİ BUGÜN ÇALIŞMAYACAK."

Yola çıktık. Yol boyunca hep iki cümleyi yineledim kendime: Beni
seviyor. Gidişime üzülüyor.

Yüreğim kımıl kımıl. Neden böyleyim ben? İnsanlar, insanlar,
insanlar...

Kocaman, yayvan bir gülümseme takılı kaldı yüzüme bütün gün...

Şimdi oturdum ve bu öyküyü yazdım. Kırk yıllık dostum Sulhi'yi siz de
bilin diye...


Bodrum, Haziran 1981 - Şubat 1985, Ankara.

Buket Uzuner
Benim Adım Mayıs, Remzi Kitabevi


Buket Uzuner'in 'Kırk Yıllık dostum Sulhi' hikayesi
http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=259
Emre Sururi tarafından, 08/02/2001 tarihinde gönderildi.
Epigraf: Online Türkçe Edebiyat Arşivi | http://epigraf.fisek.com.tr

epigraf     Bir önceki eser:   Stockholm'de Ölüm / Buket Uzuner
<<< -- Rasgele bir eser -- >>>
   Bir sonraki eser:   Boşluk / Michel Butor