Epigraf, Uzak Ülke projesinin elemanıdır

Güzel bir kadını bütün sanatlara tercih ederim. | Guy de Maupassant

Stockholm'de Ölüm / Buket Uzuner


- Daima dostum B.L. için -

"Askere gitmeyi reddettiğim içim, babam da beni evlatlıktan reddetti."
Sinirli bir kahkaha atıyorsun. Şakaklarında damarlar dışarıdan görülür biçimde
zonkluyor. "Askere gitmek yerine, iki yıl düşük ücretle sivil görevli olarak
çalışacağım. Belki bir çıcuk yubası, belki bir Barış Enstitüsü ya Afrika
Yardım Progarmı'nda." Durup dağılmış parçalarını topluyor, boğazını
temizliyor, daha sakin devam ediyorsun: "İki yıl uzun bir süre, ama olsun. Hiç
değilse barış için çalışmış olacağım!" Cebinden bir paket sigara
çıkartıyorsun; Prince. Öakmağı yakarken ellerinin titrediğini görüyorum.
Oturduğun yerde iğneler varmış gibi kıpır kıpır, rahatsızsın. "Uzun bir
dilekçe yazdım. Neden savaşa karşı olduğumu, silahlara ve savunma bütçelerine
harcanan paranın kısılması gerektiğine inandığımı anlattım. Bu nedenle askere
gitmeyi reddettiğimi belirtip, imzaladım." Bir an durup, beni süzüyorsun. Hiç
tepki vermeden dinliyorum. "Dilekçemi Savunma Bakanlığına yolladım. Bir kopya
da babama postaladım. Benimle gurur duyar diye..." Yine dağılıyorsun.
Şakakların atmaya başlıyor, gözün seeyriyor. Tıpkı bir oğlan çocuğu gibi
oturuyprsun karşımda. "Benim gibi bir oğlu olmadığını yazdı bana. Zaten beni
hep beceriksiz ve idealist bulurdu babam, böylece kurtulmış oldu benden, hah
ha!" Berbat bir kahkaha, vahşi bir sesle ağzından fışkırıyor. Bakışıyoruz.
Beceriksizce toparlanmaya çalışıyorsun. Titreyen ellerin yeniden Prince
paketine uzanıyor. "Ellerim hep böyle titrer benim, yeni bir şey değil!"
diyorsun. Sesinde apaçık bir kafa tutma var.

Sarı ipek saçların, başında ipil ipil salınıyorlar. Gözlerinin
yumuşak, berrak maviliğinde bazen inatçı parıltılar yanıp sönüyor. Sakalın
saçlarından bir ton koyu. Burnun çok özenerek, kalemle çizilmiş gibi düzgün,
kanatsız, ucu kalkık. Çok güzel iri dudaklar, sağlıklı bembeyaz dişler. Bebek
teninde ne bir sivilce, ne bir özür. Her şey öyle mükemmel, öyle göz alıcı ki;
seyretmeye doyamıyorum. Böylesi bir güzeelik gerçekten var olabilir mi?
Olursa, bana bu kadar yakından kendini seyrettirebilir mi? Gerçek misin diye
dokunmak istiyorum, düş kırıklığına uğramaktan çekinip vazgeçiyorum. Onun
yerine eve dönüp Venedik'te Ölüm'ü bir kez daha okuyorum.

Bir film şenliğinde tanışıyoruz. Fransız Sinemasını çok iyi tanıyor,
uzun uzun anlatıyorsun. Fransızcanın aksansız olduğunu anlıyorum hemen. Uzun
boyuna bakıp, seksenbeşten fazla olmalı diye düşünüyorum. Dar kalçaların ve
uzun bacakların sımsıkı bir kadife pantolonun içinde çok çekici görünüyor. Şık
bir gömlek üzerine, nefti bir süveter giymişsin. Kahverengi süet montun ve
botların var. Tırnakların düzgün kesilmiş, ellerin bakımlı ve sürekli
titriyor. Amerikan sineması ucuz filmler için çok para harcıyormuş... Lafını
pat diye kesip, soruyorum: "Bu kadar yakışıklı olmak nasıl bir şey?" Şaşırıp
kalıyorsun. Biraz utanıp, sonra sevinçle gülümsüyorsun. "O ben miyim?" Evet,
seni hem çok güzel, hem de çok yakışıklı buluyorum. Dakikalarca, bazen
saatlerce seni seyrediyor, yine de bıkmıyorum. Dehşetli bir haz bu! Ne zaman
sokakta beraber yürüsek, kadınların kıskanç bakışlarını üzerimde duyumsayıp,
kıkır kıkır gülüyorum. Oysa sen bütün bunları görmezden geliyorsun hep. Öünkü:
"güzelliğin kalitesi olmalı" diyorsun. Tepeme dikilip, güzelliğin, akıllı ve
aydın olmak anlamına geldiğini binlerce kez tekrarlıyorsun. Kendi güzelliğini
"vulgar" buluyorsun. Kavgalar ediyoruz.

Alooo, Evet. Bir daha söyler misiniz? - Yoksa sen misin Lasse? - Heyy,
neredesin? - Stockholme'e mi gidiyorsun? - Dur bir dakka, şimdi neredesin? -
Harika! - Efendim? - Ayy çok heyecanlandım - Sesini duymak ne güzel - Elbette
çok isterim - Nasıl özledim seni - Tamam - Yeri ve tarihi iyice belirt - İki
günde gelir mektubun - İnanamıyorum ki! - Çok sevindim - Tamam - Hoşöakal, Ha
det bra!

"Yine de bende bir şeyler eksik!" Somurtup bakıyorsun yüzüme. "Hayır"
diyorum. "Bu senin kuruntun. Haksızlık ediyorsun kendine. Üç yabancı dili
aksansız konuşuyorsun. Felsefe tahsil ediyorsun. Çılgınlar gibi okuyorsun -
Carlos Castenade krizindeydin o günlerde. - Resim ve sinema bilgin, uzmanları
kıskandıracak denli zengin. - Geçen hafta resim klübünde Francis Picabia
saatinde seni yine güçlükle kürsüden indirebildik. - Sonra biliyorsun,
inanılmaz bir güzelliğin var..."

"Yine de bende bir şeyler eksik."

"Saçmalama Lasse, harika bir insansın sen. Söyle bakalım, cebindeki
son parayı Küçük Paris Lokantasında balıklı krep suzet yemeye yatıracak çılgın
birisini tanıyor musun?"

İlgisizi görünmeye çalışarak, ama bütün kulaklarınla dinliyorsun.
"Sonra, sevgilisi en yakın arkadaşıyla çekip gitti diye bir yıl dünyadaki
bütün kadınlardan nefret edip fakat yeniden 'Dünyanın en harika kadınına'
çıldırmış bir heyecanla âşık olacak kadar duygusal, cıak bir başkasını tanıyor
musun? Galiba çok mükemmelsin ve bu da sana bol geliyor, bunalıyorsun!" Ciddi
miyim diye yüzümü arıyorsun. İnanınca, sevinçle gözlerin parlıyor. Kollarını
boynuma dolayıp, soruyorsun: "Sahi beni böyle mi görüyorsun?" Öfekelenip,
yerimden fırlıyor, bağırıyorum: "Hayır, seni böyle görmüyorum, sen böylesin!"
Güzel yüzün gölgeleniyor, surat asıyorsun. "Yine de senin gibi olamıyorum.
Benden yalnızca iki yaş büyüksün, ama on yıl fazla akıllın." Öaresiz bir sesle
bininci kez tekrarlıyorum: "Çünkü hangi konularda kendime güveneceğimi
bi-li-yo-rum!" Suçlu suçlu yüzüme bakıyorsun: "Gördün mü, bende bir şeyler
eksik."

Aloo, aa merhaba, nasılsın? - Evet, mektubunu aldım. Vize alabilirsem
geleceğim - Evet iki gün için vize - Hayır, şaka yapmıyorum, vize gerekiyor -
Bir aksilik çıkmazsa haftaya Sockholm'de olacağım - Ne harika değil mi? - Ah
seni ne çok özledim sevgili Lasse! - Ben de - Efendim? - Ben de merak
ediyorum, sakalın uzun mu? - Sürpriz mi? Peki - Hayır, en ucuzu feribotla
gelmek - Viking Line - On dört saat sürüyor - Tamam. Hoşçakal - Hei.

"Ne zaman sinemaya, lokantaya, ya da konsere gitsem, bütün başlar bana
dönük, işte yine yalnız, işte yine burada diye düşünüyorlar. Bakışları derimin
altına dek giriyor. Kaşıntı yapıyor, terliyorum... Ne paranoyak değil mi? Ha
hah." Deli bir kahkaha atıyorsun. "Evet" diyorum. "Gerçekten öyle. Fakat neden
başkalarının ne düşündüğünü bunca çok önemsiyorsun? Biraz da kendini düşünsene
Lasse." Yanıma gelip oturuyorsun, ne güzel kokuyorsun yine. Gözlerini yüzüme
dikip, beni seyrediyorsun. Bense bu güzelliğe doyamıyorum bir türlü. Ne
katıksız, ne olağanüstü bir güzellik bu! Yumuşacık bir sesle soruyorsun: "Sen
yanımdayken neden kendimi böyle güçlü hissediyorum?" Pazularımı gösteriyorum.
Gülüşüyoruz. Başını omzuma dayıyorsun, konyaklarımızı içerek, televizyondaki
filmi halının üzerinde sarılmış, uzanarak izliyoruz. Güzelliğine bu kadar
yakın olmaktan dehşetli keyifli, seni ve televizyondaki filmi izliyorum.

Aloo Lasse, vize vermiyorlar bana - Hayır, özel bir nedeni yok -
Söylemez olur muyum hiö - Evet iki gün turist vizesi için dünyanın işlemi
yapıllıyor - Çok canım sıkılıyor elbette - Efendim? - Ne bileyim ben -
Biliyorsun işte, Avrupalı olmayan herkes sakıncalı onların gözünde - İstemez
olur muyum hiç? Heyy, saçmalıyorsun şimdi, beş yıldır ne zaman görüşeceğimizi
sormadım mı hep? - Evet, biliyorum - Telefon rehberinden bulacaksın - Bir
yararı olacağınıı sanmıyorum - Telefona Bitkanen adlı bir kadın çıkacak, ırkçı
bir kadın - Evet, dikkatli ol - Tamam - Peki, bekliyorum. Hoşçakal. Hei hei.

"Herkes bizi sevgili sanıyor." Bakışıyoruz. annesinden habersiz
çukulatalı pastanın hepsini yemiş çocuklar gibi, biraz suçlu, biraz gizli, ama
çok keyifle gülüyoruz. "Elbette" diyorum. "İki yıldır aynı evde yaşıyoruz,
partilere, sergilere, film klüplerine, konserlere beraber gidiyoruz. Gül gibi
geçiniyoruz. Ama ikimizin de başka sevgilileri var." Yine pastayı çalmış
çocuklar gibi gülüşüyoruz. Pasta'yı aşırdığımızı kimse bilmiyor, bu bizim en
büyük sırrımız. Bu yüzden keyifleniyoruz. "Neden o adamla evlenmiyorsun?" diye
soruyorsun. "Seninle mutluyum" diyorum. "Neden bana âşık olmuyorsun?" Bu kez
gülmüyoruz. Derin bir nefes alıyorum, "Sen âşık olamayacağım kadar mükemmelsin
Lasse" diyorum. Sessizce kabulleniyorsun. Bir daha hiç sormuyorsun. Sen
sormuyorsun ama, annen pek meraklı. Yabancı bir gelini olacağını sanarak çok
telaşlanıyor. Sık sık, bir bahane bulup, kente geliyor, bizde kalıyor.
Armağanlar getiriyor, bir koltuğa oturup, sigara içiyor, beniz süzüyor. Ne
kadar güzel bir kadın diye, annenden edindiğin burnu ve dudakları bu kez yan
yana seyrediyorum. Fakat onunkisi çok soğuk ve mağrur bir güzellik. Kırk
beşinde buzdan yapılmış çok güzel bir heykel o. Kumral saçlarıma, yeşil
gözlerime bakıp, renksiz bir sesle soruyor; "Ben, sizin oralıları hep esmer
sanırdım, yoksa ailenizde bir Avrupalı mı var?" Hele boyumun ondan uzun
olmasına açık açık canı sıkılıyor. "anneniz ve babanız avukatmış?" Kendi
ortaokul diplomasını düşünüp, yüzü geriliyor. "Sizin oralarda kadınlar
üniversiteye gitmez sanırdım ben". Sen konuyu değiştirmek için, Paris'ten
özellikle onun için seçtiğin parfümü veriyorsun. Konu değişiyor, ama annen
aynı. "Teşekkürler Lasse, çok naziksin." Oysa nasıl istiyorsun, sıcacık
kucaklasın ve öpsün seni. Ne annen, ne de baban yapmıyorlar bunu. Baban kente
geldiğinde, aramıyor bile, otelde kalıyor, "...bir yabancı gibi otelde
kalıyor" diye çok kederleniyorsun. "Babamla şöyle karşılıklı birer kadeh şarap
içip, çene çalmayı nasıl isterdim" diyorsun. Gözlerinde, "dokunsan dökülecek"
gözyaşları sımsıkı hapsolmuş, bana bakıp babanı özlüyorsun. "Seni anlıyorum."
diye geveliyorum. Masaya vurup, öfkeyle fırlıyorsun. "Hayır, anlamıyorsun!
İnsan yaşamadığı şeyi anlayamaz. Boşuna ığraşma, tamam mı, uğ-raş-ma!"
Bağırdıkça yanakların pembeleşiyor. Suluboya bir tablo gibisin. Pembe, mavi,
sarı tonları... Güzelliğin rengârenk yayılıyor mutfağa. Bir sigara yakıyorsun.
Seni seyretmeye doyamıyorum.

Aloo, evet - Hei hei - N'aaptın? - Telefon ettin mi? - Göçmen Bürosuna
mı? - Ne diyorsun, harika! - İnsan Hakları Komisyonuna mı şikayet edeceksin? -
Hah haa, korkmuşlardır - Tabii, büyük skandal olur - Irkçılığa karşılar ya! -
Çok iyi etmişsin - Yetişir mi dersin? - Tamam - Heyy, neler de beceriyorsun
artık - Oldu - Vizemi bekliyorum - Hoşçakal, Ha det.

"Else çok evcil bir kız aslında. Hayattan bütün beklediği bir koca ve
iki çocuk, bir köpek, bir ev ve araba. Düşünebiliyor musun?" Yıl sonu yazılı
ödevimi hazırlıyorum, başımı kaldırıp, ilgisizce "Ne var bunda, insanların
büyük bir kısmı bunu bekliyor hayattan" diyorum. Elimden tutup çekiştirerek,
mutfağa götürüyorsun, kahve yapmışsın, mis gibi kokuyor. Kahvelerimizi
koyarken, kırgın bir sesle devam ediyorsun. "Ama bana başka biriymiş gibi
davranıyor. Yani başka birisini oynuyor. Asıl amacı, benimle evlenip, istediği
kocayı elde etmek" Yine mutfakta oturuyoruz. Bu ahşap, iki katlı eski evin iki
yıldır en çok mutfağını kullanıyoruz. Küçük masanın başına oturup, geceler
boyu, kahve ve konyak içerek hayaller kuruyoruz. Sen ünlü bir filozof
olacaksın, kuramların bütün dünyada, bütün dillerde tartışılıyor olacak. Bense
Sanat Tarihçisi olarak ünleneceğim. Bizans ve Viking sanatçıları üzerine boy
boy kitaplarım basılacak. Kimi seversek sevelim, birbirimizi hiç
bırakmayacağız. Paris'te bir apartman katı kiralayacağız. En şık
restoranların, konser galalarının ve sergilerin en zarif çifti olacağız.
Mutfağın camından arka sokaklara bakıyorum. Paket taşlı, daracık sokağı, iki
sokak lambası aydınlatıyor. Hiç tükenmeyen yağmurun sesi, tanıdık bir şarkı
gibi her gece çalıyor. Sokaktaki bütün evler karanlık, bir tek biz uyumuyoruz.
Ne kadar keyifli mutfak geceleri yaşıyoruz... "Else çok hoş bir kız" diyorum.
Canın sıkılıyor, ters ters bakıyorsun. "Ne demek bu?" Bilmiyorum ki, cevap
vereyim. Damarına basmak için olacak, üstüne üstüne gidiyorum. "Evlen, olsun
bitsin" diyorum haince bir gülümsemeyle. "Hayır" diyorsun, "Ben başka şeyler
istiyorum" Susuyorum. "Ne istiyorsun?" diye sormuyorum. Ne istediğini
bilmiyorsun ki... Sokak lambası siyah bir altıgen kutu. Küçük, buzlu altı camı
var. Sana bakıyorum. Yirmi üç yaşındasın ve köstekli saat kullanıyorsun.

Aloo, Lasse - Evet benim. - Pasaportum ve vizem geldi - Araya uygar
bir Avrupalı girince verdiler vizemi - Irkçı herifler! - Tabii, skandaldan
çekindiler besbelli - Efendim? - Tamam, yarın Stockholm'deyim. Sekiz'de
rıhtımda olacağım - Görüşmek üzere, hoşçakal - Hei.

"Madrid'e gidiyorum. Okulu da bıraktım. Sakın neden diye sorma!"
Sesinde tehlikeli pırıltılar var. Eşyalarını topluyorsun. Hiç konuşmadan seni
izliyorum. Her şey kötü, dünya pis, insanlar sevgisiz... Olumlu tek bir şey
yok! Günlerce odandan çıkmıyorsun, kimseyle konuşmuyorsun. Yemek yemiyorsun.
Her zamanki kısa krizlerin sanıyorum önce, fakat bu kez çko ciddi. Benimle
bile konuşmuyorsun. Anneni arıyorum. Gelmesi her şeyi daha da berbat ediyor.
Öyle beceriksiz ve yapmacık bir sevgiyle yaklaşıyor ki, iki saat sonra ilk
trenle geri dönmesi daha yapıcı oluyor. Else çoktan evlendi. Baban telefonu
yüzüme kapatıyor. Çok içiyor, sarhoş dolaşıyorsun. Bazen yakalayıp,
toparlanmanı, direnmeni istediğimi anlatıyorum, saatlerce dil döküyorum_ ya
bağırıp, beni odandan kovuyorsun, ya da başını omzuma dayayıp, çıldırmış gibi
ağlıyorsun. Mutfakta yalnız başıma oturuyorum artık. Ne yapmam gerektiğini
düşünüp soruyorum. Bulamıyorum. Geceleri altıgen sokak lambasına soruyorum,
aptal aptal bakıyor.

"Madrid'e gideceğim. Akdeniz kurtaracak beni". Bavulun hazır,
ayakkabılarını giyiyorsun. "Fakat" diyorum, "Fakat kaçmakla kurtulamazsın,
başın hep omuzlarının üzerinde olacak nereye kaçarsan kaç." Yüzüme bakıyorsun,
gözlerinin altı koyu halkalarla gölgelenmiş, nasıl yorgunsun, nasıl
hırpalıyorsun kendini. Birden bavulunu alıp, fırlıyorsun. Kapıyı açıp, arkan
bana dönük, kavgaya hazır bir sesle "Sen böyle her şeyin hep en doğrusunu
bilmeye devam ettikçe, ben boğuluyorum!" diyorsun. Kapıyı hızla kapatıp
gidiyorsun. Ev sarsılıyor. Öylece kalakalıyorum.

On beş dakika sonra gemi Stockholm'ün Tegelviks Limanı'nda olacak.
Geminin tuvaletlerinden birinde, heyecanla dudaklarımı boyuyorum, saçımı
tarıyorum, beş yıl sonra seni nasıl bulacağıma dair tahminler yürütüyorum.
Artık otuz yaşında, Barış Araştırma Enstitüsü'nde işi gücü olan genç bir
adamsın. Geçen zaman içinde kartlar, mektuplar ve kısa telefon konuşmaları,
ancak haberler taşıdı bana, oysa ben seni, en çok o inanılmaz güzelliğini
özledim ve bu yüzden çok heyecanlanıyorum. O güzellik ki, hiçbir canlıda böyle
uyumlusunu görmediğim...

Rıhtımda bekleyen kalabalıkta seni seçemiyorum. Bir süre aranıyorum.
Derken gözlüklü, kısacık saçlı bir genç adam gelip beni kucaklıyor ve
yanaklarımdan öpüyor. Fakat bu sen olamazsın. Çantamı alıp, koluma giriyorsun,
sürüklercesine beni arabana götürüp, yerleştiriyorsun, yola koyuluyoruz. Fakat
sen araba kullanmaktan hep çekinirdin, trafikten nefret ederdin, motorlu
araçlardan hoşlanmazdın... "Senin için iki gün sempozyumdan kaçacağım"
diyorsun. Teypte Fransızca bir şarkı: Hiç değilse bu değişmemiş. Gözümün
ucuyla seni süzüyorum. Sakalını ve bıyığını kesmişsin, kısacık Amerikan stili
saçların, iri çerçeveli gözlüklerinle, bol, plili kumaş pantolonun, devetüyü
şık paltonla yine çok zarif, yine çok hoşsun ama, bu daha çok "Genç İş
Adamları" tipinde bir görüntü, oysa sen... Her şeyi anlamış gibi, "Biraz
YUPPIE gibi değil mi?" diyorsun. Çok huzursuz ve yabancılaşmış, yanında
oturuyprum. Keşke gelmeseydim!

Kahvaltı ediyoruz. Yüzünde, biraz eski ifadeni, o çok güzel
delikanlıyı arıyorum, sanki her şey çok ustaca maskelenmiş. Bulamıyorum.
Gözlerinin kenarlarında kırışıklıklar, sakin, kontrollü, yakışıklı bir adam,
hepsi bu. Çok sıradan. Keşke gelmeseydim. Sigara ikram ediyorsun, yakarken
ellerinin hâlâ titrediğini fark ediyorum. Paketi masaya bırakıyorsun: Prince.
Yüzüme bakmadan soruyorsun: "Hayal kırıklığı mı?" Yalan söylüyorum. "Hayır,
değişikliğe alışıyorum." Kahvelerimizi açık büfeden yenileyip masaya
döndüğünde, "Evet," diyorsun, "Evet, değiştim. Toplu yerlere yalnız
gittiğimde, kimsenin ne düşündüğünü umursamıyorum artık. Fakat sen aynısın;
yalan söylerken gözlerime bakamıyorsun." Gülüyoruz. Gülerken bir ara seni
buluyorum, sonra yine kaybediyorum. İki gün Fransız Lokantalarında yiyor,
Stockholm'ün eski mahallesi Gamla Stan'da kolkola dolaşıyor, Modern Müze'de
uzun uzun Picabia seyrediyor, eskileri, ortak tanıdıklarımızı konuşuyor,
tiyatroda Hiroşima Sevgilim'i izliyoruz. Else'nin üç oğlu olmuş, yine
gülüyoruz. Fırsatı kaçırmıyor, soruyorum: "Peki ya sen Lasse?" Kısacık
anlatıyorsun. Senden altı yaş büyük, çok zarif, ressam bir sevgilin varmış,
işinden zevk alıyor, okuyor, yazıyormuşsun. Annene armağanlar almıyormuşsun
artık, Noel'lerde bir kart atıyormuşsun, son yıllarda kendinle barışık
yaşıyormuşsun. Sesindeki içtenliği duyuyor ve sana inanıyorum, ama nedense
içim eziliyor, âdeta kederleniyorum. Ne utanç! Oysa sevinmem, mutlu olmam
gerekmez mi? İşte başarmışsın, kendini kurtarmış, akıllı, sağlıklı bir adam
yaratmışsın, dağılıp eriyeceğine... Her şeyinin, tüm yeteneklerinin ve aklının
önüne çıkıp, onları ikinci planda bırakan güzelliğini konrtol altına almışsın,
kendine güvenin gelişmiş; çağımızın adamı olmuşsun işte... Peki ben ne
haltetmeye böyle hüzünleniyorum? Bilmiyorum. Anlatılmaz bir keder soluk almamı
engelliyor, nefes nefese kalıyorum. Çok aptalca buluyorum bu halimi. Seni
kaybetmiş gibi hüzünleniyorum. İyi ama, sen hiç benim olmadın ki. Sen bir
erkekten çok, katıksız güzelliktin. Bambaşka bir tutkuydu benimkisi... Pazar
gecesi limanda kucaklaşıyoruz. Yolcular bilet kontrolünde kuyruk olmuşlar,
yarım saat sonra Stockholm'den ayrılacağım. Bir daha ne zaman görüşeceğiz,
bilmiyorum. Pek çok kederliyim. Bana çiçekler, çukulatar almışsın, çantama
tıkıştırıyorsun. Artık ayrılmamız gerek, elini tutup, "Yeniden görüşmek üzere
Lasse" diyorum. Sesim öyle dramatik ki; en ucuz melodramda bile daha kötüsü
olamaz. Rezalet! Elimi avuçlarına alıp, "Heyy" diyorsun. "Hey sevgili, çok
sevgili kadın, yine de bende bir şeyler eksik." Hayretle bakıyorum.
Gözlüklerini çıkartıp, sıcacık gülümsüyorsun: İşte o güzel oğlan çocuğu,
karşımda, bana bakıyor. "Bende hep bir şeyler eksik olacak, ama bütün dünya
değil, yalnız sen bileceksin bunu artık." Sevinçten gözlerim doluyor.
Kucaklaşıyoruz. "Sizin oralarda kadınlar üniversiteye gitmez sanırdım ben, hem
boyunuz da benden uzun!" diyorsun annenin sesiyle abartarak. Kahkahalarla
gülüyoruz. Vapurum kalkıyor. Limanda bana el sallayan yeni-genç adama
bakıyorum. Pastayı aşırdığımızı kimse bilmiyor, bu bizim sırrımız ve bu yüzden
keyifliyiz. Tarihsiz bir mutlulukla gülümsüyorum.


Kasım 1985, Finlandiya.

Buket Uzuner
Benim Adım Mayıs, Remzi Kitabevi


Buket Uzuner'in 'Stockholm'de Ölüm' hikayesi
http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=258
Emre Sururi tarafından, 08/02/2001 tarihinde gönderildi.
Epigraf: Online Türkçe Edebiyat Arşivi | http://epigraf.fisek.com.tr