Epigraf, Uzak Ülke projesinin elemanıdır

Yastığımdan kuşkulanırım... O da yalan. | Fikret Kızılok

Çeşm-i Bülbülün İçindeki Cin / A.S. Byatt


Kamerrüzzaman'ın öyküsünde beni ilgilendiren şey ise, dedi Orhan,
inatçı prensin kaderini normal insanlarınkine benzetme çabasında cinlerin
oynadıkları roldür. Kamerrüzzaman, Halidan Sultanı Şahriman'ın pek sevgili tek
oğludur. Babasının ilerlemiş yaşında, bakire bir cariyeden doğmuş bir dünya
güzelidir. Ay kadar, ilk baharda açan çiçekler kadar, melekler kadar güzeldir.
Çok sevimlidir ama gözü kendisinden başkasını görmez. Babası, hanedanı
sürdürmek amacıyla evlenmesini istediğinde, nice bilge kişinin kitaplarından,
kadınların riyakarlığı ve kötülükleri hakkında yazılarınlardan örnekler
getirerek isteksizliğini açıklar. "Bir kadını yanıma yaklaştırmaktansa ölmeyi
yeğ tutarım," der prens Kamerrüzzaman. "Beni zorla evlendirmeye kalkarsanız,
inan olsun kendimi öldürürüm," der. Babası bir yıl boyunca konuyu bir daha
açmaz. Bu arada oğlan daha da güzelleşir ve konu ikinci kez açıldığında
anlaşılır ki, geçen zaman içinde daha da çok kitap okumuş, kadınların
ahlaksız, akılsız, iğrenç olduklarına daha da çok inanmış, onlarla herhangi
bir alışverişe girmenin ölümden beter olduğuna kesin karar vermiştir. Aradan
bir yıl daha geçer, vezirine danışan Şah, saray ileri gelenlerinin önünde
oğluna bir kez daha öneride bulunur ve küstah bir yanıt alır. Bunun üzerine,
gene vezirin tavsiyesine uyarak oğlunu eski bir Roma kalesine kapatır, aklı
başına gelinceye dek orada kalacağını söyler.

Meğer o kalenin sarnıcında bir cinniya (dişi cin) yaşarmış, imanlı,
enerjik bir Hazreti Süleyman kuluymuş. Belki bilirsiniz, belki bilmezsiniz,
cinler Allahın yarattığı üç akıllı türden biridirler -ışıktan oluşmuş
melekler, ateşten oluşmuş cinler ve dünyanın toprağından oluşmuş insanlar.
Cinlerin de üç türü vardır -uçan cinler, yürüyen cinler, suya dalan cinler.
Onlar da insanlar gibi, Tanrının kulları ve İblisin kulları olarak ikiye
ayrılırlar. Kur'an sık sık cinleri de, insanları da tövbekar olmaya, Allaha
inanmaya çağırır; ayrıca, insanlarla cinler arasında cinsel ilişkileri ve
evlenmeyi düzenleyen hukuki kurallar vardır. Cinler bu dünyanın
yaratıklarıdır, kimi kez görülür kimi kez görülmezler; genellikle hamamlarda
ve helalarda bulunurlar ve göklerde uçabilirler. Kendilerine özgü karmaşık bir
toplumsal düzenleri ve hiyerarşileri vardır ama bu konuya girmeyeceğim. Burada
söz konusu olan Maymune adlı cinniya uçan cinstenmiş, Kamerrüzzaman'ın
hapsolduğu kalenin yanından uçarken onu pencereden görmüş, uyumakta olan genç
adamın güzelliğine hayran olup içeri girmiş, onu bir süre seyretmiş. Oradan
çıkıp gece içindeki yolculuğunu sürdürürken Daniş adlı sefih ve imansız bir
uçan ifrite rastlamış. Bu ifrit ona, Bedrilbüdür adlı dünya güzeli bir Çin
prensesinden söz etmiş. bu kız da kilit altındaymış çünkü kocaya verildiği
takdirede canına kıyacağını söylüyormuş. "İpeklerin bile temasına dayanamayan
bu vücudum bir erkeğin kaba saba dokunuşlarına nasıl dayanır?" diyormuş. İki
cin, bulundukları yerde daireler çizerek uçarken tartışmaya başlamışlar, insan
denen yaratıkların erkeği mi daha güzeldir, dişisi mi diye. Sonunda cinniya,
gidip prensesi Çin'den getirmesini söylemiş ifrite. Bir saat içinde ifrit
uyuyan prensesi alıp getirmiş. Kamerrüzzaman'ın yanına varmışlar ki ikisini
kıyaslayabilsinler. Dişi cin ile erkek cin, uzun uzadıya, hem de vezinli
kafiyeli tartışmışlar ama hangisinin daha güzel olduğuna karar verememişler.
Derken üçüncü bir varlığa danışmaya karar vermişler, heyula bir yaratık
çağırmışlar. Bu yaratığın altı boynuzu, üç çatallı kuyruğu, kamburu, biri
koskocaman, öteki minicik iki kolu, pençeleri, toynakları, canavar
boyutlarında upuzun erkeklik organı varmış, yatağın çevresinde dönerek dans
etmeye koyulmuş. Demiş ki, bu kusursuz güzellerin hangisinin daha güçlü
olduğunu sınamanın tek yolu, ikisini de sırayla uyandırmak, hangisinin ötekine
daha çok tutulduğunu görmektir, kim karşısındakinde daha çok arzu uyandırırsa,
kazanan o olacaktır. Bunu da yapmışlar; prens uyandırılmış, istek ve saygı
duyguları içinde bayılmış, ve arzusunu doyuramadan yeniden uyutulmuş. Derken
prenses uyandırılmış, duyduğu arzu o kadar büyükmüş ki, uyumakta olan prensi
de aynı ölçüde uyarmış ve "olan olmuş". Kamerrüzzaman ile Bedrilbüdur'un
birbirlerinden ayrı düşüp deliye dönmelerini, prensin falcı kılığına girip
kaybettiği aşkını bulmak için yollara düşmesini, evlenmelerini, tılsımlı
muskaları bir şahin tarafından çalındığı için yeniden ayrılmalarını,
Bedrilbüdur'un kocasının kılığına girerek yollara düşmesini, bu kılıkla bir
prensesi kendisine aşık etmesini, aynı kılıkla kocasını da baştan çıkarıp
adamı sapık sandığı bir ilişkiye sürüklemesini, falan anlatıp irdelemeye
girişmeden önce başka bir şey üstünde durmak istiyorum. Kamerrüzzaman,
Bedrilbüdur'un bikrini izale ederken çevrelerinde birtakım cinler bulunuyor,
bunlar insan vücudunun güzelliği karşısında müthiş keyifleniyorlar. Ne ilginç,
daha doğrusu gariptir ki, gizli olduğu sanılan ilk aşkı-ı vuslat, birtakım
tuhaf yaratıkların ağzından ve gözlerinden anlatılıyor. Üstelik bu yaratıklar
da olaya derinden karışmış kişiler; bir yerde, at yarışlarında belli bir ata
oynayan beyler, muhabbet tellaları, mizansen kurucuları, öykü anlatıcıları, ya
da oda hizmetkarlarının karışımı gibiler bu tipler. Anlatımın bu noktası, dedi
Orhan, beni her zaman hem şaşırtır hem de hoşuma gider çünkü olay üç sihirli
varlığın bakış açısından anlatılmaktadır, esas elebaşı dişidir, iki erkek
ikincil durumdadırlar. İnsan yaşamının en gizli ve seçim gerektiren anı -yani,
bekaretin karşılıklı giderilmesi, aşkın doruk noktasına birlikte ulaşılması ve
topyekün mutluluk- burada, gökten, topraktan ve sarnıçtan fırlayıp gelmiş üç
ateş yaratığının kendi aralarındaki rekabet, merak ve kaprislerinin bir sonucu
olarak gerçekleşiyor. Kamerrüzzaman ve Bedrilbüdur -ki burada Kont Walter'ı
hatırlatıyorlar- özgürlüklerini ve iradelerini korumaya çalışmaışlar, karşı
cinsi çirkin, iğrenç ve baskıcı bularak reddetmişler ama işte, en derin bir
rüya içinde kaderlerine boyun eğiyorlar; ve bu sahne duygusallık ile komedi
arası bir stilde gözle görünmeyen tuhaf bir üçlü tarafından yönteiliyor. Bu
üçlünün en taşkını -anlatım açısından en fazla kaçanı- ise aynı zamanda en
irisi, en münasebetsizi, en çok akılda kalanı, çatal kuyruklu, boynuzlu,
ürkütücü ölçüde ölçüsüz, sağlam yapılı toprak yaratığı devdir ve uyumakta olan
iki güzelin kusursuz biçimlerinin çevresinde coşkulu bir sevinçle dans
etmektedir. Sanki düşlerimiz bizi seyrediyorlar ve yaşamımızı dışardan
kattıkları canlılıkla yönetiyorlar da, biz baygın durumda onların keyifleri ne
isterse onu yapıyoruz. Tabii cinler, düşlerden daha somut olup genç prensler
ve prenseslerle uğraşacaklarına daha başka bir sürü işleri, güçleri, ilgi
alanları var.....

=======================================================================

"Sizin köleleriniz sağlıklı ve güler yüzlü insanlar," dedi. "Hoş bir
şey bu."

"Kölemiz yok, artık kimsenin kölesi filan yok -en azından batıda ve
Türkiye'de yok. Hepimiz özgürüz," dedi Gillian ve sözler ağzından çıkar çıkmaz
gerçeği böylesine basitleştirdiğine pişman oldu.

Cin düşünceli düşünceli konuştu: "Köle olmadığına göre, yoksa Sultan
da mı yok?"

"Sultan multan kalmadı. Burası cumhuriyetle yönetiliyor. Benim ülkemde
bir kraliçemiz var ama onun da hiçbir erki yok. Kendisi temsili bir kişilik."

"Saba Melikesinin erki vardı," dedi cin, kaşlarını düşünceli bir
edayla çatarak. Sofraya hurma, şerbet, bıldırcın ve kestane şekeri ekleyerek.
"Bana derdi ki... casusları Yüce Süleyman'ın çölde zafer üstüne zafer
kazanarak ilerlediği haberini uçurmuşlardı ona... derdi ki bana, ben ki yüce
bir kraliçeyim, evlilik denen hapishaneye nasıl girerim, beni bir erkeğin
yatağına bağlayan gözle görülmez zincirlere nasıl boyun eğerim? Böyle bir şey
yapmamasını öğütledim ona. Dedim ki, bilge olan sensin, göklerde uçan,
aşağıdaki kentleri, sarayları, dağları şaşmaz bir gözle görebilen bir kartal
kadar özgürsün. Dedim ki ona, gövden zengin, gövden muhteşem, ama kafan daha
zengin, daha muhteşem ve daha dayanıklı -çünkü kısmen bizim türümüzdendi ama
senin gibi ölümlüydü o da. Cinler ile ölümlüler ölümsüz yavrular meydana
getiremezler- tıpkı atlarla eşeklerin ancak üreme gücü olmayan katırları
meydana getirdikleri gibi. Haklı olduğumu çok iyi bildiğini söyledi bana;
kimsenin girmesine izin olma iç odasında, ipek minderler arasında oturmuş,
uzun kara saçlarını ellerinde evirip çeviriyor, kaşlarını çatmış derin derin
düşünüyordu. Onun memelerinin yuvarlak dolgunluğuna, belinin inceliğine, iki
kocaman, ipeksi kum yığınını andıran kalçalarına baktıkça arzu içinde
kıvranıyordum ama bunu kendisine belli etmedim. Benimle oynamayı severdi
çünkü, doğduğundan beri tanıyordu beni; görünmez olup kim bilir kaç kez yatak
odasına girip çıkmış, gül dudaklarını öpmüş, sırtını okşamıştım o büyüyene
dek. Dişi köleleri kadar iyi tanırdım onu, zevkten titremesini sağlamak için
nerelerine dokunacağımı bilirdim, ama hepsi bir oyun niteliğindeydi; bana
ciddi konularda danışmayı severdi. Ne bileyim, Acem ya da Besarabya kralının
niyeti neymiş, gazalın yapısı nasılmış, öfkeyi, umutsuzluğu yatıştırmak için
hangi ilaçlar gerekliymiş, yıldızların durumu ne gösteriyormuş, öyle şeyler
işte. Benim haklı olduğumu bildiğini söyledi; sahip olduğu en doğru, en gerçek
şeyin özgürlüğü olduğunu, bunu elden kaçırm aması gerektiğini de biliyordu;
ama bu konuda onu destekleyen bir tek benmişim (yani, ölümsüz bir cin) bir de
birkaç kadın; sarayının mensupları olan erkekler ve de kadınlar ve insan
akrabaları, söz konusu Süleyman (Allah rahmet eylesin) ile evlenmesinden
yanaymışlar. Çülde kendisine doğru her gün biraz daha yol alan bu adam
gittikçe kafasında büyüyordu -ben, gözlerinin önünde bir büyüyüp bir
küçülürken. Sonunda gerçekten gelip de karşısına dikildiğinde ben davayı
kaybettiğimi anladım. Melike onu arzuladı. Doğrusu adam arzulanmayacak gibi
değildi. İpek şalvarının içindeki kasıkları, butları kusursuz güzellikteydi,
parmakları uzun ve ustaydı, kadın gövdesini ud çalar, flüt çalar gibi
çalmasını biliyordu. Ama, ilk başta, Saba Melikesi onu arzuladığının
bilincinde değildi. Bense, aptal gibi, ona kendi vakur bağımsızlığından,
canının istediği gibi gezip tozma özgürlüğünden söz edip duruyordum. Her
dediğimin doğruluğunu kabul etti, kafasını ciddi ciddi salladı ve bir
keresinde sıcak bir göz yaşı döktü. Döktüğü yaşı yaladım -ömrümde hiçbir
yaratığı, kadın olsun, cin olsun, peri olsun, taze soyulmuş bir kestaneyi
andıran oğlan olsun bu kadar arzulamamıştım. Derken Belkıs, onu bir dizi
imkansız sınava tabi tuttu: koca sarayda belli bir kırmızı ipliği bulmasını,
annesi olan ecinninin adını söylemesini, kadınların en çok ne istediklerini
bilmesini istedi. İşte o zaman daha iyi anladım ki artık işim bitmiştir, çünkü
bu Süleyman yeryüzünün kurtlarıyla, göklerin kuşlarıyla, ateş diyarının
cinleriyle konuşabiliyordu. İpliği bulmak için karıncaları koşturdu, ateş
diyarından bir ifrit çağırıp ismi öğrendi, ve kadınların en çok ne
istediklerini onun gözlerinin içine bakıp da söyledi. Bunun üzerine ecem
gözlerini yere çevirip onun her şeyi doğru bildiğini açıkladı ve onun dileğini
kabul etti. Onun karısı oldu, onun koynuna girdi, hiç kimsenin aralamamış
olduğu perdeyi ona açtı, o güne dek hiç duymadığım, bir daha da hiç
duymayacağım tatlı solukları ona harcadı. Süleyman onun bikrini y ardığında,
ipek çarşaflar üstüne kıpkızıl bir şeridin aktığını gördüğümde öyle bir ah
etmişim ki, beni duydu, orada olduğumu farketti. Büyük bir büyücüydü o, allah
rahmet eylesin, görünmez olduğum halde beni gördü. Öylece uzanmış yatıyordu,
kendi teriyle kadının teri vücudunda birbirine karışmıştı. Melike'nin
gövdesindeki birtakım küçük aşk ısırıklarının izlerini -son derece artistik
ama ne yazık ki görünmez olmayan- farketti, boynunun yumuşacık derinliklerinde
ve de başka yerlerde de -artık siz tahayyül edin. Neyse ki akıttığı bakire
kanı ortadaydı, yoksa beni daha kötü bir kader bekliyor olabilir. Ağzından
çıkan büyülü bir sözcük, beni hemen oracıkta bulunan madeni bir şişeye
hapsetmeye yetti. Şişenin üstüne kendi mührünü bastı. Ecem ise hiçbir şey
demedi, benim için herhangi bir ricada bulunmadı -oysa İblisin cini değilim
ben, imanlıyım- yalnızca sırt üstü uzanıp içini çekti, tatlı dilini inci
dişleri üzerinde gezdirdiğini, elini uzatıp erkeğin kendisine onca keyif veren
bölümlerini okşadığını gördüm. Onun için bir hiçtim, şişeye kapatılmış bir
soluktum. Böylece Kızıl Deniz'e fırlatıldım benim gibi pek çokları gibi ve iki
bin beş yüz yıl orada süründüm ta ki balıkçının biri beni ağında bulup şişeyi
zengin bir tüccara satıncaya dek. Tacir beni İstanbul'da bir pazar yerine
getirdi. Orada beni Muhteşem Süleyman'ın kızı Mihrimah Sultan'ın
cariyelerinden biri satın aldı ve beni Eski Saray'daki harem dairesine
götürdü.

Gillian öyküyü yarıda keserek sordu: "Söyle bana, kadınların en çok
istediği nedir?"

"Bilmiyor musun?" dedi cin. "Sen kendin bilmiyorsan, ben sana
söyleyemem."

"Belki her kadın aynı şeyi istemez."

"Belki de sen farklısın. Senin isteklerin, Cil-yan Peri-han tarafından
anlaşılmış değil. Düşüncelerini okuyamıyorum, bu da ilgimi uyandırıyor. Bana
yaşamını anlatmayacak mısın?"

"İlginç bir yaşamım yok. Prenses Mihrimah seni satın aldıktan sonra
neler olduğunu anlat."

"Bu hanım, padişah Sultan Süleyman ile gözdesi Rokselana'nın kızıydı.
Galiçya'dan gelme, kızıl saçlı, Ukraynalı bir papazın kızı olan Rokselena'ya
Hürrem adını vermişler -gülen kadın anlamına. Bu kadın, eli bayraklı bir ordu
kadar korkunçtu. Sultan'ın ilk aşkı olan, pek sevdiği Gülbahar'ı yenmiş, bir
erkek çocuk doğurunca da, yırtıcı kahkasıyla onu evlenmeye zorlamıştı. O güne
kadar hiçbir Hıristiyan gözde padişahın nikahına girmeyi başaramamıştı. Sonra,
mutfaklarda yangın çıktığında (sizin tarihinizle 1540 olmalı) tüm maiyetiyle
birlikte -anında karınlarının deşileceğinden korkan, takunyaları üstünde tir
tir titreyen 100 cariye, hadım ağaları, vesaire- doğruca Sultan dairesine
gitmiş ve esas saraya yerleşmiş. Adamları padişahtan çok onun korkunç
kahkasından çekinirlermiş. İbrahim boğdurulduktan sonra Mihrimah'ın kocası
Rüstem Paşa sadrazam olmuştu. Muhteşem Süleyman'ı hatırlıyorum: yuvarlak
yüzlü, mavi gözlü, koç burunlu, aslan gövdeli, sakallı, uzun boyunlu, iri yarı
bir adam llığa yakışan bir adamdı, korkusuzdu, uzlaşma nedir bilmezdi,
muhteşemdi... Ondan sonra gelenler hep salak ya da çocuktular. Bu da tabii o
kadının, Rokselena'nın suçuydu. Gülbahar'ın oğlu şehzade Mustafa'ya karşı
olmadık entrikalar çevirdi; babasına benzeyen, iyi bir hükümdar olabilecek
Mustafa'nın hain olduğuna inandırdı Süleyman'ı. Ve bir gün, şehzade babasının
dairesine mertçe girdiğinde, ellerinde ipekten urganlar bulunan dilsiz
cellatlar onu bekliyorlardı. Kendisine çok bağlı olan yeniçerilere seslenmek
istedi ama onu yere yıkıp soluğunu kestiler. Olayı gözlerimle gördüm. O sırada
emrinde olduğum genç kız -Mihrimah'ın kölelerinden biri- göndermişti beni,
olup biteni öğreneyim diye. Hıristiyan bir Çerkez kızıydı, adı da Gülten.
Hanımının banyosunda dökecek bir esans şişesi sanarak açmıştı içinde
bulunduğum şişeyi. Benim zevkime göre biraz fazla solgundu -korkaktı da, ikide
bir ellerini oğuştururdu. Ona ilk göründüğümde, anında bayıldı. Onu
ayıltıncaya dek canım çıktı. Beni azat ett iği için üç dilek dileme hakkına
sahip olduğunu, ona kötülük yapmaya niyetim olmadığını, zaten dilekler
gerçekleşinceye kadar ben de kçle olduğumdan ona zararım dokunamayacağını uzun
uzun anlattım. Meğer zavallı kızcağız Şehzade Mustafa'ya deli gibi aşıkmış,
ilk iş delikanlının gözüne girmeyi diledi. Bu gerçekleşti, şehzade onu
çağırttı, ben de onunla birlikte yatak odasına girdim, erkeğini nasıl memnun
edeceğini kulağına fısıldadım. Prens babasına benziyordu, şiirlere, şarkılara,
görgülü davranışlara bayılırdı. Derken aptal kız hamile kalmayı diledi-"

"Bundan tabii ne olabilir?"

"Belki tabii, ama aynı zamanda aptalca. Dileği hamile "kalmamak" için
kullansa daha akıllıca davranmış olurdu. Ayrıca, dileği böyle alelacela
harcaması da yanlıştı çünkü ikisi de gençtiler, ihtiraslı, ateşliydiler, ben
işe karışmasam bile olacaktı olanlar, bense ona daha önemli konularda yardım
edebilirdim. Çünkü, tabii, Gülten'in Mustafa'nın bebeğini taşıdığını öğrenir
öğrenmez Rokselena harekete geçti, hadım ağalarına emir vererek kızcağızı bir
çuvala tıktırıp Saray Burnu'ndan Boğaz'ın sularına attırdı. Ben de tam
Mustafa'nın boğulmasına şahit olup geri dönmüştüm, bekledim ki son dileğini
dilesin. Ne dileyecekti bilemiyorum, bulunduğu yerden uzakta olmayı, çuvalın
içinden kurtulmayı, yeniden Çerkezistan'a dönmeyi... her neyse işte, o zaman o
da kurtulacaktı, ben de. O yaşayacak ve çocuğunu doğuracak, ben de istediğim
yere uçup gidecektim. Ama kızcağız soğuktan donmuş gibiydi, dudakları korkudan
morarmıştı, kocaman mavi gözleri yuvalarından fırlamıştı. Bahçıvanlar da
(cellatla zamanda bahçıvandılar) onu ölü bir gül fidanı gibi çuvala soktular,
sırtlarına vurup Boğaz'ın üstündeki uçuruma taşıdılar. O adna onu kurtarayım
dedim, ama düşündüm ki kendisi MUTLAKA, hatta elinde olmadan, yaşamayı
isteyecektir. Onun için bekledim, bahçede görünmez olarak arkalarından gittiö
-bütün güller açmıştı, havayı bayıltıcı bir koku sarmıştı- ama, ben onun
herhangi bir dilek dileyecek durumda olmadığını kavrayıncaya kadar uçurumdan
yuvarlanmış, sularda boğulmuştu.

"İşte böyle, ortalıkta kalakaldım," diye devam etti cin. "Yarı yarıya
azattım ama üçüncü dilek yüzünden hala şişeye bağlıydım. Gündüzleri, sihirli
mataradan fazla uzaklaşmamak şartıyla şurada burada gezinebiliyordum ama, gece
oldu mu küçülüp yeniden onun içine girip uyumam gerekiyordu. Haremde
tutsaktım, kolay kolay kurtulacağım da yoktu, çünkü şişem bir hamam taşının
altında gizliydi. Boğulup gitmiş olan Çerkez kızının gizlice gevşettiği ve
kendisinden başka kimsenin bilmediği bir taş-altı. Böyle kapalı yerlerde
yaşamaya mahkum kadınlar, birşeyler saklamak için kendilerince gizli yerler
ayarlarla -çünkü kendilerine özel bir iki şeyleri olsun isterler ya da
mektuplarını falan saklayacak kendilerinden başka kimsenin -öyle sanırlar,
yazık- bilmediği bir yerleri olsun. Bense o oynak taşa ve şişeye kimsenin
dikkatini çekemedim. O gibi şeylere gücüm yetmiyordu.

"Böylece yüzyıla çok yakın bir süre Topkapı Sarayı'nda dolandım
durdum. Şiirsel bir deyim gerekiyorsa, hamam taşının altındaki şişeye ipek bir
urganla bağlıydım. Rokselena'nın binbir hileyle Muhteşem Süleyman'ın aklını
çelip onu Acem Şahına bir mektup yazması için kandırışını izledim. ŞAhın
yanına sığınmış olan en küçük oğulları Beyazıd'ın öldürülmesini istiyordu;
Şah, konukseverliğe aykırı düşeceği için bunu yapmayı kabul etmedi ama, adet
olduğu üzere, dilsiz Türk cellatlarının işi bitirivermesine izin verdi.
Böylece dört oğluyla birlikte başı vuruldu Beyazıd'ın, üç yaşındaki beşinci
oğlu Bursa'da gizleniyordu. Çok iyi bir hükümdar olabilirdi oysa -yani,
genelde herkes öyle düşünüyordu."

"Neden?" diye sordu Gillian Perholt.

"Adet öyleydi, hanımım; bir de Rokselana en büyük oğlu Selim'in
güvenlik içinde tahta oturmasını istiyordu. Sarı Selim derlerdi ona, Ayyaş
Selim, Şair Selim... bir gece çok fazla şarap içtikten sonra hamamda ayağı
kayıp düştü, öldü. Rokselana da çoktan ölmüş, Süleymaniye Camiinin
bahçesindeki kabrine gömülmüştü. Süleymaniye Camii, Muhteşem Süleyman'ın
yüceltmek için ünlü Mimar Sinan tarafından, Aya Sofya ile boy ölçüşmek üzere
yapılmıştı. Yıllar geçti, padişahlar geldi geçti, hepsini gördüm: Üçüncü
Murat'ı kadınlar yönetiyordu, beş kardeşini boğdurdu; Üçüncü Mehmet on dokuz
kardeşini boğdurdu ve hepsine muhteşem cenaze törenleri yaptırdı. Dervişin
biri daha elli beş yıl yaşayacağını kehanet etmişti -elli beşinci yılında
korkudan titreyerek öldü. Dindar deli Mustafa'nın şehzadelerin kapatıldığı
kafeslerden çıkarılıp tahta oturtulduğunu, tahttan indirildiğini, Genç Osman
katledildikten sonra yeniden tahta çıktığını, Dördüncü Murat tarafından
yeniden tahttan indirildiğini gördüm. ü Murat hepsinden zalim çıktı.
Düşünebiliyor musun, hanımım, bir adam ki çayırda dans edip oynayan bir dolu
genç kız görüyor ve şarkılarını çok yüksek sesle söyledikleri gerekçesiyle
hepsinin boğdurulmasını emrediyor? O günlerde onun dikkatini çekip gazaba
gelmemek için sarayda kimse ağzını açamazdı. Boynu vurulacağı korkusuyla
elinde olmadan dişlerini birbirine vuran bir adamı sırf o yüzden
öldürtebilirdi. Kendisi ölüm döşeğine düştüğünde ise, hayatta kalan tek erkek
kardeşi İbrahim'in ölüm fermanını çıkardı. Ama annesi, Yunan asıllı Valide
Sultan Kösem, ona yalan söyledi, İbrahim ölmediği halde, öldü dedi. Padişahın
gülümsediğini, cesedi görmek için yerinden doğrulmaya çalıştığını gördüm.
Sonra gerisin geriye yatağa düşüp can verdi.

İbrahim'e gelince: deliydi, zalim bir deli. Haremde büyümüştü, haremi
çok severdi. Haremdeki yaşlı kadınlardan birinin anlattığı masallara
bayılırdı. Kuzey Ukraynalı olan bu kadın, kuzeyli kralların odalıklarıyla
baştan aşağı samur kürk döşeli salonlarda, altlarında samur, sırtlarında samur
olduğu halde seviştiklerini anlatmıştı. Bunu duydu ya, o da kendine içi dışı
samur kaplı, düğmeleri değerli mücevherler olan bir kaftan yaptırdı. Nefsini
doyururken bu kaftanı giyerdi ve bir süre sonra koku dayanılmaz olurdu. Tensel
zevklerin, elinin altındaki ten ne kadar genişse o kadar artacağına
inandığından, yeniçerilerini ülkenin dört bir yanına salar, bulabildikleri en
şişman, en iri yarı kadınları koynuna getirmelerini buyururdu. Karanlık
kürkünün eteklerini yerlerde sürüyerek bu kadınların üstünde vahşi bir hayvan
gibi dolaşırdı. Benim yeniden şişeye tıkılmama da bu sebep oldu. Öyle bir
kadın getirdiler ki sonunda, inanılmaz şişmanlıkta, her yanından şehvet
fışkıran, soluğu tatlı ko inekten farksız, ayak bilekleri sizin şimdiki
belinizin iki katı kalınlıkta, madam, bir Ermeni Hıristiyan. Yumuşak başlıydı,
nefes darlığı vardı ve o kadar ağırdı ki tek ayağıyla bastığı gibi benim
şişenin altında saklı olduğu taşı yerinden oynattı. Hamamda birden karşısına
dikildim, korkudan solukları hırıltıya dönüştü. Ona, Valide Sultan'ın oo gece
gitmeye hazırlandığı ziyafette onu boğdurmayı tasarladığını açıkladım.
Bekledim ki bir dilek dilesin -bin kilometre uzakta olmayı dilesin, ya da
başka birinin Valide Sultan'ı boğmasını dilesin; hatta küçücük bir dilekte
bulunsun ve örneğin "Keşke ne yapacağımı bilebilseydim," desin. O zaman ona ne
yapacağını söyler ve özgür kanatlarımı çırparak dünyanın öteki ucuna uçardım.

Ne yazık ki bu tostoparlak hanım hem kendini beğenmişin biriydi, hem
de kafası ağır çalışıyordu. Dese dese ne dese beğenirsin? 'Yeniden şişenin
içine hapsolmanı diliyorum, gavur ifrit, benim pis ecinnilerle işim yok. Kötü
kokuyorsun,' diye ekledi ben yeniden dumana dönüşüp şişenin içine süzülürken.
Küçük Çerkezimi götürdükleri gül bahçesine götürdü matarayı ve beni kendi
elleriyle denize attı Sarayburnu'ndan. Bahçenin toprak yollarından yürürken,
etlerinin şehvetle, löpür löpür titrediğini hissediyordum. Yıllardır bu kadar
çok hareket etmemişti belki diyecektim ama haksızlık etmiş olurdum. Sultan
İbrahim'in bir takım uç hevesleriyle başa çıkabilmek için kaslarını gerektiği
gibi kullanmasını öğrenmişti mutlaka. O gece, tama da söylemiş olduğum gibi,
Kösem onu boğdurttu. Rokselana ya da Kösem gibi cerbezeli sultanlar tarafından
azat edilseymişim çok daha ilginç şeyler yaşayacakmışım tabii, ama kaderim
kadınsı kadınlardan açılmış.

Uzun lafın kısası, bir yüz elli yıl daha Boğaz'ın dalgalarıyla
çarpıştım. Gene bir balıkçının ağına takıldım, bu kez antika niyetine İzmirli
bir tüccara satıldım. O da beni genç karısı Zefir'e aşkının bir yadigarı
olarak armağan etti. Genç kadın alışılmadık biçimli şişeler, kavanozlar
koleksiyonu yapıyordu. Üstümdeki mührü görür görmez tanımış, çünkü masal ve
tarih okumaya çok meraklıymış. Bana sonradan anlattığına göre, kapağı açsa mı
açmasa mı diye düşünmekten bütün gece uyuyamamış. Yüzyıllar boyunca hapis
kaldıktan sonra kendisini azat eden kişiyi -onca geç kaldığı için- öldürmekle
tehdit eden cin kadar öfkeli olmamdan korkuyormuş. Ama Zefir cesur bir
yaratıktı, bilgiye susamıştı ve sıkıntıdan patlıyordu, böylece bir gün
odasında yalnızken mührü açtı..."

Cin, anılarla dolu bir hayal dünyasına dalmışçasına bir süre
sustuğundan Gillian üsteledi:

"Nasıl bir kadındı?"

Gözleri kapalıydı, kocaman burun delikleri hafiften titredi.

"Aaaah, Zefir," diye içini çekti. "Daha on dördündeyken kendisinden
epeyce yaşlı bir tüccara gelin gitmişti. Adam ona iyi davranıyordu; yani
birine oyuncak bir köpek, şımarık bir bebek ya da kafeste tombul bir kuş gibi
davranmak, ona iyi davranmaksa eğer. Oldukça güzel sayılırdı, sert çizgili,
esmer, derin kara gözlüydü, ağzının iki köşesini aşağı çeken öfkeli bir
görünüşü vardı. Ters, dikkafalı, aksi biriydi, yapacak hiçbir işi yoktu.
Adamın daha yaşlı bir karısı daha vardı ve Zefir'i hiç sevmez, onunla
konuşmazdı; hizmetçilerin ise arkasından alay ettiklerini sezinliyordu. Bütün
vaktin ipek üstüne resimler işlemekle geçiriyordu. Her resmin bir öyküsü
vardı, öyküleri Şehname'den seçmişti -Rüstem ile Şah Keykavus masalı: cinler
gibi uçmak isteyen şah, zekice sayılabilecek bir metot da düşünmüş, dört güçlü
ve aç kartalı tahtının dört köşesine bağlamış, tahtın dört direğine de dört
olgun koyun budu asıp kendisi yerine yerleşmiş. Ete ulaşmak isteyen kartallar
hamle ede ede tahtı d da- göklere doğru uçurmuşlar. Ama bir süre sonra
kartallar yorulunca taht da, üstüne oturan da yere düşmüş. Zefir, şahı tüm
hızıyla baş aşağı düşerken işlemişti, düştüğünde canı fazla yanmasın diye
olacak, yere de bol çiçekli bir halı döşemişti çünkü onu deli değil, yüce
emelleri olan biri olarak hayal etmişti. İpek ibrişimlerle işlediği koyun
butlarının güzelliğini görecektin, aynı canlı -daha doğrusu ölü- gibi. Büyük
bir sanatçıydı Zefir, ama sanatını kimse görmüyordu. Hep öfkeliydi, çünkü pek
çok şeyi yapma yeteneği olduğunu biliyor, ama bunları kendi kendine bile
tanımlayamadığından hepsi ona kötü birer rüya gibi geliyordu - yani bana öyle
söyledi. Bir türlü kullanamadığı enerjisinin onu içten içe yiyip bitirdiğini
de söyledi. Bir ara cadı olduğuna da inanacakmış, ama erkek olsa yapmayı
düşündüğü her şeyin olağan karşılanacağını da biliyordu. Erkek olsaydı, batılı
olsaydı, bir ara Süleyman'ın sarayında dillerden düşmeyen Leonardo'ya rakip
olurdu, eminim...

"Neyse, ona matematik öğrettim, astronomi ve birçok dil de.
Mutluluktan uçuyordu, benimle gizli gizli çalışmaktan büyük keyif alıyordu.
Şiir de öğrendi -Saba Melikesinin seyahatleri üstüne bir destan yazdık
birlikte. Tarih de çalıştık, ona Türkiye'nin, Eski Roma İmparatorluğu'nun,
Kutsal Roma İmparatorluğu'nun tarihlerini öğrettim. Ona birçok dilde romanlar
getirdim, sonra felsefi yapıtlar, Kant, Descartes, Leibnitz-"

"Bir dakika," dedi Gillian. "Dileği bu muydu, ona bunları öğretmeni mi
dilemişti senden?"

"Tam öyle sayılmaz," dedi cin. "Okumak, öğrenmek, bilge olmak
istiyordu, bense Saba Melikesini tanımış biri olarak, bilge bir kadının nelere
gereksindiğini..."

"Peki, oradan uzaklaşmayı neden dilemedi?" diye sordu Gillian.

"Öyle yapmamasını tavsiye ettim. Eğer gidebileceği yerler ya da
dönemler konsunda yeterince bilgi sahibi olmazsa, dileğinin kötüye döneceğini
açıkladım. Acelemiz yok nasıl olsa dedim."

"Ona öğretmenlik yapmak hoşuna gidiyordu anlaşılan."

"İnsan türünden olanlar arasında ondan daha zeki bir varlık az
görülmüştür," dedi cin. "Üstelik yalnızca zeki de değildi." Suratını astı.
"Ona başka şeyler de öğrettim," diye sürdürdü. "Ama ilk başlarda değil.
Önceleri ona bir sürü kitap, defter, kağıt, kalem taşıdım, sonra bunları
geçici olarak onun şişe koleksiyonuna sakladım. Öyle ki, istediği anda kırmızı
cam şişesinden Aristo'yu ya da yeşil gözyaşı şişesinden Euclid'i
çağırabilirdi, benim onları yeniden kitap haline sokmam gerekmiyordu-"

Gillian sert bir sesle sözünü kesti: "Bütün bunlar dilekten sayılıyor
muydu?"

"Pek değil," diye kaçamak cevap verdi cin. "Ona bir iki sihir, büyü
falan da öğrettim, yardımcı olmak için... çünkü onu seviyordum."

"Seviyor muydun?"

"Onun öfkesini seviyordum. Elimdeki, onun çatık yüzünü güldürme gücünü
seviyordum. Ona kocasının öğretmediğini kendi gövdesinden zevk almasını
öğrettim."

"Onu oradan kurtarmak, elde ettiği yeni güçleri başka bir yerde
kullanmasını sağlamak konusunda fazla acele etmiyordun."

"Hayır. Mutluyduk. Ben öğretmekten hoşlanırım. Cinler arasında pek
görülmez bu - doğal olarak sizleri aldatmak, yanlış yola sürüklemek eğilimimiz
vardır. Öte yandan sizin türünüz arasında Zefir kadar bilgiye aç birini bulmak
da zordur. Vakitten bol bir şeyim yoktu."

"Ama onun vakti dardı," dedi Gillian. Duygularıyla öykünün içine
girmeye çalışıyordu ama, sanki cinin kendi duyguları yolu tıkamaktaydı.
Yıllarca önce ölmüş olan bu dahi Türk'e içinde otomatik bir kin uyanmış
gibiydi -kısacık bir süre içinde benimsediği cinin dudaklarında onu düşündükçe
hülyalı bir gülümseme belirmesine mi bozuluyordu? Öte yandan, cinin hem
kurtarıcı hem de hapseden kişi olma arzusuna.

"Bilmem ki," dedi cin. "Evet, o ölümlüydü, biliyorum. Hangi yıldayız?"

"Bin dokuz yüz doksan bir."

"Yaşasaydı yüz altmış dört yaşında olacaktı. Çocuğumuz da yüz kırk...
ki tabii onlar için mümkün değildi bu."

"Bir çocuk mu vardı?"

"Ateşten ve topraktan oluşmuş bir çocuk. Dünyanın dört bir yanına
onunla birlikte uçmayı, ona kentleri, kıyıları, ormanları göstermeyi
tasarlamıştım. Büyük bir dahi olacaktı oğlum -belki. Oysa doğup doğmadığını
bile bilmiyorum."

"Belki de kızdı."

"Kız... Elbette."

"Peki, neler oldu? Herhangi bir şey diledi mi? Yoksa, onu kendine
saklamak için dilemesini engelledin mi? Benim çeşm-i bülbülüme nasıl girdin?
Anlamıyorum."

"Çok akıllı bir kadındı, senin gibi Cil-yan, ve acele etmememin
bilgelik olduğunu biliyordu. Derken, sanıyorum ki -hayır, biliyorum ki- onunla
kalmamı istemeye -arzulamaya- başladı. Küçücük odasının içine bütün bir
dünyayı sığdırmıştık. Dünyanın her yanından bir şeyler getirirdim ona
-ipekler, satenler, şeker kamışı, tabakalarca yeşil buz, Donatello'nun
Perseus'u, papağanlarla dolu kuşevleri, çağlayanlar, ırmaklar. Birgün
dalgınlığıma geldi, benimle birlikte Amerikalara uçmayı diledi. Anında pişman
oldu, nerdeyse ikinci dileğini birinciyi bozmak için harcayacaktı. Hemen
parmağımı dudağına bastırdım, o kadar zekiydi ki hemen anladı. Onu öptüm.
Birlikte Brezilya'ya, Paraguay'a uçtuk, bir deniz kadar geniş olan Amazon
nehrini gördük, oradaki insan ayağı değmemiş ormanları, hayvanları gördük. Kuş
tüyünden pelerinimin içinde, başını kalbimin üstüne koymuştu, sıcacıktı.
Oralarda da kuştüyünden pelerinler takınmış ruhlar varmış, ormanların üstünde
onlarla karşılaşıp söyleştik. Sonra o den odasına getirdim, büyük bir sevinç
ve düşkırıklığı içinde bayıldı."

Cin bir süre daha sessiz kaldı. Lokum yemekte olan Dr. Perholt
üsteledi:

"Eeee, geriye iki dileği daha varken bir de hamile kalmış.
Hamileliğinden dolayı mutlu muydu?"

"Doğal olarak, bir bakıma, mutluydu büyülü bir bebek taşıdığı için.
Bir bakıma da, gene doğal olarak, korkuyordu. Çocuğunu güven içinde
büyütebilmek için belki de sihirli bir saray, gizli bir saray dilemesi
gerektiğini düşünüyordu. Ama istediği bu değildi - çocuk istediğinden bile
emin olmadığını söyledi bana. Nerdeyse oğlumuzu yok etmeyi dileyecekti."

"Ama sen onu kurtardın."

"Zefir'i seviyordum. Oğlan benimdi. Şişe içine kıvrılmış bir duman
virgülü gibi minik bir tohumdu; büyüdü, büyümesini izledim. Zefir'in beni
sevdiğine inanıyorum, oğlumuzun yok olmasını isteyemezdi."

"Belki de kızınızın. Yoksa, kız mı erkek mi olduğunu görebiliyor
muydun?"

Biraz düşündü.

"Hayır. Görmedim. Erkek olacağını düşündüm."

"Ama... doğduğunu görmedin mi?"

"Tartışıyorduk, sık sık. Dedim ya, öfkeli biriydi. Tabiat itibariyle.
Birden başlayıveren, gökgürültülü, şimşekli bir sağnak yağmur gibiydi.
Azarlardı beni. Hayatını mahvettiğimi söylerdi. Sık sık. Sonra yeniden oyunlar
oynardık. Ben kendimi küçültür, saklanırdım. Bir gün, onu eğlendireyim diye,
kocasının yeni hediye ettiği çeşm-i bülbüle saklandım; büyük bir zarafetle
içine girip kıvrıldım. Birdenbire ağlayıp haykırmaya koyuldu: "Keşke seni
tanıdığımı unutabilseydim," dedi. Va anında unuttu.

"Ama-" dedi Dr. Perholt.

"Ama, ne?" dedi cin.

"Neden yeniden şişeden çıkmadın? Bu seferkini Hazreti Süleyman
mühürlememişti ki-"

"Ona bir iki mühürleme büyüsü öğretmiştim, zevk için. Kendimi ona
teslim etmenin bana verdiği zevk, beni teslim almanın ona verdiği zevk için.
Kimi insanoğulları da yapıyor böyle şeyler, kelepçelerle, iplerle karşılıklı
güç oyunları oynuyorlar. Bir şişenin içinde olmak belirli bakımlardan -birkaç
bakımdan- bir kadının içinde olmaya benzer. Öyle bir acı ki, belirli
zamanlarda zevkten ayırt edilemez. Bizler ölemeyiz, ama bir şişenin içinde ya
da kavanozun boynundan geçerken artık bölünemeyecek kadar küçüldüğümüzde, bir
an yok olma korkusuyla titreriz -insanoğulları aşkın doruk noktasına
vardıklarında buna "ölüm" adını verirler ya, öyle işte. Şişenin içinde hiç
olmak -tohumlarımı onun içine boşaltmak- biraz aynı şey gibiydi. Ona büyülü
sözcükleri bir iddia üstüne öğretmiştim... bir çeşit kumardı. Rus ruleti,"
dedi cin bu beklenmedik sözcüğü sanki havadan kaparak.

"İşte böyle, ben içerdeydim, o ise dışarda. Ve beni unutmuştu," diye
sözlerini bitirdi.
=======================================================================

(...)Proust TÜM kişilerinde cinsel terslik teşhis ettiğinde, romancının
arzularını gerçek dünyadaki Kader'in yerine koyduğunu hissedebiliyoruz; gene
de, Swann hayatının uzun yıllarına hoşuna bile gitmeyen bir kadın uğruna
harcadığında bir seçim yapmıştır ve bu seçim yapmıştır ve bu seçim mümkün
olmakla birlikte kaçınılmaz değildir.

Peri massallarındaki kişilerin dilekleri yerine geldiğinde garip bir
duyguya kapılırız. Özgürlüğün olası sıçramasını duyarız -her istediğimi elde
edebilirim- ama aynı anda bunun hiçbir şey değiştirmeyeceğinden de eminizdir;
Kader değişmez.

Türkiye'de tanıştığım bir arkadaşımın bana anlattığı öyküyü anlatmak
istiyorum size. Orada masallar 'bir varmış, bir yokmuş' diye başlar, olaylar
hem olmuş hem olmamıştır; yani, öykü daha başlarken bir paradoks söz
konusudur."

O sırada başını kaldırıp dinleyicilere baktı. Karşısında, yakışıklı
Todorov'un yanında, koca kafalı, koyun postu ceketli, gür ak saçlı biri
oturuyordu. Bu kişi daha önce orada değildi, aşırı gür saçları abartılmış bir
peruğu andırıyordu. Peruk artı gözlerindeki mavi camlı gözlükler, yeni gelenin
beceriksiz bir tebdil-i kıyafet içinde olduğu izlenimini uyandırıyordu. Üst
dudağının hafif kabarıklığını tanır gibi oldu Gillian ama bunu düşündüğü anda,
dudak gözlerinin önünde biçim değiştirdi, meydan okurcasına incelip büzüldü.
Onun gözlerini de göremiyordu kadın; görmeye çalıştığında gözlüğün camları
öylesine parıldadı ki neredeyse safirleşti.

"Develer damdan dama uçar iken," diye başladı öyküye, "balıklar kiraz
dalına yuva kurar iken, tavuş kuşları saman yığınları kadar kocaman iken, hiç
balık tutamayan bir balıkçı var imiş. Allahın günü, sazlarla dolu, tatlı sulu,
kocaman bir göle ağını atar da atarmış ama bir şey yakalayamazmış. Bir gün
demiş ki, şu ağı bir kez daha atacağım, gene bir şey çıkmazsa beni aç bırakan
bu mesleği bırakıp yol kenarında dinleneceğim. Ağını atmış, geri çekerken
bakmış ki pek ağır, ama çıka çıka kocaman, biçimsiz, pis kokulu bir şey çıkmış
-bir maymun leşiymiş bu. Neyse, demiş bir şey çıkmadı sayılmaz. Kumda bir
çukur kazıp maymunu gömmüş, ağını bir kez daha sulara salmış. Bu kez de dolmuş
ağı, hem bu sefer suyun altında canlı canlı kıpırdanıyormuş da. Umutla
çektiğinde bir de ne görsün? Canlı ama can çekişmekte olan, dişsiz, vücudu
yaralar, kabuklarla kaplı, neredeyse öteki kadar pis kokan ikinci bir maymun!
Neyse, demiş balıkçı, bu hayvana bakar, iyileştiririm, bir sokak çalgıcısına
falan satarım. Bunun pek hoş bir iş olmayacağını da biliyormuş. Derken, maymun
ona demiş ki, beni serbest bırakıp ağını tekrar suya salarsan kardeşimi
yakalayacaksın, onun yalvarmalarına kulak asmazsan, ağını da bir daha
salmazsan, kendisi senin yanında kalır ve dilediğin her şeyi sana verir.
Tabii, işin içinde bir iş varmış -her zaman vardır- ama bunun ne olduğunu size
söyleyecek değilim.

Bu sınırlı dürüstlük balıkçının hoşuna gitmiş, fazla uzatmadan sıska
maymunu ağlardan kurtarmış, ağı yeniden suya atmış. Yeni avı doyurucu bir
şiddetle suyun altında debelenmiş de debelenmiş, ağı kıyıya çekmek için
balıkçı tüm gücünü kullanmak zorunda kalmış. Sonunda koskocaman, parıl parıl
ışıldayan bir maymun çıkmış ortaya. Öyküyü bana anlatan dostumun özellikle
belirttiğine göre bu maymunun kıçı pek güzelmiş -parlak, derin bir mavi ile
sıcak gül pembesi karışımı bir renkteymiş, damarları ise gelincik
rengindeymiş."

Safir görünümündeki parlak gözlüklere baktı, iyi anlattım mı
dercesine. Gözlüklerin sahibi kafasını kısaca salladı.

"Son çıkan maymun balıkçıya yalvarmaya başlamış. Onu serbest bırakır
da ağını yeniden atarsa müthiş bir hazine, bir saray, bir sürü köle
çekeceğini, hayatta bir daha hiç yoksul kalmayacağını söylemiş. Ama balıkçı
zayıf maymunun sözlerini hatırlayarak, 'Dilerim bu gölün kıyısında yeni bir
evim olsun bir de devem. Evin içinde bir ziyafet sofrası kurulu olsun ama çok
zengin bir sofra olmasın,' demiş.

Anında bütün bunlar gerçekleşmiş. Balıkçı nefis yiyeceklerden iki
maymuna da ikram etmiş, onlar da kabul etmişler.

Anlaşılan bu balıkçı vaktiyle pek çok masal dinlemişmiş, kafası da
iredelemeye yatkınmış, düşkünmüş ki dileklerin tehlikesi fazla kibirli ve
aceleci olmaktan kaynaklanıyor. Kendini her şeyin altın olduğu dolayısıyla aç
kalacağı bir dünyada bulmak niyetinde değilmiş; sonsuza kadar her an hurilerle
çevrelenmenin, sonsuza dek şerbetler, köpüklü şaraplar içip yan gelmenin de
eninde sonunda sıkıcı olacağına inanıyormuş. Onun için, sessiz sedasız, ufak
tefek şeyler istemeye koyulmuş: çinilerle dolu bir dükkan, işten anlayan ve
dürüst bir yardımcı, sedir ağaçları ve çeşmelerle dolu bir bahçe, yaşlı annesi
için küçük bir ev, bir de ona bakacak bir hizmetçi kız, son olarak da,
annesinin beğeneceği cinsten bir eş -öyle ay parçası gibi güzel bir kız değil
de, iyi yürekli, hamarat, kendisini sevecek bir eş. Ve böylece sürüp gitmiş,
huzurlu, rahat bir dünya yaratmış kendine. Alaaddin'in lambasından çıkan cinin
ya da Grimm kardeşlerin pisi balığının gerçekleştirdiği dileklerin kargaşalı
masal dünyasından çok, masallar-dışı kalan 'onlar ermiş muradın' türünden
sakin bir dünyaymış bu. Talihinin ne kadar iyi gittiğinin kimse pek farkına
varmamış, çok temkinli davrandığından kimse servetine haset etmemiş, onu
çalmaya kalkmamış. Kendisi ya da karısı hastalandığında hastalığın geçmesini
dilermiş, hastalık geçermiş. Biri ona ağır bir söz söylediğinde bunu unutmayı
dilermiş, unuturmuş.

Peki, işin içindeki iş neymiş diye soracaksınız.

İşin içindeki iş şuymuş: bir süre sonra balıkçı farketmiş ki, ne zaman
bir dileği gerçekleşse o kocaman, parlak maymun biraz küçülüyor. Önceleri ağır
ağır oluyormuş bu, bir santimetre oradan, bir santimetre buradan gidiyormuş,
ama zamanla hızlanmış, sonra daha da hızlanmış. Öyle ki, bir sürü minderin
üstüne çıkmadan yemek bile yiyemiyormuş maymun. Sonunda öylesine küçülmüş ki,
yemek masasının üstüne koydukları minicik bir taburede oturur, tuzluk içinde
sunulan azıcık yoğurt kaymağını bile zor yer olmuş. Bu arada iyileşip çoktan
yoluna gitmiş olan zayıf maymun da arada bir uğrayıp hal hatır soruyormuş.
Bildiğimiz kıllı bir maymunmuş, kıçı da hiç öyle ahım şahım olmayıp adi bir
maviymiş işte. Balıkçı zayıf maymuna sormuş:

'Onun yeniden büyümesini dilesem ne olur?'
'Bilemem,' demiş zayıf maymun. 'Daha doğrusu söyleyemem.'

O gece balıkçı iki maymunun konuşmasına kulak misafiri olmuş. Zayıf
maymun, parlak maymunu avcunun içine almış, üzgün üzgün diyormuş ki,

'Senin halin kötü, zavallı kardeşim. Her gün eriyorsun, yakında yok
olacaksın. Seni böyle görmek beni çok üzüyor.'

'Kaderim bu,' demiş bir vakitler kocaman olan maymun. 'Gücümü
kuvvetimi kaybedip küçülmek benim kaderim. Bir gün öylesine küçüleceğim ki,
gözle görünmez olacağım, adam da beni göremeyecek, dilek dileyemeyecek. Bir
biber tanesi, kum tanesi büyüklüğünde tutsak bir maymun olup kalacağım.'

'Hepimizin sonu torak,' demiş zayıf maymun ukala bir sesle.

'Ama böylesine korkunç bir hızla değil,' demiş kardeşi. 'Elimden
geleni yapıyorum, gene de kullanıla kullanıla bitiyorum. Ne zor bir iş. Keşke
ölebilsem diyorum ama, kendi dileklerimi gerçekleştiremiyorum. Ah, zor, zor,
çok zor bu hayat.'

Bunun üzerine, iyi yürekli bir adam olan balıkçı yatağından kalkmış,
iki maymunun konuşmakta oldukları odaya girmiş, demiş ki:

'Dediklerinizi duydum, kalbim parçalandı. Söyleyin, ey maymunlar size
yardımcı olmak için ne yapabilirim?'

Ona asık suratla bakıp karşılık vermemişler.

'Öyleyse,' demiş balıkçı, 'Dilerim bundan sonraki dileğim sizin olsun
ve kalbiniz ne istiyorsa ona kavuşun.'

Dur bakalım ne olacak diye beklemiş.
Her iki maymun da bir anda yok olmuşlar.

Ama adamın evi, karısı, iyi giden işleri yok olmamış. Böylece balıkçı
yaşamını elinden geldiğince iyi sürdürmüş -tabii hepimiz gibi bildik insan
hastalıklarına yakalnıyormuş artık- sonunda eceliyle ölmüş.


"Sizin köleleriniz sağlıklı ve güler yüzlü insanlar," dedi. "Hoş bir şey bu."

"Kölemiz yok, artık kimsenin kölesi filan yok -en azından batıda ve Türkiye'de yok. Hepimiz özgürüz," dedi Gillian ve sözler ağzından çıkar çıkmaz gerçeği böylesine basitleştirdiğine pişman oldu.

Cin düşünceli düşünceli konuştu: "Köle olmadığına göre, yoksa Sultan da mı yok?"

"Sultan multan kalmadı. Burası cumhuriyetle yönetiliyor. Benim ülkemde bir kraliçemiz var ama onun da hiçbir erki yok. Kendisi temsili bir kişilik."

"Saba Melikesinin erki vardı," dedi cin, kaşlarını düşünceli bir edayla çatarak. Sofraya hurma, şerbet, bıldırcın ve kestane şekeri ekleyerek. "Bana derdi ki... casusları Yüce Süleyman'ın çölde zafer üstüne zafer kazanarak ilerlediği haberini uçurmuşlardı ona... derdi ki bana, ben ki yüce bir kraliçeyim, evlilik denen hapishaneye nasıl girerim, beni bir erkeğin yatağına bağlayan gözle görülmez zincirlere nasıl boyun eğerim? Böyle bir şey yapmamasını öğütledim ona. Dedim ki, bilge olan sensin, göklerde uçan, aşağıdaki kentleri, sarayları, dağları şaşmaz bir gözle görebilen bir kartal kadar özgürsün. Dedim ki ona, gövden zengin, gövden muhteşem, ama kafan daha zengin, daha muhteşem ve daha dayanıklı -çünkü kısmen bizim türümüzdendi ama senin gibi ölümlüydü o da. Cinler ile ölümlüler ölümsüz yavrular meydana getiremezler- tıpkı atlarla eşeklerin ancak üreme gücü olmayan katırları meydana getirdikleri gibi. Haklı olduğumu çok iyi bildiğini söyledi bana; kimsenin girmesine izin olmayan en iç odasında, ipek minderler arasında oturmuş, uzun kara saçlarını ellerinde evirip çeviriyor, kaşlarını çatmış derin derin düşünüyordu. Onun memelerinin yuvarlak dolgunluğuna, belinin inceliğine, iki kocaman, ipeksi kum yığınını andıran kalçalarına baktıkça arzu içinde kıvranıyordum ama bunu kendisine belli etmedim. Benimle oynamayı severdi çünkü, doğduğundan beri tanıyordu beni; görünmez olup kim bilir kaç kez yatak odasına girip çıkmış, gül dudaklarını öpmüş, sırtını okşamıştım o büyüyene dek. Dişi köleleri kadar iyi tanırdım onu, zevkten titremesini sağlamak için nerelerine dokunacağımı bilirdim, ama hepsi bir oyun niteliğindeydi; bana ciddi konularda danışmayı severdi. Ne bileyim, Acem ya da Besarabya kralının niyeti neymiş, gazalın yapısı nasılmış, öfkeyi, umutsuzluğu yatıştırmak için hangi ilaçlar gerekliymiş, yıldızların durumu ne gösteriyormuş, öyle şeyler işte. Benim haklı olduğumu bildiğini söyledi; sahip olduğu en doğru, en gerçek şeyin özgürlüğü olduğunu, bunu elden kaçırmaması gerektiğini de biliyordu; ama bu konuda onu destekleyen bir tek benmişim (yani, ölümsüz bir cin) bir de birkaç kadın; sarayının mensupları olan erkekler ve de kadınlar ve insan akrabaları, söz konusu Süleyman (Allah rahmet eylesin) ile evlenmesinden yanaymışlar. Çülde kendisine doğru her gün biraz daha yol alan bu adam gittikçe kafasında büyüyordu -ben, gözlerinin önünde bir büyüyüp bir küçülürken. Sonunda gerçekten gelip de karşısına dikildiğinde ben davayı kaybettiğimi anladım. Melike onu arzuladı. Doğrusu adam arzulanmayacak gibi değildi. İpek şalvarının içindeki kasıkları, butları kusursuz güzellikteydi, parmakları uzun ve ustaydı, kadın gövdesini ud çalar, flüt çalar gibi çalmasını biliyordu. Ama, ilk başta, Saba Melikesi onu arzuladığının bilincinde değildi. Bense, aptal gibi, ona kendi vakur bağımsızlığından, canının istediği gibi gezip tozma özgürlüğünden söz edip duruyordum. Her dediğimin doğruluğunu kabul etti, kafasını ciddi ciddi salladı ve bir keresinde sıcak bir gözyaşı döktü. Döktüğü yaşı yaladım -ömrümde hiçbir yaratığı, kadın olsun, cin olsun, peri olsun, taze soyulmuş bir kestaneyi andıran oğlan olsun bu kadar arzulamamıştım. Derken Belkıs, onu bir dizi imkansız sınava tabi tuttu: koca sarayda belli bir kırmızı ipliği bulmasını, annesi olan ecinninin adını söylemesini, kadınların en çok ne istediklerini bilmesini istedi. İşte o zaman daha iyi anladım ki artık işim bitmiştir, çünkü bu Süleyman yeryüzünün kurtlarıyla, göklerin kuşlarıyla, ateş diyarının cinleriyle konuşabiliyordu. İpliği bulmak için karıncaları koşturdu, ateş diyarından bir ifrit çağırıp ismi öğrendi, ve kadınların en çok ne istediklerini onun gözlerinin içine bakıp da söyledi. Bunun üzerine ecem gözlerini yere çevirip onun her şeyi doğru bildiğini açıkladı ve onun dileğini kabul etti. Onun karısı oldu, onun koynuna girdi, hiç kimsenin aralamamış olduğu perdeyi ona açtı, o güne dek hiç duymadığım, bir daha da hiç duymayacağım tatlı solukları ona harcadı. Süleyman onun bikrini yardığında, ipek çarşaflar üstüne kıpkızıl bir şeridin aktığını gördüğümde öyle bir ah etmişim ki, beni duydu, orada olduğumu farketti. Büyük bir büyücüydü o, allah rahmet eylesin, görünmez olduğum halde beni gördü. Öylece uzanmış yatıyordu, kendi teriyle kadının teri vücudunda birbirine karışmıştı. Melike'nin gövdesindeki birtakım küçük aşk ısırıklarının izlerini -son derece artistik ama ne yazık ki görünmez olmayan- farketti, boynunun yumuşacık derinliklerinde ve de başka yerlerde de -artık siz tahayyül edin. Neyse ki akıttığı bakire kanı ortadaydı, yoksa beni daha kötü bir kader bekliyor olabilir. Ağzından çıkan büyülü bir sözcük, beni hemen oracıkta bulunan madeni bir şişeye hapsetmeye yetti. Şişenin üstüne kendi mührünü bastı. Ecem ise hiçbir şey demedi, benim için herhangi bir ricada bulunmadı -oysa İblisin cini değilim ben, imanlıyım- yalnızca sırt üstü uzanıp içini çekti, tatlı dilini inci dişleri üzerinde gezdirdiğini, elini uzatıp erkeğin kendisine onca keyif veren bölümlerini okşadığını gördüm. Onun için bir hiçtim, şişeye kapatılmış bir soluktum. Böylece Kızıl Deniz'e fırlatıldım benim gibi pek çokları gibi ve iki bin beş yüz yıl orada süründüm ta ki balıkçının biri beni ağında bulup şişeyi zengin bir tüccara satıncaya dek. Tacir beni İstanbul'da bir pazar yerine getirdi. Orada beni Muhteşem Süleyman'ın kızı Mihrimah Sultan'ın cariyelerinden biri satın aldı ve beni Eski Saray'daki harem dairesine götürdü.

Gillian öyküyü yarıda keserek sordu: "Söyle bana, kadınların en çok istediği nedir?"

"Bilmiyor musun?" dedi cin. "Sen kendin bilmiyorsan, ben sana söyleyemem."

"Belki her kadın aynı şeyi istemez."

"Belki de sen farklısın. Senin isteklerin, Cil-yan Peri-han tarafından anlaşılmış değil. Düşüncelerini okuyamıyorum, bu da ilgimi uyandırıyor. Bana yaşamını anlatmayacak mısın?"

"İlginç bir yaşamım yok. Prenses Mihrimah seni satın aldıktan sonra neler olduğunu anlat."

"Bu hanım, padişah Sultan Süleyman ile gözdesi Rokselana'nın kızıydı. Galiçya'dan gelme, kızıl saçlı, Ukraynalı bir papazın kızı olan Rokselena'ya Hürrem adını vermişler -gülen kadın anlamına. Bu kadın, eli bayraklı bir ordu kadar korkunçtu. Sultan'ın ilk aşkı olan, pek sevdiği Gülbahar'ı yenmiş, bir erkek çocuk doğurunca da, yırtıcı kahkasıyla onu evlenmeye zorlamıştı. O güne kadar hiçbir Hıristiyan gözde padişahın nikahına girmeyi başaramamıştı. Sonra, mutfaklarda yangın çıktığında (sizin tarihinizle 1540 olmalı) tüm maiyetiyle birlikte -anında karınlarının deşileceğinden korkan, takunyaları üstünde tir tir titreyen 100 cariye, hadım ağaları, vesaire- doğruca Sultan dairesine gitmiş ve esas saraya yerleşmiş. Adamları padişahtan çok onun korkunç kahkasından çekinirlermiş. İbrahim boğdurulduktan sonra Mihrimah'ın kocası Rüstem Paşa sadrazam olmuştu. Muhteşem Süleyman'ı hatırlıyorum: yuvarlak yüzlü, mavi gözlü, koç burunlu, aslan gövdeli, sakallı, uzun boyunlu, iri yarı bir adamdı. Krallığa yakışan bir adamdı, korkusuzdu, uzlaşma nedir bilmezdi, muhteşemdi... Ondan sonra gelenler hep salak ya da çocuktular. Bu da tabii o kadının, Rokselena'nın suçuydu. Gülbahar'ın oğlu şehzade Mustafa'ya karşı olmadık entrikalar çevirdi; babasına benzeyen, iyi bir hükümdar olabilecek Mustafa'nın hain olduğuna inandırdı Süleyman'ı. Ve bir gün, şehzade babasının dairesine mertçe girdiğinde, ellerinde ipekten urganlar bulunan dilsiz cellatlar onu bekliyorlardı. Kendisine çok bağlı olan yeniçerilere seslenmek istedi ama onu yere yıkıp soluğunu kestiler. Olayı gözlerimle gördüm. O sırada emrinde olduğum genç kız -Mihrimah'ın kölelerinden biri- göndermişti beni, olup biteni öğreneyim diye. Hıristiyan bir Çerkez kızıydı, adı da Gülten. Hanımının banyosunda dökecek bir esans şişesi sanarak açmıştı içinde bulunduğum şişeyi. Benim zevkime göre biraz fazla solgundu -korkaktı da, ikide bir ellerini oğuştururdu. Ona ilk göründüğümde, anında bayıldı. Onu ayıltıncaya dek canım çıktı. Beni azat ettiği için üç dilek dileme hakkına sahip olduğunu, ona kötülük yapmaya niyetim olmadığını, zaten dilekler gerçekleşinceye kadar ben de kçle olduğumdan ona zararım dokunamayacağını uzun uzun anlattım. Meğer zavallı kızcağız Şehzade Mustafa'ya deli gibi aşıkmış, ilk iş delikanlının gözüne girmeyi diledi. Bu gerçekleşti, şehzade onu çağırttı, ben de onunla birlikte yatak odasına girdim, erkeğini nasıl memnun edeceğini kulağına fısıldadım. Prens babasına benziyordu, şiirlere, şarkılara, görgülü davranışlara bayılırdı. Derken aptal kız hamile kalmayı diledi-"

"Bundan tabii ne olabilir?"

"Belki tabii, ama aynı zamanda aptalca. Dileği hamile "kalmamak" için kullansa daha akıllıca davranmış olurdu. Ayrıca, dileği böyle alelacela harcaması da yanlıştı çünkü ikisi de gençtiler, ihtiraslı, ateşliydiler, ben işe karışmasam bile olacaktı olanlar, bense ona daha önemli konularda yardım edebilirdim. Çünkü, tabii, Gülten'in Mustafa'nın bebeğini taşıdığını öğrenir öğrenmez Rokselena harekete geçti, hadım ağalarına emir vererek kızcağızı bir çuvala tıktırıp Saray Burnu'ndan Boğaz'ın sularına attırdı. Ben de tam Mustafa'nın boğulmasına şahit olup geri dönmüştüm, bekledim ki son dileğini dilesin. Ne dileyecekti bilemiyorum, bulunduğu yerden uzakta olmayı, çuvalın içinden kurtulmayı, yeniden Çerkezistan'a dönmeyi... her neyse işte, o zaman o da kurtulacaktı, ben de. O yaşayacak ve çocuğunu doğuracak, ben de istediğim yere uçup gidecektim. Ama kızcağız soğuktan donmuş gibiydi, dudakları korkudan morarmıştı, kocaman mavi gözleri yuvalarından fırlamıştı. Bahçıvanlar da (cellatlar aynı zamanda bahçıvandılar) onu ölü bir gül fidanı gibi çuvala soktular, sırtlarına vurup Boğaz'ın üstündeki uçuruma taşıdılar. O adna onu kurtarayım dedim, ama düşündüm ki kendisi MUTLAKA, hatta elinde olmadan, yaşamayı isteyecektir. Onun için bekledim, bahçede görünmez olarak arkalarından gittiö -bütün güller açmıştı, havayı bayıltıcı bir koku sarmıştı- ama, ben onun herhangi bir dilek dileyecek durumda olmadığını kavrayıncaya kadar uçurumdan yuvarlanmış, sularda boğulmuştu.

"İşte böyle, ortalıkta kalakaldım," diye devam etti cin. "Yarı yarıya azattım ama üçüncü dilek yüzünden hala şişeye bağlıydım. Gündüzleri, sihirli mataradan fazla uzaklaşmamak şartıyla şurada burada gezinebiliyordum ama, gece oldu mu küçülüp yeniden onun içine girip uyumam gerekiyordu. Haremde tutsaktım, kolay kolay kurtulacağım da yoktu, çünkü şişem bir hamam taşının altında gizliydi. Boğulup gitmiş olan Çerkez kızının gizlice gevşettiği ve kendisinden başka kimsenin bilmediği bir taş-altı. Böyle kapalı yerlerde yaşamaya mahkum kadınlar, birşeyler saklamak için kendilerince gizli yerler ayarlarla -çünkü kendilerine özel bir iki şeyleri olsun isterler ya da mektuplarını falan saklayacak kendilerinden başka kimsenin -öyle sanırlar, yazık- bilmediği bir yerleri olsun. Bense o oynak taşa ve şişeye kimsenin dikkatini çekemedim. O gibi şeylere gücüm yetmiyordu.

"Böylece yüzyıla çok yakın bir süre Topkapı Sarayı'nda dolandım durdum. Şiirsel bir deyim gerekiyorsa, hamam taşının altındaki şişeye ipek bir urganla bağlıydım. Rokselena'nın binbir hileyle Muhteşem Süleyman'ın aklını çelip onu Acem Şahına bir mektup yazması için kandırışını izledim. ŞAhın yanına sığınmış olan en küçük oğulları Beyazıd'ın öldürülmesini istiyordu; Şah, konukseverliğe aykırı düşeceği için bunu yapmayı kabul etmedi ama, adet olduğu üzere, dilsiz Türk cellatlarının işi bitirivermesine izin verdi. Böylece dört oğluyla birlikte başı vuruldu Beyazıd'ın, üç yaşındaki beşinci oğlu Bursa'da gizleniyordu. Çok iyi bir hükümdar olabilirdi oysa -yani, genelde herkes öyle düşünüyordu."

"Neden?" diye sordu Gillian Perholt.

"Adet öyleydi, hanımım; bir de Rokselana en büyük oğlu Selim'in güvenlik içinde tahta oturmasını istiyordu. Sarı Selim derlerdi ona, Ayyaş Selim, Şair Selim... bir gece çok fazla şarap içtikten sonra hamamda ayağı kayıp düştü, öldü. Rokselana da çoktan ölmüş, Süleymaniye Camiinin bahçesindeki kabrine gömülmüştü. Süleymaniye Camii, Muhteşem Süleyman'ın yüceltmek için ünlü Mimar Sinan tarafından, Aya Sofya ile boy ölçüşmek üzere yapılmıştı. Yıllar geçti, padişahlar geldi geçti, hepsini gördüm: Üçüncü Murat'ı kadınlar yönetiyordu, beş kardeşini boğdurdu; Üçüncü Mehmet on dokuz kardeşini boğdurdu ve hepsine muhteşem cenaze törenleri yaptırdı. Dervişin biri daha elli beş yıl yaşayacağını kehanet etmişti -elli beşinci yılında korkudan titreyerek öldü. Dindar deli Mustafa'nın şehzadelerin kapatıldığı kafeslerden çıkarılıp tahta oturtulduğunu, tahttan indirildiğini, Genç Osman katledildikten sonra yeniden tahta çıktığını, Dördüncü Murat tarafından yeniden tahttan indirildiğini gördüm. Dördüncü Murat hepsinden zalim çıktı. Düşünebiliyor musun, hanımım, bir adam ki çayırda dans edip oynayan bir dolu genç kız görüyor ve şarkılarını çok yüksek sesle söyledikleri gerekçesiyle hepsinin boğdurulmasını emrediyor? O günlerde onun dikkatini çekip gazaba gelmemek için sarayda kimse ağzını açamazdı. Boynu vurulacağı korkusuyla elinde olmadan dişlerini birbirine vuran bir adamı sırf o yüzden öldürtebilirdi. Kendisi ölüm döşeğine düştüğünde ise, hayatta kalan tek erkek kardeşi İbrahim'in ölüm fermanını çıkardı. Ama annesi, Yunan asıllı Valide Sultan Kösem, ona yalan söyledi, İbrahim ölmediği halde, öldü dedi. Padişahın gülümsediğini, cesedi görmek için yerinden doğrulmaya çalıştığını gördüm. Sonra gerisin geriye yatağa düşüp can verdi.

İbrahim'e gelince: deliydi, zalim bir deli. Haremde büyümüştü, haremi çok severdi. Haremdeki yaşlı kadınlardan birinin anlattığı masallara bayılırdı. Kuzey Ukraynalı olan bu kadın, kuzeyli kralların odalıklarıyla baştan aşağı samur kürk döşeli salonlarda, altlarında samur, sırtlarında samur olduğu halde seviştiklerini anlatmıştı. Bunu duydu ya, o da kendine içi dışı samur kaplı, düğmeleri değerli mücevherler olan bir kaftan yaptırdı. Nefsini doyururken bu kaftanı giyerdi ve bir süre sonra koku dayanılmaz olurdu. Tensel zevklerin, elinin altındaki ten ne kadar genişse o kadar artacağına inandığından, yeniçerilerini ülkenin dört bir yanına salar, bulabildikleri en şişman, en iri yarı kadınları koynuna getirmelerini buyururdu. Karanlık kürkünün eteklerini yerlerde sürüyerek bu kadınların üstünde vahşi bir hayvan gibi dolaşırdı. Benim yeniden şişeye tıkılmama da bu sebep oldu. Öyle bir kadın getirdiler ki sonunda, inanılmaz şişmanlıkta, her yanından şehvet fışkıran, soluğu tatlı kokan bir inekten farksız, ayak bilekleri sizin şimdiki belinizin iki katı kalınlıkta, madam, bir Ermeni Hıristiyan. Yumuşak başlıydı, nefes darlığı vardı ve o kadar ağırdı ki tek ayağıyla bastığı gibi benim şişenin altında saklı olduğu taşı yerinden oynattı. Hamamda birden karşısına dikildim, korkudan solukları hırıltıya dönüştü. Ona, Valide Sultan'ın oo gece gitmeye hazırlandığı ziyafette onu boğdurmayı tasarladığını açıkladım. Bekledim ki bir dilek dilesin -bin kilometre uzakta olmayı dilesin, ya da başka birinin Valide Sultan'ı boğmasını dilesin; hatta küçücük bir dilekte bulunsun ve örneğin "Keşke ne yapacağımı bilebilseydim," desin. O zaman ona ne yapacağını söyler ve özgür kanatlarımı çırparak dünyanın öteki ucuna uçardım.

Ne yazık ki bu tostoparlak hanım hem kendini beğenmişin biriydi, hem de kafası ağır çalışıyordu. Dese dese ne dese beğenirsin? 'Yeniden şişenin içine hapsolmanı diliyorum, gavur ifrit, benim pis ecinnilerle işim yok. Kötü kokuyorsun,' diye ekledi ben yeniden dumana dönüşüp şişenin içine süzülürken. Küçük Çerkezimi götürdükleri gül bahçesine götürdü matarayı ve beni kendi elleriyle denize attı Sarayburnu'ndan. Bahçenin toprak yollarından yürürken, etlerinin şehvetle, löpür löpür titrediğini hissediyordum. Yıllardır bu kadar çok hareket etmemişti belki diyecektim ama haksızlık etmiş olurdum. Sultan İbrahim'in bir takım uç hevesleriyle başa çıkabilmek için kaslarını gerektiği gibi kullanmasını öğrenmişti mutlaka. O gece, tama da söylemiş olduğum gibi, Kösem onu boğdurttu. Rokselana ya da Kösem gibi cerbezeli sultanlar tarafından azat edilseymişim çok daha ilginç şeyler yaşayacakmışım tabii, ama kaderim kadınsı kadınlardan açılmış.

Uzun lafın kısası, bir yüz elli yıl daha Boğaz'ın dalgalarıyla çarpıştım. Gene bir balıkçının ağına takıldım, bu kez antika niyetine İzmirli bir tüccara satıldım. O da beni genç karısı Zefir'e aşkının bir yadigarı olarak armağan etti. Genç kadın alışılmadık biçimli şişeler, kavanozlar koleksiyonu yapıyordu. Üstümdeki mührü görür görmez tanımış, çünkü masal ve tarih okumaya çok meraklıymış. Bana sonradan anlattığına göre, kapağı açsa mı açmasa mı diye düşünmekten bütün gece uyuyamamış. Yüzyıllar boyunca hapis kaldıktan sonra kendisini azat eden kişiyi -onca geç kaldığı için- öldürmekle tehdit eden cin kadar öfkeli olmamdan korkuyormuş. Ama Zefir cesur bir yaratıktı, bilgiye susamıştı ve sıkıntıdan patlıyordu, böylece bir gün odasında yalnızken mührü açtı..."

Cin, anılarla dolu bir hayal dünyasına dalmışçasına bir süre sustuğundan Gillian üsteledi:

"Nasıl bir kadındı?"

Gözleri kapalıydı, kocaman burun delikleri hafiften titredi.

"Aaaah, Zefir," diye içini çekti. "Daha on dördündeyken kendisinden epeyce yaşlı bir tüccara gelin gitmişti. Adam ona iyi davranıyordu; yani birine oyuncak bir köpek, şımarık bir bebek ya da kafeste tombul bir kuş gibi davranmak, ona iyi davranmaksa eğer. Oldukça güzel sayılırdı, sert çizgili, esmer, derin kara gözlüydü, ağzının iki köşesini aşağı çeken öfkeli bir görünüşü vardı. Ters, dikkafalı, aksi biriydi, yapacak hiçbir işi yoktu. Adamın daha yaşlı bir karısı daha vardı ve Zefir'i hiç sevmez, onunla konuşmazdı; hizmetçilerin ise arkasından alay ettiklerini sezinliyordu. Bütün vaktin ipek üstüne resimler işlemekle geçiriyordu. Her resmin bir öyküsü vardı, öyküleri Şehname'den seçmişti -Rüstem ile Şah Keykavus masalı: cinler gibi uçmak isteyen şah, zekice sayılabilecek bir metot da düşünmüş, dört güçlü ve aç kartalı tahtının dört köşesine bağlamış, tahtın dört direğine de dört olgun koyun budu asıp kendisi yerine yerleşmiş. Ete ulaşmak isteyen kartallar hamle ede ede tahtı da -şahı da- göklere doğru uçurmuşlar. Ama bir süre sonra kartallar yorulunca taht da, üstüne oturan da yere düşmüş. Zefir, şahı tüm hızıyla baş aşağı düşerken işlemişti, düştüğünde canı fazla yanmasın diye olacak, yere de bol çiçekli bir halı döşemişti çünkü onu deli değil, yüce emelleri olan biri olarak hayal etmişti. İpek ibrişimlerle işlediği koyun butlarının güzelliğini görecektin, aynı canlı -daha doğrusu ölü- gibi. Büyük bir sanatçıydı Zefir, ama sanatını kimse görmüyordu. Hep öfkeliydi, çünkü pek çok şeyi yapma yeteneği olduğunu biliyor, ama bunları kendi kendine bile tanımlayamadığından hepsi ona kötü birer rüya gibi geliyordu - yani bana öyle söyledi. Bir türlü kullanamadığı enerjisinin onu içten içe yiyip bitirdiğini de söyledi. Bir ara cadı olduğuna da inanacakmış, ama erkek olsa yapmayı düşündüğü her şeyin olağan karşılanacağını da biliyordu. Erkek olsaydı, batılı olsaydı, bir ara Süleyman'ın sarayında dillerden düşmeyen Leonardo'ya rakip olurdu, eminim...

"Neyse, ona matematik öğrettim, astronomi ve birçok dil de. Mutluluktan uçuyordu, benimle gizli gizli çalışmaktan büyük keyif alıyordu. Şiir de öğrendi -Saba Melikesinin seyahatleri üstüne bir destan yazdık birlikte. Tarih de çalıştık, ona Türkiye'nin, Eski Roma İmparatorluğu'nun, Kutsal Roma İmparatorluğu'nun tarihlerini öğrettim. Ona birçok dilde romanlar getirdim, sonra felsefi yapıtlar, Kant, Descartes, Leibnitz-"

"Bir dakika," dedi Gillian. "Dileği bu muydu, ona bunları öğretmeni mi dilemişti senden?"

"Tam öyle sayılmaz," dedi cin. "Okumak, öğrenmek, bilge olmak istiyordu, bense Saba Melikesini tanımış biri olarak, bilge bir kadının nelere gereksindiğini..."

"Peki, oradan uzaklaşmayı neden dilemedi?" diye sordu Gillian.

"Öyle yapmamasını tavsiye ettim. Eğer gidebileceği yerler ya da dönemler konsunda yeterince bilgi sahibi olmazsa, dileğinin kötüye döneceğini açıkladım. Acelemiz yok nasıl olsa dedim."

"Ona öğretmenlik yapmak hoşuna gidiyordu anlaşılan."

"İnsan türünden olanlar arasında ondan daha zeki bir varlık az görülmüştür," dedi cin. "Üstelik yalnızca zeki de değildi." Suratını astı. "Ona başka şeyler de öğrettim," diye sürdürdü. "Ama ilk başlarda değil. Önceleri ona bir sürü kitap, defter, kağıt, kalem taşıdım, sonra bunları geçici olarak onun şişe koleksiyonuna sakladım. Öyle ki, istediği anda kırmızı cam şişesinden Aristo'yu ya da yeşil gözyaşı şişesinden Euclid'i çağırabilirdi, benim onları yeniden kitap haline sokmam gerekmiyordu-"

Gillian sert bir sesle sözünü kesti: "Bütün bunlar dilekten sayılıyor muydu?"

"Pek değil," diye kaçamak cevap verdi cin. "Ona bir iki sihir, büyü falan da öğrettim, yardımcı olmak için... çünkü onu seviyordum."

"Seviyor muydun?"

"Onun öfkesini seviyordum. Elimdeki, onun çatık yüzünü güldürme gücünü seviyordum. Ona kocasının öğretmediğini kendi gövdesinden zevk almasını öğrettim."

"Onu oradan kurtarmak, elde ettiği yeni güçleri başka bir yerde kullanmasını sağlamak konusunda fazla acele etmiyordun."

"Hayır. Mutluyduk. Ben öğretmekten hoşlanırım. Cinler arasında pek görülmez bu - doğal olarak sizleri aldatmak, yanlış yola sürüklemek eğilimimiz vardır. Öte yandan sizin türünüz arasında Zefir kadar bilgiye aç birini bulmak da zordur. Vakitten bol bir şeyim yoktu."

"Ama onun vakti dardı," dedi Gillian. Duygularıyla öykünün içine girmeye çalışıyordu ama, sanki cinin kendi duyguları yolu tıkamaktaydı. Yıllarca önce ölmüş olan bu dahi Türk'e içinde otomatik bir kin uyanmış gibiydi -kısacık bir süre içinde benimsediği cinin dudaklarında onu düşündükçe hülyalı bir gülümseme belirmesine mi bozuluyordu? Öte yandan, cinin hem kurtarıcı hem de hapseden kişi olma arzusuna.

"Bilmem ki," dedi cin. "Evet, o ölümlüydü, biliyorum. Hangi yıldayız?"

"Bin dokuz yüz doksan bir."

"Yaşasaydı yüz altmış dört yaşında olacaktı. Çocuğumuz da yüz kırk... ki tabii onlar için mümkün değildi bu."

"Bir çocuk mu vardı?"

"Ateşten ve topraktan oluşmuş bir çocuk. Dünyanın dört bir yanına onunla birlikte uçmayı, ona kentleri, kıyıları, ormanları göstermeyi tasarlamıştım. Büyük bir dahi olacaktı oğlum -belki. Oysa doğup doğmadığını bile bilmiyorum."

"Belki de kızdı."

"Kız... Elbette."

"Peki, neler oldu? Herhangi bir şey diledi mi? Yoksa, onu kendine saklamak için dilemesini engelledin mi? Benim çeşm-i bülbülüme nasıl girdin? Anlamıyorum."

"Çok akıllı bir kadındı, senin gibi Cil-yan, ve acele etmememin bilgelik olduğunu biliyordu. Derken, sanıyorum ki -hayır, biliyorum ki- onunla kalmamı istemeye -arzulamaya- başladı. Küçücük odasının içine bütün bir dünyayı sığdırmıştık. Dünyanın her yanından bir şeyler getirirdim ona -ipekler, satenler, şeker kamışı, tabakalarca yeşil buz, Donatello'nun Perseus'u, papağanlarla dolu kuşevleri, çağlayanlar, ırmaklar. Birgün dalgınlığıma geldi, benimle birlikte Amerikalara uçmayı diledi. Anında pişman oldu, nerdeyse ikinci dileğini birinciyi bozmak için harcayacaktı. Hemen parmağımı dudağına bastırdım, o kadar zekiydi ki hemen anladı. Onu öptüm. Birlikte Brezilya'ya, Paraguay'a uçtuk, bir deniz kadar geniş olan Amazon nehrini gördük, oradaki insan ayağı değmemiş ormanları, hayvanları gördük. Kuş tüyünden pelerinimin içinde, başını kalbimin üstüne koymuştu, sıcacıktı. Oralarda da kuştüyünden pelerinler takınmış ruhlar varmış, ormanların üstünde onlarla karşılaşıp söyleştik. Sonra onu yeniden odasına getirdim, büyük bir sevinç ve düşkırıklığı içinde bayıldı."

Cin bir süre daha sessiz kaldı. Lokum yemekte olan Dr. Perholt üsteledi:

"Eeee, geriye iki dileği daha varken bir de hamile kalmış. Hamileliğinden dolayı mutlu muydu?"

"Doğal olarak, bir bakıma, mutluydu büyülü bir bebek taşıdığı için. Bir bakıma da, gene doğal olarak, korkuyordu. Çocuğunu güven içinde büyütebilmek için belki de sihirli bir saray, gizli bir saray dilemesi gerektiğini düşünüyordu. Ama istediği bu değildi - çocuk istediğinden bile emin olmadığını söyledi bana. Nerdeyse oğlumuzu yok etmeyi dileyecekti."

"Ama sen onu kurtardın."

"Zefir'i seviyordum. Oğlan benimdi. Şişe içine kıvrılmış bir duman virgülü gibi minik bir tohumdu; büyüdü, büyümesini izledim. Zefir'in beni sevdiğine inanıyorum, oğlumuzun yok olmasını isteyemezdi."

"Belki de kızınızın. Yoksa, kız mı erkek mi olduğunu görebiliyor muydun?"

Biraz düşündü.

"Hayır. Görmedim. Erkek olacağını düşündüm."

"Ama... doğduğunu görmedin mi?"

"Tartışıyorduk, sık sık. Dedim ya, öfkeli biriydi. Tabiat itibariyle. Birden başlayıveren, gökgürültülü, şimşekli bir sağnak yağmur gibiydi. Azarlardı beni. Hayatını mahvettiğimi söylerdi. Sık sık. Sonra yeniden oyunlar oynardık. Ben kendimi küçültür, saklanırdım. Bir gün, onu eğlendireyim diye, kocasının yeni hediye ettiği çeşm-i bülbüle saklandım; büyük bir zarafetle içine girip kıvrıldım. Birdenbire ağlayıp haykırmaya koyuldu: "Keşke seni tanıdığımı unutabilseydim," dedi. Va anında unuttu.

"Ama-" dedi Dr. Perholt.

"Ama, ne?" dedi cin.

"Neden yeniden şişeden çıkmadın? Bu seferkini Hazreti Süleyman mühürlememişti ki-"

"Ona bir iki mühürleme büyüsü öğretmiştim, zevk için. Kendimi ona teslim etmenin bana verdiği zevk, beni teslim almanın ona verdiği zevk için. Kimi insanoğulları da yapıyor böyle şeyler, kelepçelerle, iplerle karşılıklı güç oyunları oynuyorlar. Bir şişenin içinde olmak belirli bakımlardan -birkaç bakımdan- bir kadının içinde olmaya benzer. Öyle bir acı ki, belirli zamanlarda zevkten ayırt edilemez. Bizler ölemeyiz, ama bir şişenin içinde ya da kavanozun boynundan geçerken artık bölünemeyecek kadar küçüldüğümüzde, bir an yok olma korkusuyla titreriz -insanoğulları aşkın doruk noktasına vardıklarında buna "ölüm" adını verirler ya, öyle işte. Şişenin içinde hiç olmak -tohumlarımı onun içine boşaltmak- biraz aynı şey gibiydi. Ona büyülü sözcükleri bir iddia üstüne öğretmiştim... bir çeşit kumardı. Rus ruleti," dedi cin bu beklenmedik sözcüğü sanki havadan kaparak.

"İşte böyle, ben içerdeydim, o ise dışarda. Ve beni unutmuştu," diye sözlerini bitirdi.



Çeviren: Pınar Kür

A.S. Byatt
Çeşm-i Bülbülün İçindeki Cin, A.S. Byatt, YKY


A.S. Byatt'ın 'Çeşm-i Bülbülün İçindeki Cin' kitabından bölümler
http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=233
Emre Sururi tarafından, 08/02/2001 tarihinde gönderildi.
Epigraf: Online Türkçe Edebiyat Arşivi | http://epigraf.fisek.com.tr

epigraf     Bir önceki eser:   Göçmüş Kediler Bahçesi / Bilge Karasu
<<< -- Rasgele bir eser -- >>>
   Bir sonraki eser:   Eda'bi ara / Emre Sururi