Epigraf, Uzak Ülke projesinin elemanıdır

Güzel bir kadını bütün sanatlara tercih ederim. | Guy de Maupassant

Göçmüş Kediler Bahçesi / Bilge Karasu


10.

Başkan beni kayırıyordu galiba. Beni en korkulu durumlardan
kurtarıyor, başkalarını esirgemezken beni elinde tutuyor, vezirliğe doğru
sürüyordu.

Alanda oyuncuların sayısı epey azalmıştı. Yarıya inmiş gibiydik.

Yeşiller direniyor, başarıyla sürdürüyorlardı oyunlarını. Usta
oyunculardı onlar. Bakışıyorduk onunla. Kollarını açtı, bana doğru uzatır gibi
yaptı, sonra gülerek yumruklarını sıktı, hızla uyluklarına indirerek çarptı.

Susamıştım. Hepimiz susamış olsak gerekti. Ama su için çalıştığımızı
unutamazdık. Oyun bitesiye su yoktu hiçbirimize.

Oyun üzerine ne biliyorsam ondan öğrenmiştim. Ustam karşımda
duruyordu. Ama oyunun oynanması üzerine bilgi vermemişti. Satranca çok
benzeyen bu oyunda taşların, yani bizlerin adı, satrançtaki gibiydi, kurallar
hemen hemen aynıydı. Bir iki noktada satrançtan ayrılınıyordu. O noktaları da
Başkan anlatmıştı bu sabah. Ne ki, satranç oynamasını bilip bilmdeiğimi kimse
sormamıştı. Morların bilmesi gereksizdi zaten. Bir zamanlar biraz oynamış
olduğum için, oyunu bilmiyorum diyerek işten sıyrılmağa da kalkmamıştım.
Oynamak istemiştim, başından beri, onu gördüğümden, oyuna katılıp
katılmayacağımı soruşundan beri.

Göçme oyunu sözünü o da açıklamamıştı ama. Göçme oyunun oynandığı
bahçeye Göçmüşler Bahçesi adını bilerek verebilirdim ama o sözü, daha hiçbir
şey bilmezken uydurmuştum. Sonra başka bir şey geldi usuma o ara. Burası,
göçmüşlerin bahçesi değildi, göçecek kedilerin çekilip gözden ırak ölmeğe
baktıkları yeriydi herhalde bu kentin; Göçmüş Kediler Bahçesiydi bu.

Göz göze geldik gene. Usumdan geçenleri bilirmiş gibi, biraz alaycı
bir gülümsemeyle, başını "evet" dercesine sallıyordu. Başkan hâlâ düşünüyordu.
Kendi oyunumu oynamağa başladım.

Sen beni yaşatabilirsin, diye geçirdim içimden.
Başı, gene, evet, dedi.
Ama yaşatmak istemiyorsun çünkü sen
Başı, evet, ben?.. dedi.
Sevildiğini bilmek istersin.
Evet.
Ama sevildiğinin söylenmesini istemezsin. Beni söylenmemiş bir sevgide
boğabilirsin.
Evet.
Çünkü...
Çünkü?..
Bilemiyorum. Galiba... Korkuyorsun.
Evet.
Oyunu kestim. Tatsızlaşıyordu.
Kesmedi o.
Bekliyorum, dedi, evet...
Vazgeç, dedim başımla. Başka öksürdü. Kıpırdamıştım. Dondum.

Ağaçların arasında dönmeden önce bacaklarıma sürünen kediye bile
bakmadım. Kedi geçti gitti. Açtı; yorgundu belki. Ölmüştür şimdi. Göçmüştür bu
bahçede.

Başkan beni unutmuştu. Oysa ben, küçücük piyade
aşağıları savunuyordu şimdi,
oysa ben, küçücük piyade, vezirden başkasını düşünmüyordum. Ne yapıp
edip onu

Ama... Oyun bitmişti. Bitmişti benden yana. Bir tek adım atmam
yetiyordu işte. "Ne yapıp edip"in gereği yoktu artık. İyi oyuncu değildim ama
atılacak adım açıkça ortadaydı. Üstelik, istediğimin gerçekleşmesi bundan
kolay olamazdı.

Alanda bir kıpırtı oldu. Nerede, nasıl, bilmiyordum. Bildiğim, sıranın
bana geldiğiydi.

Her şey durmuş beni bekliyordu. Ben Başkanın sözünü bekliyordum.
Başkan başka bir şey söyleyemezdi, besbelli. Her yanım gerilmişti, atılmağa
hazırdım. Bir adımla vezire çıkıyordum. Yeşillerin veziri ister istemez beniim
oluyordu ardından...

Başkan susku içinde düşünüyordu. Bana dikilmiş yeşil gözleriyle
başını, ilk kez, "hayır" dercesine salladı o.

Neye hayır?
Düşündüğüne.
Gülünç olma, tam bu noktaya geldikten sonra... Seni almamı istemezsin
elbet, ondan öyle...
Hayır. Ama...

Konuşmak istiyordu şimdi. Üstünlük taslamaktan, tepeden bakıp alaycı
davranarak sırt okşamaktan vazgeçiyor, konuşmak istiyordu. Usumdan geçeni o
nasıl anlıyorsa, ben de öyle anlamalıydım onun usundan geçenleri. Mor değil,
Yeşildi anlaşmaya, uzlaşmaya varmak isteyen. Bütün gücümü kullanıp
anlamalıydım onu.

Hayır, diyordu, düşündüğün yanlış.

Birden toparlandım. Beni oyalıyordu. Yapmak istediğimi sezmiş,
önlemeğe çalışıyordu. Şu anda bir düşmanlık durumu içindeydik.

Dost olmamış mıydık bugüne dek? Hiç yan yana durmamış mıydık?
Görüştüğümüz anda büyülemişti beni. Ama ben mi ona yaklaş
Düşündüğümden vazgeçmek istemiyordum. Ona bakmağı bile bıraktım, yan
gözle Başkanın ağzını kollamağa başladım. Başkan kararını verdi, ağzını
araladı.

Çıkacak sesi beklemedim. Bir tek uzun adım attım. Binlerce insanın
göğsünden bir körük sesi çıktı.

Uğultu dindiğinde onun sesini işittim. "Mat" diyordu. Üstümdeki,
elimdeki demirlerin göğü tutan gümbürtüsü içinde yığıldım durduğum yere.


Bilge Karasu.

.......................................................................

1.b.

Kedilere benzeyebilseydik keşke. Öyle diyesim geliyor sık sık, bu son
yıllarda. Yaşadıkları anın iyicene farkındalar gibi. Bir şey bekliyorlarsa bir
deliğin başında, onları oyalayıp oradan uzaklaştırmak pek güç. Bildikleri bir
yerde bildikleri bir iş görülürken, her gün seyrettikleri, kendilerince
katıldıkları (anlayamadığımız, bakarak da bir işe katılınabilirliğidir) o işe
sanki ilk kez bakacaklarmış gibi, uyuklamakta oldukları yerden kalkmağa
üşenmeden gidip seyrederler yapılanları... Uykularının hangi katındalarsa, o
katın uykusunu yaşarlar.

Bizlerse, uydurduğumuz bir zamanla övünürken, her işimizi, her sözümüzü o
zamanın akışı içinde ötede, ileride, gelecekte varılacak, bir noktaya varmak
üzere yapılıyor ya da söyleniyor görürken, yapmakta, söylemekte olduğumuz şeyi
unutuveriyoruz. Bir ereğe yönelerek, bir erkek düşüne kapılarak giderken,
sonraları -biz göçtükten sonra- yaşamımız, daha da ileri vararak, YAZGIMIZ adı
verilecek bir dizi anın her birinin biricikliğini, değiştirilemezliğini,
yerine konmazlığını şuncacık olsun farketmiyoruz. (Bu yaşamın bölük pörçük
birkaç anısı bir iki yakınımızın belleğinde kalabilir ya, bunların bir
süreklilik, bir anlamlılık taşımış olabileceklerini bilecek tek kişi
-kendimiz- yokluğa karışmış gitmiştir artık). "Farketmiyoruz" dedim, meğer ki
gerçekten sonumuza yaklaşmış olalım. Yanılmıyorsam, kimimiz (yolun oralarında)
anlayıp öğreniyor kimi şeyi: Susup dinlemeği örneğin... Yaptığı, gördüğü,
işittiği her şeyin ağırlığını bir yerlerinde duymağı; bir çocuk gülüşünün, bir
güneş sızıntısının, bir gözyaşının avuçtaki yuvarlıklığını, ferahlatıcı
serinliğini, sayısızlığını ya da sayıya gelmezliğini; mutluluğun, acıyı,
sevinci art arda ayırım yapmaksızın yaşamak olabileceğini... Hele biraz
yaşlanılmışsa, görülen, işitilen, tadılan her şeye, geçmiş yaşantıların da
gelip desteklik, yastıklık edebileceğini...

Ama kedi sever gibi sevmemeliyiz sevdiklerimizi.


--------------------------------
Yengecin karşısında, düşmanı (Seçtiği düşman mı, düşman diye seçtiği
mi?) var. Onu yıkması gerekmektedir. Karşısındaki insan da artık üstün bir
yaratık değildir (olmasa gerek); yengecin seçtiği düşman olmağı kabul
etmiştir.

(Derler ki, senin burcundakiler, birileri kendilerini korusun
isterler; korusun, kayırsın, pohpohlasın... -Ya pohpoha
varasıya... -Ondan sonra da, saldırmak için uğraşırmış
Yengeçler; o kendilerini koruyan, kayıran, pohpohlayan
kimseye; saldırmak için fırsat yaratır, bahane uydururlarmış
gerekirse...)

(...)

(Derler ki Yengeçlerin bir yöntemi de, usandırmaktır,
bezdirmektir; durmadan, nazının çekilmesini beklemektir.
Nereye varırlar böyle?)

(...)

(Usanmışsındır ya... Derler ki Yengeçler, düşünceleriyle
değil, davranışlarıyla bezdirir, soğutur insanları
kendilerinden, uzaklaştırırlar. Kendilerine duydukları
güvensizliği efelikle örtmeğe kalkarlar. Oysa niye güven
duymasınlar? Hiç değilse görünüşte - ama görünüşte, yalnız
görünüşte... Eninde sonunda, kabuklarının kalınlığı bir şeye
yarasa gerek - hiçbir neden düşünülemez buna.)



Bilge Karasu'dan 'Göçmüş Kediler Bahçesi' üzerine

Bilge Karasu
Göçmüş Kediler Bahçesi, Bilge Karasu, İmge Yay.


Bilge Karasu'nun 'Göçmüş Kediler Bahçesi' kitabından bölümler
http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=232
Emre Sururi tarafından, 07/02/2001 tarihinde gönderildi.
Epigraf: Online Türkçe Edebiyat Arşivi | http://epigraf.fisek.com.tr