Epigraf, Uzak Ülke projesinin elemanıdır

Acı çekmek ruhun fiyakasıdır. | İsmet Özel

Tehlikeli Oyunlar / Oğuz Atay


"Sana hiç bahsetmemiştim ama, muhakkak duymuşsundur: Evliliğimizin
dördüncü yılında Nazlı, evi terk etmişti. Nasıl derler, bir başkasına
kaçmıştı. Acıklı bir durumdu. Ne yapacağımı bilmeden odalarda dolaşıp durdum.
Karımın resimlerine baktım. Bir şeyler yapmak, birilerine gitmek, ne bileyim
dert yanmak, ondan şikayet etmek, bana yapılan bu haksızlığı ortaya koyup
sızlanmak istemeliydim. En azından, herkesin yaptığını yapmak gelmeliydi
içimden. Belki de bütün bunları istiyordum, harekete geçemiyordum. Üstüm başım
dağınık, sokaklarda sürükleniyordum. Söze nereden başlanacağını bilemiyordum
herhalde: Durup dururken birine giderek söze başlayamazdım ya. Fakat biri
benimle konuşmağa başlayınca da, söz dönüp dolaşıp buraya gelecek diye
korkuyla iç geçiriyordum; göğsüme bu mesele saplanıyordu. İşten erken kaçıyor,
meyhanelerde oturuyordum öğleden sonraları. Bir gün, tren istasyonunun
yanındaki bir lokantaya girdim; kendimi hamallı yük arabalı yabancı bir
çevrede bulmuştum birdenbire ve civarda başka bir meyhane yoktu. Lokantanın
bahçesinde, trenlere yakın bir yere oturdum. Erken bir saat olmasına rağmen
masalar kalabalıktı. Bir şişe rakı söyledim. (Kimseye bakacak halim yoktu.)
Sabahtan beri bir şey yememiştim: Biraz meze getirttim. İlk kadehleri hızla
içtim, başım döndü. Sonra, çevreme baktım: Konuşuluyordu, hiç bir şey
yenmiyordu, sadece kahve çay gibi şeyler içiliyordu. Birileri bekleniyordu.
Tren yoluna bakılıyordu. İçmeye devam ettim. Çevremdeki gürültü artıyordu;
heyecanlanılıyordu. Masalardaki çaylar bile içilmiyordu. Bütün gözler
demiryoluna çevrilmişti. İçki, yavaş yavaş gerginliğimi yumuşattığı için,
çevremdeki insanları görmeğe, sesleri duymağa başladım. Dış ülkelerden gelecek
bir tren bekleniyordu. Herkes birbirine gülümsüyordu, bir yakınlık havası
sarıyordu ortalığı. Ben de gülümsedim (biraz da içkiden). Sonra, onlarla
birlikte heyecanlanmağa başladım. Bilhassa tren yoluna bakınca insanın
heyecanı artıyordu. Sanki benim de bir yakınım, bir dostum gelecekti. Sanki
trenden, mesela Nazlı çıkacaktı birden ve boynuma sarılıverecekti. Ben de
bütün olanları bir anda unutarak onu affedecektim. Hemen bir arabaya
binecektik; her şey hemen düzelecekti. Herkes sabırsızlanıyordu; herhalde tren
biraz gecikmişti. Ben, trenin geliş saatini bilmediğim için, biraz rahattım.
Dakikalar ilerledikçe benim de gözüm demiryoluna takıldı kaldı. Tren geldiği
zaman, herkes kadar heyecanlı, herkes kadar sabırsızdım. Herkesle birlikte
gülümsüyordum. İnsanlar, yakınımdaki masalarda oturanlar, masaya kurulup rakı
içerek yolcusunu bekleyen bu adama, biraz hayret, biraz da imrenmeyle
bakıyorlardı. Ben, olgun bir adam rolündeydim. Onlar adına endişeliydim: Ya
bekledikleri kimse, trenden çıkmazsa diye korkuyordum. Bütün bekleyenleri
birer birer gözlerimle takip etmeğe başladım. Önce trenin pencerelerindeki
yolculara bakıyordum; trendeki yolcu, birine el sallamaya başlayınca, onun
elini takip ederek talihli karşılayıcıyı buluyor ve rahatlıyordum. Sonra,
başka ellere bakıyordum. Onlarla birlikte gülüyordum; galiba ben de bir iki
kere elimi salladım. (Sarhoşluktan olacak.) Nazlı gelmedi tabii. Biraz mahzun
oldum. Benimle birlikte, beklediği gelmeyen birkaç karşılayıcı daha kalmıştı
lokantada. Çevremde hüznümü paylaşacak bir iki kişinin daha bulunması, benim
de hakiki bir karşılayıcı olarak, sadece beklediği gelmeyen bir karşılayıcı
gibi, istasyondan ayrılmamı sağladı. Biraz da gümrük kapısında bekledik
onlarla birlikte: Belki de yolcumuzu, o kalabalıkta görememiştik. Sonunda
boynumuzu büküp ayrıldık oradan: Nazlı gelmemişti.

Bu oyuna kısa zamanda alıştım. Arada tren istasyonuna uğrayarak
tarifelere bakıyordum. Bazen de telefonla soruyordum; ayrıca, trenin geleceği
gün de telefon ederek tehir olup olmadığını öğreniyordum. Lokantada beklerken
de, artık trenin geliş saatini bilmenin heyecanını, bütün karşılayıcılarla
birlikte yaşıyordum. Birkaç bekleyişten sonra daha cesur olmuştum. Elimi
hararetle sallıyor, bağırıyor, sesleniyordum. Beni, tanıdıklarından birine
benzetip, bana da el sallayanlar oldu: Bu kadar yolcu içinde, elbette birinin
ahbabına benzeyecektim. Böyle yanılmalar, benden başkalarının da başına
geldiği için vaziyetimde bir sahtelik olmuyordu. Ayrıca, tren gelinceye kadar
en az bir şişe içtiğim için, bu kadar teferruatı düşünerek endişelenecek kadar
ayık da olmuyordum. Trenin gelişiyle birlikte istasyonda birdenbire artan
hareketin seline kaptırıyordum kendimi. Gümrük memurlarıyla da artık ahbap
olduğum için, bana bazı imtiyazlar tanınıyordu. Öyle ya, benim kadar yolcu
karşılayan kimse yoktu. Fakat nedense ben, yakınlarımı perondan göremiyordum;
tam gümrükçülerden ayrıldıktan sonra, tam ümidimi kesmeğe başladığım sırada
yolcum da gümrük kapısından çıkıyordu: Onunla meydanın önünde karşılaşmış
oluyordum. Daha sonraları, perona çıkıp beklememe izin verdikleri için,
yolcularımı peronda da görmeye başladım. Tren gelince hemen yolcuların arasına
karışıyordum; sonra da gümrükçülere görünmeden ortadan kayboluyordum:
Yolcularımı (genellikle birden fazla olduklarını söylüyordum) peronda
buluyordum ve kalabalığın içinde beni göremiyorlardı tabii. Gümrükçüler, bazen
masama oturuyorlar; ne kadar yolcun var Tahsin Bey, diyorlardı. Beni pek
sevmişlerdi. Onlarla, Selim Bey olarak konuşmak garibime gittiği için; bu
maceranın, Selim Beyin günlük hayatı dışında bir gidişi olduğu için, ben
karşılayıcılık işinde Tahsin Bey olmuştum. Hatta bir gün, gümrükçülerden biri,
istasyonun dışında bir yerde arkamdan Tahsin Bey, diye bağırınca hemen başımı
çevirmeyi akıl edemediğim için tuhaf bir vaziyete düşmüştüm. O günden sonra ne
zaman arkamdan Tahsin Bey diye bağırılsa hemen döner bakarım."

Selim Bey, derin bir nefes aldı. "Her hadisemde olduğu gibi, bunda da
işin sonunu bir türlü getiremedim: Uzattıkça uzattım. Allahtan o sırada Nazlı
eve döndü. Fakat ben, bu bekleme huyumdan hemen vazgeçemedim: Bir süre
istasyona sürüklendim durdum. Sonra, beni rakı içmek gibi saran bu iptiladan
da vazgeçtim. Karımla da, ne evden ayrılışını, ne de dönüşünü hiç konuşmadık.

"Sonra Nazlı'yı kaybettim. Şimdi bazen düşünürüm: Ne olurdu, aramızda
herşeyi konuşmuş olsaydık. Nazlı bana evden ayrıldıktan sonra nasıl yaşadığını
anlatsaydı, neden birdenbire kaybolmak istediğini açıklasaydı. O kadar
sevdiğim karımın hayatına ait bir kısmı, hiç bir zaman bilemedim. Sanki iki
yıl, Nazlı hiç yaşamadı bana göre. Biliyorum, denebilir ki, üzücü olaylarla
karşılaşacaktı; insan, belki de hiç istemediği sözleri duyacaktı. Olsun; hiç
bilmemekten, bir insan hayatının o kadar yılını hiçe saymaktan daha iyidir
herhalde. Onun iki yılını yok saymakla, onun bu yıllarda neler hissettiğini
bilmek istememekle, çok sevdiğim bu insana da bir bakıma hürmetsizlik etmiş
oldum."

Sevgi, hayır gibi, başını salladı. "Öyle oldu, öyle oldu," dedi Selim
Bey. "Şimdi de, hiç bir şeyi tamir etmek mümkün değil artık. Nazlı'nın hiç bir
acı sözü, ölümün getirdiği o geri dönülmez soğukluk kadar çaresiz
bırakmayacaktı beni. Neyse geçelim bunu. Karım öldükten sonra, gene istasyona
gitmeğe başladım. Bu işin, artık değişik bir tarafı, bir tadı kalmamıştı.
Bütün insanlarımız gibi, ben de hayatımda bir kere biraz değişik bir harekette
bulunmuştum ve bütün insanlarımız gibi, artık ömrüm boyunca kendimi ve herkesi
bıktırıncaya kadar bu hususiyetime yapışıp sürüklenecektim; bütün hayatım
boyunca bu küçük istisnaya tutunmaya çalışacaktım.

"Gümrük memurları değişmişti, eski garsonlardan hiç biri kalmamıştı.
Nazlı ölmüştü ve onu beklemek diye bir mesele olamazdı. Bunu hayal bile
edemezdim. Başka bir çareye başvurdum; daha doğrusu, bir trenin kalkış saatine
yakın bir sırada lokantaya gittiğim zaman, oyunun mahiyet değiştirebileceğini
gördüm. Herkes üzgündü: Yakınları gidiyordu. Ben gene ön masaya bütün rakı
takımımla kurulmuştum. Artık oyun oynamak lüzumunu da hissetmiyordum;
Uğurlamaya geldiğim bir yakınım olmadığı belliydi. Bu sebepten, kimsenin
dikkatini çekmiyordum. Suratımı asmış oturuyordum: Nazlı gitmişti. Gidenler
sevinçliydi. Geride bıraktıklarına karşı ayıp olmasın diye üzgün
görünüyorlardı. Gene de, hakikaten üzülen bir iki samimi yolcu vardı. Ben
kimse bilmemekle beraber, kötü bir roldeydim: Bütün gidenlerin, tıpkı Nazlı
gibi, bir daha dönmeyeceği esası üzerine kurmuştum maceramı. İçimden, her
kalkan trene `Ölüm Katarı' gibi, `Karanlıklar Treni' gibi isimler takıyordum.
Toplu bir cenaze törenine gelmiş gibi hissediyordum kendimi. Fazla masraf
olmasın diye, bir tren dolusu ölüye tek tören yapılıyordu. Tabut ve taşıma
masrafını azaltmak için, bütün ölüler, daha tam ölmeden, daha hareket
güçlerini tam kaybetmeden, kendi ayaklarıyla törene geliyorlardı. Nazlı, bir
tren önce gitmişti; ben de, onu uğurladıktan sonra, hazır gelmişken, diğer
törenlere de katılıyordum. Muhayyilesi kuvvetli bazı insanlar, sevdikleri
ölülerin uzun bir yolculuğa çıktıklarını düşünmüşlerdir; bense, bütün
yolculuğa çıkanların ölmüş olduğunu düşünüyordum. Ne büyük bir günah, değil
mi?"

Oğuz Atay
Tehlikeli Oyunlar, İletişim Yayınları


Oğuz Atay'ın 'Tehlikeli Oyunlar' romanından, giden sevgiliye dair
http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=113
Emre Sururi tarafından, 30/11/2000 tarihinde gönderildi.
Epigraf: Online Türkçe Edebiyat Arşivi | http://epigraf.fisek.com.tr

epigraf     Bir önceki eser:   Disconnectus Erectus / Oğuz Atay
<<< -- Rasgele bir eser -- >>>
   Bir sonraki eser:   Günlük / Oğuz Atay