Epigraf, Uzak Ülke projesinin elemanıdır

Bir adam varmış ve bu adam bir gün, çıktığı bir gezide diyelim, ölmüş. | Emre Sururi

yanardağ sevgilim / susan sontag


Koleksiyon birleştirir. Koleksiyon ayırır.
Aynı şeyi sevenleri birleştirir. ( Ama hiç kimse benim kadar, yeterince sevmez.) Tutkuyu paylaşmayanlardan ayırır. ( Heyhat hemen hemen herkesten.)
O zaman beni en çok ilgilendiren şeyden söz etmemeye çalışırım ben de. Sizi ilgilendiren şeyden söz ederim.
Ama bu da çoğu kez sizinle paylaşamayacağım şeyi anımsatacaktır bana.
Hah, dinleyin ! Görmüyor musunuz ? Ne kadar güzel olduğunu görmüyor musunuz ?

---0---

Yaz. Anlamsız bir rastlantı sonucu ağustosun 24’ü, yani MS 79’daki büyük patlamanın yıldönümü. Hava, basık, rutubetli, sinek kaynıyor ortalık. Kükürt kokusu. Yüksek pencereler tüm körfezi kucaklıyor. Saray bahçesinde öten kuşlar. Dağın zirvesi üzerinde asılı kalmış ince bir duman sütunu.
Kral tuvalette. Pantolonu ayak bileklerine düşmüş, ıkındıkça kaşlarını çatıyor, makatından gürültüler geliyor. Daha yirmi dördünde olmasına karşın, şişman mı şişman. Karısının ki (geçireceği on yedi gebeliğin henüz altıncısında olan) gibi çizgi çizgi karnı koskoca porselen chaise perceé (lazımlık) üzerinde bir yandan öbür yana salınıyor. İki saat önce başlamış olduğu, domuz eti ve makarna, yabandomuzu ve kabak çiçeği ve meyveli dondurmadan oluşan yemekten sürüne sürüne gelmişti buraya. Gözde bir uşağının üzerine şarap püskürtmüş, tartışmayı seven kupkuru başbakanına ekmekten gülleler fırlatmıştı. Cavaliere’in yedikleri taş gibi oturmuştu midesine, üstelik tüm bu can sıkıcı görüntülere katlanmak zorunda kalmıştı. İşte tam o sırada Kral, bu harika yemeği yedikten sonra, bağırsaklarını harika bir biçimde boşaltmayı umduğunu bildirmiş, kendisini tuvalete, masasındaki seçkin konuklardan birinin, dostu ve eşsiz av arkadaşı tam yetkili İngiliz Elçisi’nin götürmesini arzu etmişti.
Ah, ah, midem ! (iniltiler, osuruklar, iç çekmeler.)
Yıldızı ve kırmızı şeridiyle terden sırılsıklam saray giysileri içinde Cavaliere, ince dudaklarından pis kokulu havayı ciğerlerine çekerek bir duvarın yanında dikiliyordu. Daha kötüsü de olabilirdi, diye düşünüyordu Cavaliere, yaşamında çoğu zaman böyle düşünerek avunurdu. Bu kez kastettiğiyse, Kral’ın ishalde olabileceği idi.
Geliyor, hissediyorum !
Kral’ın çocukça, iğrenç olma, şaşırtmaya çalışma oyunu. İngiliz şövalyesinin soylu, yanıt vermeme, şaşırmış görünmeme oyunu. Ben de onun kadar terlemiyor olsam, diye düşünüyordu Cavaliere, daha iyi bir tablo olabilirdi.
Hayır, değil. Yapmadım ! Yapamıyorum ! Ah, ne yapacağım ?
Belki de kendisini yalnız bıraksam, Majesteleri doğanın çağrısına dikkatini daha çok verebilirdi.
Yalnızlıktan nefret ederim !
Cavaliere, kaş sınırlarını aşmış olan terleri gözlerini kırparak önlemeye çalışırken, bunun Kral’ın o pis şakalarından biri olup olmadığını düşünüyordu.
Belki de iyi bir yemek değildi, diyordu Kral. İyi olduğuna eminim. O kadar lezzetli olduktan sonra iyi olmaz olur mu ?
Cavaliere yemeğin çok lezzetli olduğunu söyledi.
Kral, bana bir masal anlat, dedi.
Bir masal, dedi Cavaliere.
(Bir saraylı: söylediğiniz son sözü ya da sözleri size aynen tekrarlayan biri.)
Evet, çikolata dağını anlat bana. Her tarafı çikolatadan koskocaman bir dağ. İşte böyle bir dağa tırmanmak isterdim ben.
Bir varmış bir yokmuş, geceleri kara bir dağ varmış.
Çikolata kadar !
İçiyse bembeyazmış, mağaralar, labirentler ve ...
İçerisi soğuk muymuş, diye sözünü kesti Kral. Eğer sıcaksa çikolata erir.
Soğuk, dedi Cavaliere, sümbülteber esansına batırılmış bir ipek mendille kaşlarını silerken.
Bir kent gibi mi ? Bir dünya gibi mi ?
Evet .
Ama küçük bir dünya. Çok rahat. O kadar fazla uşağa ihtiyacım olmazdı. İnsanlı, küçük bir dünya isterdim, belki insanlar da küçük olurdu, istediğim her şeyi yerine getirirlerdi.
Ama şimdi de yapıyorlar, dedi Cavaliere .
O kadar değil, diye karşı çıktı Kral. Kraliçe’nin, Tanucci’nin, benim iyi dostum, sizden başka herkesin bana nasıl emir verdiğini biliyorsun. Evet, çikolatadan bir dünyam olmalı benim! Benim dünyam bu. İstediğim her şey. Ne zaman istesem, kadınlar olsun hep çevremde. Onlarda çikolatadan olmalılar ki yiyebileyim. Bir düşünsene, insanları yemek nasıl olurdu !
Şişman beyaz elini yaladı. Iııh, benimki tuzlu! Elini koltuk altına sürerek devam etti konuşmasına: Bir kocaman mutfak olurdu. Kraliçe yardım ederdi bana yemek pişirmekte, bundan nefret eder o. Sarımsak soyardı, milyonlarca diş sarımsak, bende onları onun içine yapıştırırdım, o zaman sarımsak bebeklerimiz olurdu. İnsanlar koşardı peşimden, kendilerini beslemem için yalvararak, onlara yiyecek atardım, yedirirdim onları.
Kaşlarını çatıp başını salladı. Bağırsakların ta derinlerinden gelen bir boşalma sesinde doruğuna ulaşan cızırtılı, fokurtulu nağmeler.
Bu iyi, dedi Kral. Uzandı ve Cavaliere’in sıska kıçına pat pat vurdu. Cavaliere başını salladı, kendi bağırsakları da hareketleniyormuş gibi hissetti. Bir saraylının yaşamı budur işte. Bu dünyayı yönetenlerden biri değildi Cavaliere.
Açık kapıda duran Kraliyet Yatak Odası Baş Yöneticisi’ne, yardım et bana, dedi Kral. Ayağa kalkmakta zorlanıyordu, o kadar şişmandı.
Cavaliere iğrenç olan şeye karşı gösterilen insani tepkilerin nasıl birbirinden farklı olduğunu düşündü. Bir uçta, Kral’ın manik adiliğinden saraydaki çok kişi gibi dehşete düşen Catherine. Öteki uçta , nefreti bir haz kaynağı olarak alan Kral. Ortadaysa kendisi, tam da bir saraylının bulunması gereken yerde, ne öfkeli, ne duyarsız. Öfkeli olmanın kendisi adi bir şey olurdu, bir zayıflık, bir terbiye eksikliği belirtisi. Büyük kimselerdeki sıra dışı alışkanlıklar doğuştan olmalıdır. (Cavaliere, ara sıra apaçık çılgınlık belirtileri gösteren bir başka kralın, ondan yedi yaş büyük çocukluk arkadaşı değil miydi ?) İnsanlar nasılsa öyle, değişiklik yok. Kimse değişmiyor, herkes biliyor bunu.

---0---

Yol arkadaşsız olmak. Yapayalnız olmak. Kendi duygularından ibaret kalmak.
Sis ve buhar var orada. Sonra eski öfkelerin ve özlemlerin küçük yumruları. Sonra büyük bir boşluk. Ne yaptığını düşünürsün, nasıl didindiğini – büyük eylemlerini, girişimlerini. Bütün enerjini yitirmişsindir. Her şey bir çabadan ibarettir.
... Bu kadar yeter artık.

---0---

Gelip geçen bir yolcusunuz siz. Çoğunlukla yolcuyuzdur hepimiz. Tekne tarihtir, bir yerlere doğru gidiyor. Kaptan siz değilsiniz. Ama keyfiniz gıcır, rahatınız yerinde.
Tabii, aşağıda ambarda açlıktan ölmekte olan göçmenler, köleleştirilmiş Afrikalılar ya da zorla çalıştırılan forsalar var. Yardım edemezsiniz onlara – onlar için gerçekten üzülüyorsunuz - , kaptanı da denetleyemezsiniz. Çok seviliyor, şımartılıyor olsanız bile, aslında çok güçsüzsünüz. Bir şeyler yaparak vicdan azabınızı dindirebilirsiniz, vicdan azabı çekiyorsanız tabii, ama ‘onlar’a bir yardımınız dokunamaz. Bir sürü eşyanızı alabilecek o geniş kamaranızdan vazgeçmenizin bile yardımı olmaz aşağıdakilere, onların eşyaları çok az, ama sayıları öyle çok ki. Yediğiniz yemek doyurmaya yetmez onları. Onları da düşünerek hazırlarsanız yiyeceğinizi, yeteri kadar iyi olmaz. Hem kalabalıklar manzarayı bozar bilirsiniz. (Kalabalıklar manzarayı bozar, kalabalıklar her şeyi karmakarışık eder , vb.) Bunun için de, elinizdeki harika yiyecekleri yemekten ve manzaradan yararlanmaktan başka bir seçeneğiniz yoktur.
Yine de, kayıtsız olmadığınızı varsayarsak, neler olup bittiğini düşünüp durusunuz. Olayların sorumlusu siz olmasanız bile, nasıl sorumlu olabilirsiniz siz, yine de bir katılımcı, bir tanıksınızdır. (Birinci – ya da ikinci – sınıf yolcular, bunlar, tarihin birçok öyküsüne kaynaklık eden görüş açılarıdır.) Tüm o idam edilenler sizin kadar rahat yaşayan, sizin sınıfınızdan, sizin ayrıcalıklarınıza sahip kimselerse eğer, hiç de kayıtsız kalamazsınız başlarına gelenlere. Tabii, gerçekten suçlu iseler cezalandırılmalarını önleyemezsiniz. Ama kayıtsız olmadığınızı, nazik, iyi bir insan olduğunuzu varsayalım, elinizden geleni yapmaya çalışırsınız. Sevecenlik önerirsiniz. Ya da en azından sakınımlı olmalarını.
...

---0---

Bir imge yalnızca bir anı gösterebildiği için ressam ya da yontucu, görenin konu üzerine en çok bilmek istediği, hissetmek istediği anı seçmelidir.
Ama görenin bilmek ve hissetmek istediği şey nedir ?
Yunanlıların bir tuzak hazırladıklarını hissederek tahta atı kentin duvarları içine çekme kararına karşı çıkan, bu kurnazlığından dolayı iki oğluyla birlikte korkunç bir ölümle cezalandırılan Troyalı rahip Laocoon’un ölümünü düşünün. Yaşlı Pliny’nin teknik ustalığından dolayı resimden ya da yontudan üstün saydığı, en kötü olanı göstermeksizin en kötü duyguyu uyandırdığı için Cavaliere’in çağında da sanattan anlayanların seçkinliğine hayran olduğu birinci yüzyıldan kalan ünlü yontuda onların ölüm acılarının nasıl temsil edildiğini düşünün. Klasik sanatın başarısındaki asal klişeydi bu: acıyı edebe uygun bir biçimde göstermek, dehşetin göbeğindeki saygınlık. Yontuda rahip ve çocukları kendilerine doğru kayarak gelen iki dev yılanın karşısında donmuş, ağızları açık haykırırken, yüzleri şişmiş, gözleri yuvalarından uğramış bir ölüm tablosu halinde betimlenmemiştir. Biz onların yüzlerindeki gerginliği ve ölüme karşı kahramanca direnmeyi görürüz. Winckelmann, Laocoon’un bize sunduğu standardı düşünerek, “Denizin dibi, köpüren bir yüzeyin altında nasıl sakin uzanırsa, büyük bir ruh da acıların çalkantısı ortasında öyle sakin kalır,” diye yazmıştır.
Cavaliere’in zamanında, dayanılmaz bir durumun betimlendiği an, görüntüde hala öğretici bir şey bulabildiğimiz, son kertedeki dehşetin doruğuna ulaşmasından önceki andı. Bu anın seçilmesinin, yani seçilen anın fazla rahatsız edici olmamasına özen gösterilmesinin nedeni derin acıya ya da büyük haksızlığa nasıl tepki gösterildiğinin, bu durumların nasıl betimlendiğinin bilinememesi olabilir. Fazla kaygı çekmekten, yatıştırılamaz duygulardan, yerleşik toplumsal düzene karşı çıkıp onarılmaz biçimde kopmaya yol açacak duygulardan korku.
Resim sanatında en korkunç şeylere bakabilirsiniz. Çağcıl beğenimize göre yapılmış bir Laocoon bile, gerçeği acı veren duygularla özdeşleştirmemize karşın, hala bir mermer olarak görünebilir gözümüze. İki yılanın kıvrımları Troyalı rahibin ve çocuklarının çevresinde daha fazla sıkılamaz. Onların ölüm acıları bu anda sabitleştirilmiştir. Sanat ne gösterirse göstersin, durum daha kötüleşmeyecektir. Bir müzik yarışmasında Apollon’a meydan okuma gibi delice bir cesaret göstermiş olan flütçü satir Marsyas’ın tam derisi yüzülmek ‘üzere’dir. Bıçaklar çekilmiştir. Kendisini şehit olmaya hazırlamaktadır (ya da ne olup bittiğini tam anlamamıştır). Gözlerinin ve ağzının çevresine budalaca bir bakış yerleşmiştir. Ama işkencecisi henüz... kesmeye başlamamıştır. Ufacık bir et parçası bile kopmamıştır. Canavarca cezasına, sonsuza kadar, saniyeler vardır.

---0---

Hücremdeki pencereden körfezdeki gemilerini görebiliyordum.
24 Haziran’da gelip Kardinal Monster’la imzalanmış olan anlaşmayı bozduklarında arkadaşlarımla ben Toulon’a giden nakliye gemilerinden birine binmiştik bile: Nakliye gemisinden zorla çıkarılarak Vicaria’ya götürüldük. Hapishanedeki az sayıda kadından biri olarak bana yediye on adım, içinde uyumak için bir portatif yatak bulunan, kendime ait, pislik içinde bir hücre verilmişti ve zincirlenmemiştim. Arkadaşlarımdan ikisi, yazı demir boyunluklarla duvara prangalanmış olarak geçirdi, öteki beşi ise bir hücrede durmaktan kamburlaşmıştı, yerde beden bedene uyuyorlardı. Bazılarımız mahkeme adı verilen celseler saçmalığından geçti, ama suçluluğumuza zaten karar verilmişti.
Her gün siyah geminin suda yüzüşünü izledim. Onlara ter ya da gözyaşıyla yağlanmış bir mektup yollamayacaktım. Yaşamımı bağışlamaları için yalvarmayacaktım.
Geceleyin fenerleri, ay ışığında parıldayan beyaz direkleri görüyordum. Kimi zaman gemiye o kadar uzun süre bakıyordum ki, salınan direkleri durdurabiliyor ve hapishanenin hareket ettiğini duyumsayabiliyordum.
Akşam eğlencesi için yiyecek, şarap ve müzisyen getiren küçük teknelerin bir aşağı bir yukarı koşuşturduğunu görüyordum. Bağırış ve kahkahaları duyabiliyordum. Masalarındaki pahalı yemekleri anımsıyordum. İngiltere Elçisi ve karısının kutlandığı toplantıları anımsıyordum,... tavırlarını sergilediği pek çok akşamda ben şiirlerimi okurdum. Hücremde pek çok şiir yazdım; ikisi, Napoli’yle ilgili ve ustam Vergilius’la anısına Latince yazılmış, mavi gökyüzüne ve martılara bir ağıt .
Koyu yaz denizini yaran bir gemi olmak ne harika şey! Mavi yaz göğünde süzülen bir martı olmak ne harika şey! Çocukken sık sık uçabildiğimi düşlerdim. Hoşlandığım bir fanteziydi bu. Ama beden hapishanede yerçekimi tutsağı oluyor. Günde iki kez hücreme getirilen yavan ekmek ve çorba tayınıyla küçülmüş olmama karşın, hiçbir zaman kendimi bu kadar yere bağlı hissetmemiştim. Ruhum yükselmek istiyordu, ama şimdiki bedenimle hayal bile edemiyordum bunu. Yalnızca, yükselir yükselmez – onların gemisinin yanından, onların gemisinin – kurşun gibi denize düştüğümü hayal edebiliyordum.
6 Ağustos şafağında pencereme gittiğimde sancak gemisinin gitmiş olduğunu gördüm. Napolili yurtseverlerin katledilmesini yetkilendirme ve yasallaştırma görevleri tamamlanmış, Palermo’ya doğru yola çıkmışlardı. İdamlar ve boyun vurmalar bir sonraki bahara kadar sürecekti.
Ben iki hafta sonra idam edildim.
İdamdan kurtulamayacağımı görünce, asılmak yerine boynumun vurulmasını istedim. Yaşamak istediğim sınıfıma özgü tek hak buydu. İsteğim, Eyalet Cuntası tarafından, bir yabancı olduğum gerekçesiyle reddedildi. Ve bir yabancıydım. Roma’da doğmuş ve sekiz yaşından bu yana Napoli’de yaşamıştım. Portekizli babam ayrıcalıklı bir Napoli soylusu olarak Napoli vatandaşlığına alındığında vatandaşlığa kabul edilmiştim. Napolili bir soylu ve subayla evlenmiştim. Evet, bir yabancıydım.
Ölüm gösterim için, en son dört yıl önce kocamın cenaze töreninde giyilmiş, ayak bileklerimde daralan siyah, uzun bir giysi seçmiştim. Bu giysiyi, kendimi, kırılan umutlarımız için yastaymış gibi göstermek için değil, aylık akıntım başladığı ve darağacının dibinde dururken lekeyi göstermeyecek bir şey giymeyi yeğlediğim için seçtim.
Son gecemi korkumu denetlemeye çalışarak geçirdim.
Öncelikle vakarımı yitireceğimden korktum. Asılmak üzere olanların sıklıkla bağırsaklarının denetimini yitirdiklerini işitmiştim. Alandan darağacının ve merdivenin durduğu platforma yöneldiğimde dizlerimin bükülmesinden korkuyordum. Gözbağıyla bana doğru ilerleyen celladı ve ilmikli uzun ipi tutan yardımcısını görünce, yakışık almayan bir dehşetle kasılmaktan korkuyordum. Kalabalığın “Kralımız Çok Yaşa!” haykırışları bazı arkadaşlarımı son sözcüklerini “Cumhuriyet Çok Yaşa!” olarak seçmeye kışkırtmıştı. Ama ben ölümüme sessiz gitmek istiyordum.
Sonra, beni asmalarından önce boğulmaktan korkuyordum. Çünkü celladın alnıma kirli bir paçavra bağlamasından sonra onun ya da yardımcısının kalın, kıllı bir ipi başımdan omuzlarıma indireceğini biliyordum. Görünmeyen eller onu sıkıştıracak ve çektiği her yere gitmek zorunda olacaktım, merdivenin ayağına, sonra yukarı doğru ipi izlemem gerekecekti. Merdivenin üç kişinin ağırlığıyla bel verdiğini hayal ettim. Yukarıda beni kafamdan çeken cellat. Aşağıda ayak bileklerimi tutan ve bir basamaktan ötekine iterek onlara yol gösteren yardımcısı.
Ayrıca, celladın ipin ucunu bağlamak için kirişe tırmanmasından ve yardımcısının havaya dönmüş bileklerimdeki cendereyi sıkarak beni götürmesinden sonra ölmemekten korkuyordum. Onun ağırlığı beni ayağımdan aşağıya çekerken, ikimiz havada sallanırken, hala canlı olabilir miydim ?
Şafak söktü. Giyindim. Hücremden hapishane müdürünün odasının yakınındaki bir odaya götürüldüm ve arkadaşlarımı tekrar görmekten duyduğum mutluluk – iyi bir grupla, yurtseverlerimden yedisiyle birlikte asılacaktım – bana aniden ölmekten korkmadığım hissini verdi.
Hava şimdiden çok sıcaktı. Bize su verildi. Ben kahve istedim. bir gardiyan hapishane müdürüne gitti, izin aldı. Ama kahvem kaynar durumda geldi, soğumasını beklerken kapıdakiler de bekliyordu. Artık zamanımın kalmadığını söylediler. Onlara önce kahvemi içmeme izin verildiğini, bana birkaç dakika daha bağışlamaları gerekeceğini söyledim. Aramızda kendisine verilen zamanı bir parça kağıt çıkarıp yazarak geçiren, yalnızca yirmi üç yaşında bir şair vardı. Yazdığının bir başka şiir mi, yoksa darağacının ayağında söylemeye hazırlandığı bazı sözcükler mi olduğunu merak ettim. Yudumlamaya çalıştığımda kahve hala dilimi yakıyordu. Kapıdaki yırtıcı bakışları görmezden gelerek kahveyi bıraktım. Şair hala yazıyordu. Ona bu fazladan birkaç sözcüğü sağlamaktan mutluydum. Piskopos tespihiyle dizlerinin üzerine çökmüştü. Sanki zamanı durdurmuş gibiydim, ama onu tekrar ilerletecek olan da bendim. Çünkü bu arada kahvem insafsızca soğuyordu. Onu içebildiğim an büyü bozulacak ve ölümlerimize doğru ilerleyecektik.
Kıpırdayamıyordum. Bir hareketimin büyüyü bozabileceğini hissediyordum. Çok açtım ve önceki gecenin kıt tayınından ayrılmış bir lokmayı göğüslerimin arasına kaydırmıştım. Kahvemin soğumasını beklerken lokmayı yiyebilirdim. Ama gardiyanlar yemek için değil kahve için iznim olduğunu söyleyebilirlerdi.
Fincanı bir kez daha dudaklarıma götürdüm, ne yazık ki kahve içilecek kadar ılıktı.
Ötekilere bir avuntu sözcüğü söylemem gerektiğini düşündüm – belki de bir kadının düşüncesi - , çünkü umutsuzlukla en az benim kadar güçsüz düşmüş olduklarını görmüştüm. Aklıma Aeneid’den bazı sözcükler geldi: Forsan et haec olim meminisse juvabit – belki bir gün bu bile anımsanacak bir sevinç olur. Genç şairimizin yüzünde bir gülümseme gördüm.
Hapisten çıkarken bize eşlik ettiler ve arabaya bindirilmeden önce kollarımız arkamızda sıkıca bağlandı. O zaman kollarımın bir daha asla serbest olmayacağını fark ettim. Daha cesur olup ekmek parçasını yemediğime ne kadar pişmandım !
Araba bizi kaygısız, bulutsuz göğün altına götürdü; acının yinelenen, yozlaştırıcı manzarasına alışkın kalabalıkların doldurduğu caddelerden ve havada dans edişimizi izlemek için toplanan kalabalık izleyicilerle darağacı platformunun bulunduğu pazar alanına. Düzenli birliklerden askerler, Kardinal Monster’in ordusu ve iki süvari alayıyla çevrilmiş bu sabırsız izleyicilerin kendileri de gözleniyordu. Herhangi bir kargaşa olasılığına karşı yedek duran öteki birliklerin bulunduğu Carmine Kilisesi’nin duvarlarının içine alındık ve penceresiz bir askeri karakola konduk.
Önce süvari subayımızı aldılar. Yirmi dört yaşında, büyük dük ailelerinden birinin evladı, Ulusal Muhafızlar’ın ikinci komutanıydı. Ancak yirmi dakika sürmüş gibi geldi. Kalabalığın haykırışlarını dinledik.
Sonra yetmiş üç yaşındaki papazı, turp gibi yaşlı adamı aldılar.
Arkadaşlarımın birer birer gidişini izlerken – belki de tek kadın olduğum için – sona saklanıp saklanmayacağımı merak ediyordum.
Yalnızca genç şairle ben kalınca ona şunları söyledim: Umarım bu ricayla seni sıkmıyorumdur, ama bedenlerimiz kısa bir süre sonra bozulup çürüyeceği için genellikle bizi bağlayan alçakgönüllülük kaygılarından birkaç dakika erken kurtulabiliriz. Korkunç açım, elbisemin korsajında bir parça ekmek var. Onu almak için girişimde bulunma iyiliğini yapar mısın ? Başını annenin göğsüne eğdiğini düşün!
Yoldaş bir şaire başımı saygıyla eğerim, dedi.
Göğsüme gömülen bir erkek başının nasıl bir duygu olduğunu unutmuştum. Ne kadar güzel olduğunu. Başını kaldırdı, ekmek parçası dişlerinin arasındaydı. Benimkinde olduğu gibi onun gözlerinde de yaşlar vardı. Aramızdaki ekmeği paylaşabilmek için yüzlerimizi yaklaştırdık. Sonra onu aldılar.
Kalabalığın haykırışını duyuyordum. Şairimin asıldığı anlamına geliyordu bu. Keşke tuvalete gidebilseydim. Sonra benim sıram geldi ve evet, tam olarak düşündüğüm gibiydi.


---0---

Adım Eleonara de Fonseca Pimentel. Bu , doğduğumda edindiğim ( babam Don Clemente de Fonseca Pimentel’di ) ve tanındığım addı ( kocamın ölümünden sonra baba adıma döndüm ) ya da onun farklı bir biçimi. Genellikle bana Eleonara Pimentel derler. Bazen Eleonara Pimentel Fonseca. Ara sıra Eleonara de Fonseca. 1799 Napoli Devrimi’ndeki, hepsi erkek olan arkadaşlarımdan asla tek başına ilk adlarıyla söz edilmezken, tarihçiler kitap ve makalelerde benden söz ederken sıklıkla yalnızca Eleonara derler.
Erken gelişmiştim: Zamanımın ayrıcalıklı kişileri arasında dehalara sık rastlanır. On dört yaşında Latince ve İtalyanca dizeler yazdım, Metastasio’yla yazıştım ve Pombal Markisi’ne atfettiğim Erdemin Zaferi adlı bir oyun yazdım. Dizelerim elyazmaları halinde elden ele geçti ve beğenildi. Kral ve Kraliçe’nin 1768’deki evliliği için bir düğün kasidesi yazdım; on altı yaşındaydım, Kraliçe’yle aynı yaşta. Ulusal bir banka kurmak için bir proje de dahil olmak üzere çok sayıda ekonomi tezi yazdım. Geç evlendim: Ben yirmi beş, uygunsuz kocamsa kırk dört yaşındaydı. Matematik, fizik, botanik çalışmalarıma devam ettim. Kocam ve arkadaşları benim tuhaf biri, uygun olmayan bir eş olduğumu düşündüler. Kendi çağıma göre, bir kadın olarak cesurdum. Yedi yıl sonra durup dururken kocamı terk etmedim ya da daha alışılmış biçimiyle, babamın ve erkek kardeşlerinin onunla sert bir biçimde konuşup ayrı yaşamamızı kabul etmesini sağlamaları yoluna sapmadım. Ondan yasal bir ayrılığı talep ettim. Pek çok sadakatsizliğinden bazılarına tanıklık ettiğim, onun bana zamanımın çoğunu okuyarak geçirdiğim, ateist olduğum ve başka daha yaygın ahlaksızlıkların yanı sıra matematik öğretmenimle ilişkim olduğu biçimindeki karşı suçlamalarını yönelttiği bir mahkeme oldu. Yarattığım skandala rağmen ayrılma kararımı elde ettim. Sonra ayaklarımın üzerindeydim.
Okumaya, yazmaya, çevirmeye, incelemeye devam ettim. Yazınsal etkinliklerim için saraydan gelen bir ücretim vardı. İki Sicilya Krallığı’nda Papalık’ın etkisinin tarihçesi üzerine Latince’den İtalyanca’ya yaptığım çeviri 1790’da basıldığında Kral’a ithaf edilmişti. Cumhuriyetçi oldum ve kraliyet mensubu patronlarımla bozuştum. Özgürlük Kasidesi adlı eserimi – hani şu hapse girmeme neden olanı – ezberden mi okuyayım ? Hayır geleneksel biçimde yetenekli bir şairden fazla bir şey değildim. En güçlü şiirlerim yıllar önce yazılmıştı – yalnızca sekiz aylık olan çocuğumun , Francesco’nun ölümü üzerine soneler.
Devrim patladı ve ben de onunla birlikte patladım. Beş aylık cumhuriyetimizin baş gazetesini yarattım. Çok sayıda makale yazdım. Pratik ekonomik ve politik sorunların pek ala farkında olmama karşın, eğitimi en öncelikli iş olarak değerlendirmekle hata yaptığımı sanmıyorum. Eğer yürekleri ve akılları değiştirmezse devrim ne işe yarar ? Her kadın gibi olmasa da, bir kadın gibi konuştuğumu biliyorum. Kendi sınıfımdan bir kadın gibi konuştuğumu biliyorum. 1794’te Napoli’de basıldığında Mary Wollstonecraft’ın kitabını okumuş ve hayran kalmıştım, ama gazetemde hiçbir zaman kadın hakları konusunu ileri sürmedim. Bağımsızdım. Aklımı cinsimin bazı alçaltıcı düşüncelerine kurban etmemiştim. Aslında öncelikle kendimi bir kadın olarak düşünmedim. Haklı davamızı düşündüm. Yalnızca bir kadın olduğumu unutmaktan memnundum. Toplantılarımızın çoğunda tek kadın olduğumu unutmak kolaydı. Saf alev olmayı istedim.
Bu krallıktaki yaşamın kötülüğünü hayal edemezsiniz. Sarayın ahlak bozukluğunu, insanların acısını, törelerin çarpıtılmışlığını. Yoo, o zamanların görkemli olduğunu söylemeyin. Yalnızca zenginler için görkemliydi, eğer insan yoksulların yaşamları üzerine düşünmezse , güzeldi.
Bu dünyaya doğmuştum, o sınıfa aittim, o son derece hoş hayatın güzelliklerini yaşadım, sınırsız bilgi ve beceri semalarında sevinçten uçtum. İnsanoğlu sefilliğe, yalanlara ve kazanılmış ayrıcalıklara nasıl da doğal biçimde uyum sağlıyor! Doğumunun ya da uygun hırs biçimlerinin ayrıcalık çemberi içine yerleştirdiği insanlar eğlenmeye değil, - sakatlayıcı biçimde dindarlık taslayan ya da çileciliğe saplanmış – uyumsuzluklara adanmalıdır. Ama doğumla ya da ayaklanmayla dışarıya, bu dünyadaki çoğu varlığın yaşadığı yere fırlatılmış insanların, bu kadar az kişinin hem zenginliği, hem de bilgiyi tekellerine alıp ıstırapları başkalarına yüklemelerinin ne kadar utanç verici olduğunu görmemesi için kalın kafalı ya da köle ruhlu olmaları gerekir.
Ben ağırbaşlıydım, coşkuluydum, kinizmi anlamıyordum, bir şeylerin azınlık değil, çoğunluk için iyi olmasını istiyordum. Geçmişe özlem içinde değildim. Geleceğe inanıyordum. Şarkımı söyledim ve gırtlağım kesildi. Güzelliği gördüm ve gözlerim oyuldu. Belki de naiftim. Ama kendimi delicesine sevdaya kaptırmadım. Tek bir kişinin aşkında boğulmadım.
... Beni aşktan çok adaletin harekete geçirdiğinin söylenmesine izin vermeyeceğim, çünkü adalet de aşkın bir biçimidir. Gücü biliyordum, bu dünyanın nasıl yönetildiğini gördüm, ama onu kabul etmedim. Bir örnek oluşturmak istedim. Kendimi düş kırıklığına uğratmak istemedim. Ama öfkelendiğim kadar korktum, kendimi, itiraf edemeyeceğim kadar zayıf hissedecek bir biçimde korktum. Bu yüzden korkularımdan değil, daha çok umutlarımdan söz ettim. Öfkemin başkalarını kıracağından ve onların beni yok edeceklerinden korktum. Kendimi nasıl koruyabileceğimi anlayacak kadar güçlü olamamaktan korktum. Bazen yapabileceğimin en iyisini yapabilmek için bir kadın olduğumu unutmak zorunda kaldım. Yoksa bir kadın olmanın ne karmaşık bir şey olduğu yalanını söylerdim kendime. Çoğu kadının, bu kitabın yazarının da yaptığı gibi. Ama kendi zaferlerinden ya da rahatlarından başka bir şeye aldırmayanları bağışlayamam. Uygar olduklarını sanıyorlardı. Aşağılıktılar. Topunun Allah belasını versin.




(The Volcano Lover)

susan sontag
Yanardağ Sevgilim, Çev: Mehmet H. Doğan, Can Yayınları, 2000, İstanbul, 1. basım


Susan Sontag'ın 'Yanardağ Sevgilim' romanından bazı bölümler
http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=1104
Özgür Öğütcen tarafından, 02/05/2003 tarihinde gönderildi.
Epigraf: Online Türkçe Edebiyat Arşivi | http://epigraf.fisek.com.tr

epigraf     Bir önceki eser:   Hulasa / Rüştü Onur
<<< -- Rasgele bir eser -- >>>
   Bir sonraki eser:   Radyo Skeci / Samuel Beckett