Epigraf, Uzak Ülke projesinin elemanıdır

Eskitiyorum eskitiyorum kalıyor ne kadar güzel olduğun. | İlhan Berk

Örnek Suçlar / Max Aub


Dorothea ile Carlos için

itiraf

Max Aub

İşte size kulağa teğet geçip, ağızdan kâğıda dökülen birinci el mallar. Yalansız itiraflar: Dolambaçsız, yatay ya da dikey, şiddeti açıklamaktan başka hiçbir ereği ya da isteği olmayan itiraflar. İspanya'da, Fransa'da ve Meksika'da yirmi yılda topladığım bu malzemeyi şimdi süslemeye kalkamazdım elbette. İlkel olmalarının nedeni budur. Bu itiraflar kuşkusuz, bu insanların, Tanrı ile aralarını düzeltmek ve günahtan arınmak için söyledikleridir.

İnsanlar oldukları gibidir. Onları bir anlık insanlık dışı bir davranışta bulunmaya iten güdüden, hayat boyu sorumlu tutmak, benim içine düşmeyeceğim bir özentidir. Bu itirafların günışığına çıkardığı olgu, bu insanları suça iten nedenlerin tümünün de duygusal olduğudur. Bence itiraflar safça yapılmış olsalar bile, gerçeklerden söz ediyorlar. Öte yandan, itirafların birbirlerine benzediği söylenecektir. Bunun böyle olması hiç şaşırtıcı değil. Bir Sicilyalı, bir Arnavut, bir Danimarkalı, Norveçli ya da Guatemalalının cinayet işleme nedenleri birbirinin eşidir. Bazı duyarlı kişileri incitmemek için burada Amerikalılar ile Rusları saymıyorum.

Özenti değiller, oldukları gibiler. Kendilerini hemen ele veriyorlar, itiraf etmeliyim şimdi. Onları önyargısız konuşturabilmek için Meksika dağlarından toplanmış Oaxaca mantarlarından yapılma uyuşturucu ya da uyarıcı bir bileşim kullandık, çünkü sorgulamalarda yalnız değildim. Salt yayınlamaya yetkili olduğum kısımları yayınlıyorum. İsim vermiyorum, isimler bende gizlidir.

Ünlü bir İspanyol romanında "şarabın yüreğe can verdiği" söylenir. Yalnızca yüreğe değil. İnsan, kendi sınırlarına tek başına ulaşamıyor bazen. Zirveye ulaşıp oradan çevreye yayılmak için hayvanlar gibi uğraşan ve bunu yapmak için bazı maddelere gereksinimi olan büyük yazarlar tanıdım. Bu durum ressamlarda, mühendislerde ve mimarlarda görülmez. Bu bir üstünlük mü, bilemiyorum. Hiç kimse hatalarını şıppadak kabullenmez. Böyle anlarda kim Tanrı'ya sığınmaz ki? Okuyacaklarınız yalnızca bir fısıltıdır. Parıltısız ama fısıltı yine de. Yosunun üstünde suyun fısıltısı. Adam olmaz ve müzikle dolup taşan bir günahkârın, lirik bir Fransızcayla çok önceleri söylediği gibi. Bütün öbür kitaplarım gibi, bunu da yayınlamamalıydım. Katkım ne? Hiçbir şey. Tarihe yeni bir şey katamıyorsa, hiçbir şeyin değeri yoktur. Zamanımızın insanı yalnızca başarısızlıkla ilgileniyor. Son büyük efsane de, eskidiğinden değil,
fazla güçlü olduğundan çöküyor, insanlığın büyüklüğü, kurduğu ütopyaların gücüyle ölçülür. Şimdi hiçbir yere gitmiyorsak, günümüzün idealinin, içgüdülerin bastırılması ve bayağılık oluşundandır. Hadım edilmiş olmanın sözde onuruna ulaşalım derken en iyilerimiz harcanıp gitti.

Yeraltı dünyalarında, nasıl yaptıklarını bilmeden açıklıyorlar benliklerini bu alçakgönüllü suçlular. Ama onlara acıyarak bakmıyoruz. Çünkü onlar da zamanımızın olağanüstü gelişmesine karşı çığlık atamayan bizler kadar aşağılık kişiler. Bilinçli baskıyla bize yükleneni kabulleniyoruz, karşı çıkmıyoruz, herkes rahat. Kaderi tek eliyle nasıl yenebilir insan?

Bu örnekleri sunmak için, doğal olarak absürd bir anlatımı yeğledim. Dolaysız anlatmam mümkün değil. Abartılı anlatımın bu dolambaçlı güzelliği var işte.

Kimin kanatları düşmedi?

Korku, ustalara kadar ulaşmış; ortada dolanan palavracıların dışında kimse başarılı değil artık. Hiçbir zaman toprağa bu kadar yakın durmadık. Bizi hiçbir iz bırakmadan yutacak olan toprağa. Suçu kimselere yüklemeyelim. Belki hava muhalefeti nedeniyle, mahsülü yitirdik.

Bilginin tuzu kimseleri güldürmüyor artık. Çocuklarını yedikten sonra kendi kuyruğunu ısıran bilgelerin dışında. Ne ektik, ne biçtik? Geriye yalnızca kadere dayanan oyun kaldı. Bazıları yorulmazlar oyun oynamaktan. Ben yoruldum. Bu itiraflarda bulunanlar da yorgun. Miyop, gözleri bozuk ve kör bastonlarıyla çılgın çifteler atan insanlar bunlar.

P.D. — Sanılanın tersine, ruh hastalarından yalnızca iki itiraf geldi. Deliler beni düş kırıklığına uğrattılar bu konuda. İtirafların sırası konu ya da ülke ile bağlı değildir ama bazıları okura kolaylık sağlamak için seri olarak düzenlendi. Bir başka ağır suç olan tekdüzelikten, elimden geldiği kadar uzak kalmaya çalıştım.




"Bilerek yapmadım."

Ben de. Bu aptalın paramparça olmuş vazonun önünde durmadan yinelediği tek şey buydu. Üstelik vazo (ruhu şad olsun) aziz annemindi, Allah rahmet eylesin. Ben de onu parçaladım. Size yemin ediyorum, ceza kanunu bir an olsun gelmedi aklıma. Kendimi tutamadım.




Onu Juan Alvarez'in aleyhinde konuştuğu için öldürdüm. Alvarez iyi dostumdur ve onun Alvarez hakkında söylediği her şey palavraydı.




Vinaroz'lu olduğu için öldürdüm.




Ölürüm de olmaz dedi! Oysa tek istediğim ona haz vermekti.



Çok basit: Tanrı, yaratıdır. Her an doğan, süregelen ve yok olandır. Tanrı hayattır, hayat ötesidir, enerjidir ve güç ve süreklilik demek olan ölümdür.
Tanrı sözünden kuşku duyanlar Hıristiyan mıdır? Yeniden doğuş vaat edildiği halde ölümden korkanlar Hıristiyan mıdır? Hepsinin köküne kibrit suyu ekmeli! Bu sefil müminlerden iz bile kalmasın! Havayı kirletiyorlar. Ölümden korkanlar hayata layık değildir, imansızlar! Öbür dünyanın varlığını hemen öğrensinler. Yalnız Allah büyüktür.

Dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi kürdanla dişlerini temizliyordu. Kürdanı tabağın kenarına bırakıyor, çiğnemesini bitirir bitirmez yine kapıp ağzının içindeki araştırmasına devam ediyordu. Saatlerce, aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya, sağdan sola, soldan sağa, önden arkaya, arkadan öne... Üst dudağını kaldırarak patlak dudaklarını, sararmış kazma dişlerini birbiri ardından gösteriyor, yemek artıkları dolu alt dudağını diş etleri çıkana kadar indiriyordu. Derken ... kürdanla yanlış bir hareket yaptı, birazcık kan çıktı. Ufak bir nokta. Bıçağı taa ense köküne kadar, süngü gibi batırdım. Son nefesine kadar yutkundu. Mahkeme-i Kübrâ'ya çıkana kadar. Benim defterim de dürülünce, onunla yüz yüze gelmekten korkmayacağım. Şerefsiz hıyar!




Berberim. Herkesin başına gelebilir bu, herkes berber olabilir. Benim iyi bir berber olduğum da söylenebilir. Herkesin saplantısı başkadır. Ben sivilcelerden hoşlanmam örneğin.

Şöyle oldu: Onu güzelce tıraş etmeye başladım. Yüzünü ustaca sabunladım, sonra usturayı biledim meşin kayış üstünde, elimin içine sürüp yumuşattım. Ben iyi bir berberim. Bugüne kadar kimsenin derisini yüzmemişimdir. Ayrıca bu herifin sakalı pek gür değildi zaten. Ama... sivilceleri vardı. Evet pek bir özellikleri yoktu bu irin tepeciklerinin. Yalnızca beni sinirlendirip rahatsız ediyorlardı. Kanım tepeme çıkıyordu onlara baktıkça.

Birinciyi fazla hasar vermeden hallettim.

İkinci... kanadı.

Sonra bana ne oldu bilmiyorum ama doğaldır. Yarayı büyüttüm ve tedavi edemeyeceğimi anlayınca kendimi tutamayıp kafasını kestim bir vuruşta.




Sütlü kahvesini küçük bir kaşıkla karıştırmaya başladı. Sıvı, alüminyum aletin bu şiddetli müdahalesiyle fincandan taştı. Fincan bayağıydı, kahvehane ikinci sınıftı, kaşığın üstünde geçmiş günlerin pası vardı. Metalin cam üstünde çıkardığı ses duyuluyordu. Şıngır mıngır, şıngır mıngır. Sütlü kahve, ortasında girdap gibi bir delikle ha babam dönüyordu.

Karşısında oturuyordum. Kahvehane doluydu. Adam durmadan karıştırıyordu. Dingin, gülümseyip bana bakarak. İçimde bir şey kalktı. Ona öyle bir bakmış olmalıyım ki, açıklama yapmaya zorunlu hissetti kendini.

— Bir türlü erimedi şeker.

Bunu kanıtlamak için kaşığı bir iki kere fincanın dibine vurdu. Sonra daha büyük bir güçle kahvesini karıştırmaya koyuldu yine. Karıştır babam karıştır. Durmaksızın, dinlenmeden! Camın üstünde kaşık sesi. Şıngır mıngır, şıngır mıngır, durmadan, sürekli, sonsuza dek. Dön Allah dön. Gülümseyerek bana bakıyordu. Sonra tabancamı çıkarıp ateş ettim.




Güldüğünden eminim. Çektiğim acıya gülüyordu. Bu kadarı da fazlaydı. Burguyu tekrar tekrar sinirin üstüne koyuyordu mahsus, isteyerek. Hiç kimse bu inancımı değiştiremez. Beni işletiyordu.

— Bu acıya bir çocuk bile dayanır canım!

Sizin çürük dişinizin üstüne, o şeytansı çelik tekerlekleri bastırdılar mı hiç? Beni tebrik etmelisiniz. Dişçiler bundan böyle daha dikkatli davranacaklardır garanti.

Belki biraz fazla sıktım ama boğazının bu kadar dayanıksız olmasından ben sorumlu değilim. Elimin altında olmasından da.

Ne kadar kendinden emin, kendini beğenmiş ve hoşnut görünüyordu.




Bıçağı aşağıdan yukarıya, bir mandayı deler gibi soktum.
Sevişirken boş gözlerle tavana bakıyordu çünkü.




Onu önce düşümde öldürdüm. Sonra, bunu gerçekleştirmek zorundaydım. Başka yolu yoktu.




Beni kimselerin görmediğinden emin olduğum için öldürdüm onu.




Beni uyandırdığı için öldürdüm. Çok geç yatmıştım, o kadar yorgundum ki gözümü açamıyordum. "Bir vuruşta tak diye, kafasını gövdesinden ayırdım." (Cervantes, Quijote 1,37)




Balık istifi gidiyorduk ve bu herif domuzun tekiydi. Leş gibi kokuyordu. Üstündeki her şey kokuyordu. Hele ayakları! Dayanmak olanaksızdı. Gömleğinin yakası leş gibi, boynu pislik içindeydi. Bu iğrenç şey, burnumun dibinde durmuş bana bakıyordu. Yerimi değiştirdim, inanılır şey değil ama peşimden geldi. Öldürücü bir koku! Ağzının etrafında böcekler gördüğümü sandım. Evet, belki fazla kuvvetli ittim ama kamyonun tekerlekleri alanda kaldı diye beni suçlayamazsınız.




Mesele şu: Siz, benim "Dur" emrine uymadığımı sanıyorsunuz ama uydum. Durdum. Elbette kanıtlanamaz bu, ama fren yaptım ve araba durdu. Hemen ardından yeşil ışık yandı ve ben yoluma devam ettim. Polis düdüğünü çaldığı zaman durmadım, çünkü düdüğü bana çaldığım sanmıyordum. Motosikletiyle bana yetişti. Kaba konuşuyordu. "Trafik kuralları yalnız pantolon giyenler için mi konuldu sanıyorsun, kadın olduğun için?" Kırmızı ışıkta geçmediğimi söyledim. Yemin ettim, yineledim. O da söylenmeyi sürdürdü. Kızmaya başladım. Yalan söylediği o kadar belliydi ki, tepem attı sonunda. Biliyorum üç beş kuruş koparmaya çalışıyordu. Anladık, hatalıysanız ya da torpil peşindeyseniz rüşvet verilir ama düpedüz yalandı dayattığı şey. Işıklara uymuştum! Haksız olduğunu bildiği için sesini yükseltti, çizmeden yukarı çıktı. Yalnız bir kadın vardı karşısında, ne istese yapardı. Sonuna kadar savundum kendimi. Karakola gidip rezalet çıkarmaya hazırdım. Çünkü yeşil ışıkta geçmiştim. Alaycı bir sırıtışla arabanın önüne geçip plakayı sökmeye çalıştı. Eğildi. O zaman ne oldu bilmiyorum. Yaptığı şeyi yapmaya hakkı yoktu. Ben haklıydım. Hiddetle arabayı çalıştırıp gazladım.




— Biraz daha almaz mıydın?

Hayır diyemedim ama pilavı da hiç sevmem.

— Biraz daha almazsan pilavımı sevmedin demektir.

Bu insanlardan oldum bittim rahatsız olurdum. Onlardan bir şey istemeye gitmiştim. Hemen her şey yolundaydı ama... O pilav.

— Biraz daha?

— Bir lokmacık daha?

Gırtlağıma kadar doymuştum. Kusacağımı hissettim. Yapmaktan başka çarem kalmadı. Zavallı kadın, gözleri açık gitti sonsuzluğa.




Hiç can sıkıcı, yapışkan, durmadan ısrar eden bir piyango biletçisini öldürme isteği duymadınız mı? Herkes adına yaptım.




Üç yıldır düşlüyordum bunu: Yeni elbisemin ilk günü. Tiril tiril, beyaz bir elbiseydi, tam istediğim gibi. Kuruş kuruş para biriktirip almıştım sonunda. Yepyeni yakalar, bıçak gibi ütülenmiş pantolon, paçalar mükemmel teyellenmiş.

Bu herif, bu sağır, iğrenç herif belki istemeden sigarasının külünü düşürüp elbisemi yaktı. Korkunç bir delik! Siyah! Etrafı kahverengi. Bir çatalla deldim onu. Ölmesi uzun sürdü.




Yemek yiyeceğine geviş getirdiği için öldürdüm onu.




Ellemekten başka bir şey yapmadım. Sinirden kasıldı. Küçük bir pandik için. Ayrıca iyi bir parça da değildi. Eti sarkmış cinsten. Değmezdi. Belki bundan ötürü iyice köpürdü. Olur şey değildi. Bir kalabalık oluşmaya başladı çevremizde. Önce tokatla giriştim. Bacaksızın biri o itiş kakışta yoldan geçen kamyonun altına girdiyse, bunda benim suçum ne?




Zavallı o kadar çirkindi ki, her karşılaşmamız bir küfür gibiydi. Her şeyin bir haddi vardır.




Yolun kıyısında, karşı kaldırıma geçmek için bekliyorduk. Işıkla zincirlenmiş arabalar, birbiri ardından hızla geçiyordu. Yapmam gereken, biraz itmekti onu. On iki yıldır evliydik. Önemi yok.




Çok çirkin bir çıbanım vardı. Şişkin ve irin dolu.

O doktor (bu doktor)— benimki tatildeydi:

— Bak canım, bu önemsiz bir şey. Bir sıkışta geçer gider, farkına bile varmayacaksın, dedi. Acıyı azaltacak bir iğne yapmasını istedim. Değmez bile buna, dedi.

İşin kötüsü yanımda bir de cerrah bıçağı duruyordu. İkinci sıkışında geçirdim, âdet olduğu üzere, aşağıdan yukarıya.




Hiç canınız sıkıldığı için, yapacak başka şeyiniz olmadığı için birini öldürdünüz mü? Eğlendirici oluyor.




İkinci perdeyi okuyordum ona. Emilia ile Fernando arasındaki sahne en iyisidir. Herkes bilir bunu. Benim oyunlarımı bilenlerin tümü de bu konuda hemfikirdir. Oysa bu aptal uykusuzluktan ölüyordu, gözünü açamıyordu. Bacaklarını iyice ayırmıştı, kafası bir çan tokmağı gibi önüne düşüyordu. Bazen aniden uyanıp gözlerini açıyor ve olup biteni büyük bir ilgiyle izliyormuş gibi yapıyordu. Derken yeniden kendinden geçiyor, kütük gibi sızıp uyuyordu. Ona yardımcı olmak için kafasına bir yumruk çaktım. Herkül denen herif, rivayete göre bir yumrukta boğaları gebertirmiş ya, onun gibi. Birdenbire esrarengiz bir güç çıktı içimden. Ben de şaşırdım.




Görürüz bakalım şimdi grev ilan edebilir mi?




Onu öldürmem için yirmi lira verdiler.




Bu aktör o kadar kötüydü ki ... onu seyreden herkes "geberesiye" diye düşünürdü. Ben de tam geberesice diye düşünürken, sahnenin üstünden bir şey düştü ve kafası ikiye ayrıldı. O zamandır ölümünden sorumlu olduğumu düşünüp vicdan azabı çekiyorum.




Horluyordu. Horlayan aileden biriyse bağışlanabilir. Oysa bu horlayanın yüzünü bile görmemiştim o güne kadar. Horultusu duvarları delip geçiyordu. Ev sahibine şikayet ettim. Güldü. Sonra … bu MÜCESSEM horultunun kaynağım keşfetmeye gittim.

Neredeyse kovdu beni.
— Benim suçum yok. Ben horlamıyorum. Ayrıca ben horluyorsam bile, ne yapabiliriz? Hakkımdır, horlarım. Kulaklarına pamuk tıka.

Uyumak imkânsızdı: Horluyorsa gürültüden ötürü. Horlamıyorsa: Horlamasını beklemekten ötürü. Duvarı yumruklayınca bir an susuyor, sonra hemen yine başlıyordu.

Bir gürültüye bekçilik etmenin ne demek olduğunu bilemezsiniz. Bir çağlayan. Dev bir hava akımı. Köşeye kıstırılmış vahşi bir hayvan. Yüzlerce insanın ölüm döşeklerinde verdiği son nefesler içimi parçalayıp, kulaklarımı zehirliyordu artık. Uyumak imkânsızdı! İmkânsız! Evden taşınmaya da hiç niyetim yoktu. Bu kadar uygun kira ile nerede ev bulurdum? Yeğenimin tüfeğiyle vurdum onu.




Haklıydım. Teorim ... su götürmezdi. Doğruydu! Oysa bu ihtiyar bunak, o kül yutmaz sırıtışıyla, sanki kendisi Kutsal Leylek'miş ve sadece albenisiyle edindiği tanrısal yenilmezliğin temsilcisiymiş gibi, teorime karşı çıkıyordu.

Savlarımın tümü doğruydu şüphesiz. Oysa bu tirit, ihtiyar aptal, kirli sakal, dişsiz ağız, omzunda taşıdığı fahri profesörlükleriyle, artık hiç kimsenin okumadığı kitaplarında ve kemikleşmiş kafasında yaşayan demode kavramlarında inat ederek benim savımı sorguluyordu. Kokuşmuş bunak! Diğerleri, maestronun ağzından çıkan keçisel kabalıkların karşısında korkakça susup oturuyordu.

Savunduğum şeyi batırmaya kararlı bu alaycı sırıtışın karşısında tezimin bir değeri yoktu elbette. Ben orada en çok, istenmeyen bir konuktum! Savunduğum şeyler, onun kokuşmuş beyninin kavrayamayacağı bir konumda olduğu için, bilime, elbette onun temsil ettiği bilime, hakaret gibi geliyordu. Artık dayanamadım, çileden çıktım, çanı alıp kafasına geçirdim. Bronz tokmağı beynine saplandı.

Büyük bir kayıp değil bu. Ölü kırmızıbalık gözlerinin dışında.




Kadifeye dokunamam. Alerjim var kadifeye. Adı geçse tüylerim diken diken olur. Bu konu nereden açıldı bilmiyorum. O kibirli herif için en önemli şey kendi keyfiydi. Neresinden çıkardı bilmiyorum ama el kadar bir parça kadifeyi yanaklarıma, boynuma, burnuma sürmeye başladı.

Yaptığı son şey bu oldu.




Ben modacıyım. Kendimi övmek için söylemiyorum: Şöhretim ortada! Ülkemizin en iyi modacısıyım. Bu kadın, onu giydirmem için çok ısrar etti. Evine çağırdı, istediğimi yapabileceğimi söyledi. Yanlış anlaşılmasın.

Geçen sene çizdiğim gri tayyörle, gül rengi eldivenler giydiği yetmiyormuş gibi, bu sefer yaptığım yeşil tuvaletin üstüne portakal rengi tül bir eşarp koymuştu. Eşarbını gizlice otomobilin tekerleğine düğümledim. Geri kalanı motor halletti.

Rüzgârı da suçlayabilirsiniz.




Bu işle ilgilenmediğini söylüyordu bana. Bu meseleyle ilgisi olmayan kişisel sorunları açıklamak zorunda değilim. Oysa bu yün çorapları çok daha ucuza alabileceğini söylüyordu. Mümkün değildi bu, ona maliyetine veriyordum. İşi bitirmek zorundaydım, çünkü acele paraya ihtiyacım vardı. Bu sefer de tutturdu düzineyle alırsa iki buçuk peso daha ucuza geliyor diye. İğrenç bir yalandı bu. Kötü bir puro içerek, nasıl ciddi, nasıl kendine güvenmiş konuşuyordu görmeliydiniz!

Tezgâhın üstündeki iki kiloluk demir darayla işini bitirdim.




Onu başım ağrıdığı için öldürdüm. Beni hiç ilgilendirmeyen bir sürü şey hakkında, durup dinlenmeden konuşuyordu. Ayrıca, ilgilendirse de, işler değişmezdi. Önce saatime baktım. Altı kere. Mahsus. Yüzsüz umursamadı bile. Sanırım bu husus göz önüne alınacaktır.




Beni sigarasıyla fena halde yaktı. Kötü bir niyeti olduğunu söylemiyorum ama acı acıdır. Yanık çok acı vericiydi, gözüm karardı, öldürdüm. Ben de (onun gibi) isteyerek yapmadım, ama o şişe de oradaydı işte.




Ne yani? Eğilmişti. Kıçını öylesine bir gülünçlükle ortaya çıkartmıştı ki, öylesine el altındaydı ki, itme isteğine karşı koyamadım.




Küçük kız kardeşini Kralların Gecesi öldürdü, bütün oyuncaklar onun olsun diye.




Piyango bileti satarım: Öbür meslekler kadar şerefli bir mesleğim var. 18327'nin kazanacağından emindim, içime doğmuştu. Bileti, sokağın köşesinde duran iyi giyimli genç adama teklif ettim. Laf aramızda, bu görevimdi. O da bu numaraya ilgi gösterdi. Beni cesaretlendirdi. Ama sonra, kibarca reddetti. Güzel bir tavır değil bu. Bir şeyi istemiyorsanız, kararlı olmalısınız. Israr ettim. Görevimdi bu. Öyle değil mi? Gülümsedi. İnançsız bir gülümseme. Sanki bu numaranın kazanmayacağından eminmiş gibi. Bilet almayacağına inansaydım, hiçbir şey olmayacaktı. Ama birisi ilgi gösterirse, alacak demektir. Çevremize insanlar toplandı. Sonra benim hakkımda ne derlerdi? Bu bir hakaretti. Kendimi korumaya çalıştım. Nefsi müdafaa. Yanımda hep bir usturacık bulundururum. Her ihtimale karşı. Evet, doğru, büyük ikramiye o bilete çıkmadı ama hiç değilse amorti çıktı. Hiçbir şey kaybetmeyecekti: Biletlerin sonundaki 7 şanslı sayıdır hep.




Mexicali Satranç Kulübünde sorabilirsiniz, Hermosillo Gazinosunda sorabilirsiniz, Sonora Köşkünde sorabilirsiniz: Ben, ondan çok daha iyi bir satranç oyuncusuyum. Mukayese mümkün değil ve beş oyun art arda yendi beni. Bilmem anlayabiliyor musunuz? O, üçüncü sınıf bir oyuncu. Mat olunca fili aldım ve çaktım. Gözüne geçirdiğimi söylüyorlar. Gerçek bir çoban matı!




Uçak 6.45'de kalktı. Ona, beni 5'de uyandırmasını söylemiştim. Saat 7'de uyandım. İşin kötüsü beni zamanında uyandırdığını söylüyordu. Uyandırılırsam hiçbir zaman yeniden uyumam. Acapulco'da bir işim yoktu ama hâlâ inat ediyordu: "Uyandırdım efendim. Uyandırdım sizi." Yalanları beni çileden çıkarttı. Birisi onu elimden alana dek kafasını duvara çarptım.




Benden daha zengin, daha akıllı, daha cömertti. Daha uzun boyluydu, daha yakışıklı, daha akıllı, daha iyi giyinip daha iyi konuşuyordu: Eğer bütün bunların ayrıcalık olduğuna inanmıyorsanız aptalsınız demektir. Hep kendimi bu adamdan kurtarmanın bir yolu olmalı diye düşündüm. Zehirlemekle iyi yapmadım: Çok acı çekti. Buna üzüldüm: Çok daha çabuk ölmesini yeğlerdim.




Doğrusu, bunun ortaya çıkacağına inanmıyordum. Evet, en iyi dostumdu. Kuşkusuz. Ben de onun en iyi dostuydum. Ama son zamanlarda ona tahammül edemiyordum. Aklımdan geçen her şeyi önceden biliyor, tahmin ediyordu. Kaçmak olanaksızdı. Aklımda henüz şekillenmek üzere olan düşüncelerimi bile önceden biliyordu. Çırılçıplak yaşıyor gibiydim. İyi hazırladım ölümünü. Belki cesedi anayolun fazla yakınına bıraktım.




Sırtımdan aşağı, yakamdan içeri bir parça buz attı. Karşılık olarak yapabileceğim tek şey vardı: Ben de onun kanım dondurdum.




Sekiz saat uyumazsam hayatım kayar. Ertesi sabahın yedisinde ayakta olmam gerekiyordu, gecenin ikibuçuğu olmuştu ve hâlâ oturuyorlardı. Kıçları koltuklara yapışmıştı sanki. Keyiflenmişlerdi. Allah biliyor ki onları yemeğe davet etmekten başka çarem yoktu. Gırtlağa kadar konuşmaya batmışlardı, dır dır dır, güldür güldür, lafı birbirlerine atarak, konudan konuya atlayarak, ipin ucunu iyiden kaçırmış olarak kaynatıyorlardı sohbeti.

Her şeye muhaliftiler, ne olursa olsun. Saçma sapan şeylerden konuşarak birbiri ardına kahve-konyak içiyorlardı. Kahveler, konyaklar gelsin-gitsin! Ansızın küçükhanımın aklına sarmısak çorbası içmek geldi. (Ahçım ünlüdür bu konuda). Artık dayanamadım, onları başka çarem kalmadığı için yemeğe davet etmiştim. Çünkü ben görgülü bir insanım. Aşağı yukarı zamanında geldiler, dokuz-dokuzbuçuk arası. Sabahın ikibuçuğu olmuştu ve gitmeye niyetleri yoktu. Aklımı saatten ayıramıyordum ama saate de bakamıyordum. Görgülü bir insanım ben, her şeyden önce.

Sabah yedide kalkmam gerekiyordu. Sekiz saat uyumazsam leş gibi olurum. Üstelik konuştukları konular bence hiç önemli değildi. Hiç değildi. Elbette kaba bir insan gibi davranıp, onlara bir şekilde gitmeleri gerektiğini söyleyebilirdim. Ama bu benim tarzım değil. Genç yaşında dul kalan anneciğim, beni en iyi şekilde yetiştirmişti. Tek istediğim uyumaktı. Bence geriye kalanın önemi yoktu. Çok uykum geldiği için değil: Ertesi gün ne halde olacağımı düşünüyordum. Görgü anlayışım numaradan esnememi engelliyordu. Esnemek basit insanlar için olağandır.

Bir şundan, bir bundan, bir ondan, bir bilmem neden, konkenden, satrançtan, pokerden... Ginger Rogers, Lana Turner, Dolores del Rio (sinemadan nefret ederim), Cuernavaca'da cumartesinden (Cuernavaca'dan nefret ederim), Ah, Acapulco'daki evlerden, villalardan (o an Acapulco'dan nefret ettim), bilmem kim ne kadar para kaybetmiş, size göre, sizce, siz ne düşünüyorsunuz bu konuda, sizce, size göre, sizin için...

Ve cumhurbaşkanı ve başbakan ve opera (operadan nefret ederim) ve İngiliz kaşmirleri, Burlington çoraplar, Don Pedro, iş durumları, arabanın cantları...

Zehirin rengi tıpatıp konyağın rengiydi.




Karım, bayım, tavada yumurtaya nasıl davranıyorsa, çocuklarımıza da öyle davranırdı. Hiçbirini rahat bırakmazdı. Aradaki fark şu ki, çocuklar büyür eninde sonunda ve başlarının çaresine bakarlar. Oysa tavadaki yumurtalar (iyi pişirilmiş bir çift tavada yumurtayı hiçbir şeye değişmem) Tanrı'nın en büyük nimeti gibi yenilmelidir, iyi hazırlanırsa! Asıl sorun, her şeyde olduğu gibi, kararını bilmektir!

Ben, duvarcı ustasıyım. Yapı ustası. Kararın kararından söz ederken ne konuştuğumu biliyorum. Yumurtalar için önemli olan, tavadaki zeytinyağının miktarı ve kızgınlığıdır. İçine atılacakları zeytinyağının miktarı ve kızgınlığı. Tavaya dikkatle kırılıp konmalıdırlar. Ve tam zamanında tavadan çıkarılmalıdır! Yumurtanın akı pasta hamuru gibi şişkin olmalıdır. Yumurta asla yapışmamalıdır tavaya! Karımın dediği gibi. Daha ne diyeyim. Tanrıya şükür: Tavadaki yumurtanın sarısı akına karışmışsa ya da sarısı patlamışsa, o artık tavada yumurta değildir. Hiçbir şeydir.

Yanığın o kadar kötü olacağını kim düşünebilirdi?




İsteyerek yapmadım.




Tabancanın dolu olduğunu unuttuysam, neden beni onu öldürmekle suçluyorsunuz? Herkes bilir belleğimin zayıf olduğunu! Ne yani, bir de suçu mu yükleneyim?! Bu kadarı da fazla doğrusu!




Yaban kazı avlamaya gittik. Ben pusuya yattım sazlıkta. Bilmem neden ateş ettim bu şişkin, şişko, gülünç, tirol şapkalı (üstelik şapkanın bir de tüyü vardı) herife?




Bilmiyorum. Siz düşünedurun. Belki sizin hamurunuz başkadır. Başka türlü bir geçmişiniz vardır belki. Ama ben böyleyim. Ne yapalım? Bütün sorumluluğu, her şeyi kabul ediyorum. O gün yeni ayakkabılarımı ilk kez giyiyordum, bu bir gerçek. Eğer meseleyi derinleştirmek gerekirse, bütün suçun kunduracıda olduğunu söyleyebiliriz. Ben... bir erkeğim. Gerçek bir erkek! Bay Hoyos'un bahsettiklerinden. Affetmedim, evet. Gün gibi ortada! Dayanılmaz acılar vardır. Bir gün uyuşturmadan ameliyat ettiler beni, ben öyle yapmalarını istemiştim. Bu başka hikâye, bununla ilgisi yok. Doğrusu daha fazla dayanamadım. Görünmeyen acılar, acı sınıfına girmezler, ikiyüzlüdürler. Tramvaya biner binmez başladı olaylar dizisi: Ayağıma bastı, evet, ayağıma bastı. Sonra kibarca özür diledi. Kabullendim ve bir şey olmadı. Tabii tanımadığınız biri, hele ayağınıza da basıyorsa, sevimsiz biridir. Az sonra, sanırım öbür durakta, Calle Mayor'un başında bir itişme oldu tramvayın içinde ve bu adam ikinci kez ayağıma bastı. Bu sefer özür dilemedi. Dayanamadım, iyice bir hırpaladım adamı. Sonra... üçüncü kez ayağıma bastı. Sonrasını biliyorsunuz. Ayrıca... dünyanın en iyi Amerikan usturalarını üreten şirketin temsilcisiysem, bu da benim suçum değil. Bu bir yana, ben gerçek bir erkeğim!




Fiş numarası: 342
Hastanın adı: Agrasot, Luisa
Yaş: 24
Doğum Yeri: Vera Cruz
Teşhis: Ciltte kabartılar. Muhtemelen polibacilar'dan kaynaklanıyor.
Tedavi: 2 milyon ünite penisilin
Sonuç: Sıfır
Gözlemler: Görülmemiş vaka. Tedaviye tepki vermiyor.
Onbeş gündür aklımdan çıkmıyor bu iş. Teşhis doğruydu. Hiçbir kuşkuya yer yoktu. Penisilin işe yaramayınca, umarsızca her çeşit ilacı denedim. Nereden başlayacağımı bilmiyordum, işin içinden nasıl çıkacaktım? Ona bir doz potasyum siyanür verinceye kadar haftalarca, günden geceye başka şey düşünemez olmuştum. Sabrın da bir haddi vardır, hastayla bile.





Sinema Yazarları Sendikası yöneticilerinden biri senaryo dosyamı kibarca geri verdi.

— Özür dilerim bayım ama komisyonumuz bu konunun kabul edilmeyeceğine karar verdi. Öykünüz bir ay önce Bay Julio Ortega'nın yolladığı öykünün tıpatıp eşi.

— İmkânsız. Bu hikâye tümüyle bana ait. Benimdir. Ben kurdum. Benim!

— Yalnızca öykünün ismi ve birkaç küçük ayrıntının farklı olduğunu söylüyorlar.

Olur şey değildi. Çok iyi bir hikâyeydi. Tamamen özgün. Anlıyordum, hikâyem bu esrarengiz komisyonun saygın üyelerinden birinin hoşuna gitmişti ve herif hikâyeyi sahiplenmeye kalkışmıştı. Bastırdım biraz.

— Bay Ortega'nın öyküsünü görebilir miyim?

Hemen çıkarıp verdi. Bir göz attım, sahi yahu, iki öykü birbirine çok benziyordu. Olur şey değildi, onun aklına nasıl gelebilirdi bu, imkânsızdı. Benden önce yollanmış olsa bile! Benden önce yazmış olsa bile, fikir benimdi! Yalnızca benim! Bu bir soygundu! Bunu söyledim, bunu bağırdım. Anlamak istemediler. Zamanın düşünce için hiçbir önem taşımadığını kabul etmiyorlardı. Şiirin ne olduğunu çok az insan bilir. Onu hikâye ile karıştırıyorlardı. Miskindiler, gereksinimlerini karşılamak için uydurdukları tarihle oyalanıp duruyorlardı. Fısıldaşıp gülüyorlardı. Aptallar! Savurganlar! Yüzümün kızardığını hissettim. Ancak beni haksız yere suçlarlarsa yüzüm kızarır. İçim çekildi. Midem bulandı.

Derken odaya Bay Ortega girdi. Adi, bayağı bir herif! Görünüşünden hangi bokun soyu olduğu hemen anlaşılıyordu: Bu fikirlere sahip olamazdı, mümkün değildi. Kütkafa, büyük göbek, kasap gibi bir herif. Kâğıt zımbasıyla öldürdüm onu. Herhangi bir şeyle de yapılabilirdi. Bir domuz gibi aktı kanı.




Öğretmenim. On yıldır Tenancingo, Zac'da ilkokul öğretmenliği yapıyorum. Okulumun sıralarından çok çocuk geçti. Sanırım iyi bir öğretmenim. O... Panchito Contreras gelene kadar sanıyordum hiç değilse. Ne bir sözümü dinliyordu, ne de bir şey öğreniyordu. Çünkü öğrenmek istemiyordu. Herhangi bir cezanın da yararı yoktu. Ne ahlaki, ne de bedeni hiçbir cezanın yoktu yararı. Korkusuz bir gururla bakıyordu gözümün içine. Yalvardım ona. Dövdüm de. Faydası yoktu. Öbür çocuklar benimle alay etmeye başlamışlardı Bütün otoritemi yitirdim. Uykularım, ağız tadım. Derken bir gün, artık daha fazla dayanamadım ve örnek olsun diye okulun bahçesindeki ağaca astım onu. İdam ettim.




Aptalın tekiydi. Üç kere anlattım, ince ince izah ettim adresi. Açık seçik. Çok basitti zaten: La Reforma Caddesini beşinci köşebaşına kadar yürümesi gerekiyordu. Üç kere karıştırdı ve söylediklerimi tekrar edemedi. Ona çok iyi bir plan çizdim ama boş gözlerle inek gibi yüzüme bakıyordu.

— Anlamadım.

Omuzlarını kaldırdı. Öldürmeye yeterli neden vardı. Öyle yaptım. Üzülüp üzülmediğim başka meseledir.




Dakik bir insanım. Hiçbir zaman, hiçbir buluşmaya geç kalmam. Benim merakım da bu. Ve... bir randevum vardı. Randevum vardı ve karnım acıkmıştı. Randevu önemliydi ama o garson çok yavaştı çok, bana servis yaparken çok, çok acelem vardı. Ne kadar mızmız soruyordu ne almak istersiniz diye... Acelemi hiç anlamaya çalışmadan. Yüreğimi burkan acelemi. Kafasına çakmaktan başka çarem yoktu. Bu kadarı da fazla diyebilirsiniz. Ama kanıtlayın haydi, deneyin, bakalım! İki tabak arasında tam 17 dakika bekletiyordu. Bunun art arda ne demek olduğunu anlayabiliyor musunuz? 17 dakika beklemek, saatin kollarım seyrederek, yelkovanın döndüğünü ve yine döndüğünü görerek? Randevu ayvayı yemişti, işin kötüsü, garson... kendini korumadı. Anımsamak istemiyorum.




Bu hanım her sabah ve her akşamüstü köpeğiyle yürüyüşe çıkardı. Aynı saatte. Yaşlı bir kadın, çirkin, kötü yürekli olduğu aşikar. İlk görünüşte anlaşılıyordu bu. Benim yapacak önemli bir işim yoktu ve o park sırasını severim. O park sırasını, başkasını değil. Mahsus yaptığı belli! O rezil it ise görülmüş görülecek en kötü yaratıktı. Uzun tüyleri her yerde, beni kokladı, inceledi her günkü gibi. Sonra gözlerimin önünde ortalığı kirletti. Bunak onu mümkün olan bütün güzel isimlerle çağırıyordu: Cancağızım, kıralcığım, imparatorcuğum, melekçiğim, oğulcuğum. Yarım dakikadan fazla düşündüm yapacağım işi. Hayvanın suçu olduğu söylenemez. İki adım ötede bir ev inşaatı vardı, ameleler demir çubukları oraya, elimin altına bırakmışlardı. Bütün gücümle bir tane indirdim ihtiyara. Sokağı geçerken ayağım takılıp düşmeseydim, nah yakalardınız beni.




Excelsior gazetesini istedim, Popular'ı getirdi. Delicado marka sigara ısmarladım. Bir paket Chesterfield getirdi. Bir şişe bira istedim, bir şişe siyah bira getirdi.

Kan ile bira, beraber yerde güzel bir görünüm değil.




Konuştu ha konuştu ve konuştu ve konuştu babam bre konuştu ha konuştu. Ve konuştu!

Ben evimin kadınıyım ama bu şişman hizmetçi ha babam konuşmak ve konuşmak dışında bir şey yapmıyordu. Neredeysem oraya gelip konuşuyordu. Kapıdan girer girmez başlıyordu konuşmaya. Her şey hakkında ve her şey üstüne konuşuyordu. Hiçbir şeye torpil geçmeden. Neden mi kovmadım onu? Üç aylığını ödemek zorunda kalacaktım o zaman. Ayrıca kemgöze inanırım ben. Bana nazarı değebilirdi. Banyoda bile ondan, bundan, şundan konuşmayı sürdürdü. Susturmak için havluyu ağzına tıktım. Hayır, bundan ötürü ölmedi, konuşamadığı için öldü: Sözcükler içinde infilak etti.




Şöyle oldu: 46 yıllık evliydiler. Çocuklar evlenip gitmişlerdi. Onları yarı yolda bırakıp. Onlar da kendilerini köpek beslemeye vermişlerdi. Aşağı yukarı 7 köpekleri olmuştu. Çeyrek yüzyılda. Eski bir evde oturuyorlardı. Rutubetli, koridorumsu, uzun ve dar bir evdi. Nem kokardı, bok kokardı. Ama onlar kokunun farkında değildi. Karanlıktı. Köpeklerin hiçbirini Julio kadar sevmediler. Bu köpeğin yeri yüreklerinin tam orta yeriydi. Julio fazla yılışık ve pis bir süs köpeğiydi. Fazla şımartılmıştı itoğluit. Bütün gününü erişebildiği her şeyi yalayarak geçiriyordu. Yatağın ayakucunda uyuyor, günün ilk ışıklarıyla yukarılara tırmanıp diliyle onları uyandırıyordu.
Bir gün... yaşlı kadın kıskandı. Köpeğin, kocasını ona yeğlediğine inanıyordu. Acısını içine attı ve sustu. Türlü çeşitli oyunlarla köpeğin dikkatini kendine çekmeye çalıştı. Durmadan abur cubur rüşvetler vererek. Ama Julio kayıtsızca, önce kocasını yalamaya devam etti. Kadın yavaş yavaş zehirledi kocasını. Bir rivayete göre ihtiyar adamla köpek aynı gün ölmüşler. Bu bir şair palavrasıdır. Köpek adamdan üç yıl daha fazla yaşadı. O iyi yürekli hanımın rahat kucağında.




Art arda yedi kere dansa kaldırdı beni. Reddetmek yararsızdı. Annemle babam gözlerini benden ayıramıyordu. Hıyarın ritm, tempo denen şeyden de haberi yoktu. Üstelik avuçları da terliyordu. Göğsümdeki incinin iğnesi de uzun mu uzundu...




Tabancam olduğu için öldürdüm onu. İnsana çok zevk veriyor elinde bir tabanca olması.




Düzeltme:
"Benim olduğu için öldürdüm" yerine
"Benim olmadığı için öldürdüm" okunmalı.




Allahın belası bir soğuk vardı. Yediyi çeyrek geçe geleceğini söylemişti. Venustiano Carranza ile San Juan de Letran'ın kesiştiği köşede buluşacaktık. Ben dakikliğe hayran o saçma adamlardan, saatlerine eski zaman tanrısı gibi davranan kişilerden değilim. Zamanın esnek olduğunu bilirim. Yediyi çeyrek geçe denilip, yedi buçukta gelinirse, aynı şeydir bence. Açık kafalı, geniş yürekli davranırım her durumda. Hep hoşgörülü bir insan oldum. İyi cins bir liberalim ben. Ama liberal bile olsanız, hoşgöremeyeceğiniz şeyler vardır. Ben randevularıma sadık ve dakiksem, herkes öyle olmak zorunda değil elbet, ama bunun da bir haddi olmalı. Benim de sabrımın bir sınırı olduğunu söylemiştim di mi? O boktan köşe başı, yeryüzünün bütün yellerine açıktır. Yedi buçuk. Sekize yirmi var. Sekize on var. Sekiz. Doğal olarak kendinize onu neden ekmediğimi soracaksınız. Çok basit: Ben verdiğim söze saygı duyarım, eski hamurdan yoğrulmuşum, biraz eski kafalı bile diyebilirsiniz bana, ama bir şey söylersem... yaparım. Hector bana yediyi çeyrek geçe randevu vermişti. Bir buluşmayı ıskalamayı aklım almaz benim. Sekizi çeyrek geçti, yirmi geçti, yirmibeş geçti, sekiz buçuk. Hector ortalarda yok. Tamamen donmuştum. Ayaklarım sancıyordu, ellerim sancıyordu, göğsüm sancıyordu, saçlarım sancıyordu. Doğrusu kahverengi paltomu giymiş olsaydım o gün olanlar olmayacaktı. Ne yapalım, kader bu. Sizi temin ederim öğleden sonra üç sularında evden çıkarken havanın böyle bozacağını kimse bilemezdi. Dokuza yirmibeş var, yirmi var, çeyrek var. Bitkindim, soğuktan morarmıştım.

Dokuza on kala geldi. Memnun mesut, sakince gülüyordu bana. Kalın gri paltosu ve kürklü eldivenleriyle.

— Merhaba birader!

Aynen böyle dedi, bu kadar. Dayanamadım. Yoldan geçen tramvayın altına ittim onu.




Sebzeli işkembe çorbasını çok severim. Zaten sakatattan çok sevdiğim bir yemek yoktur. Daha lezzetli bir şey olabilir mi? Dokuz yaşından beri bilirim işkembenin tadını. Bu çocuk hayır diyordu, istemiyorum, olmaz, yemeyeceğim. Hoşlanmıyormuş. Daha tatmamıştı bile! Mızmızlanıyor, direniyor, ağzını sımsıkı kenetliyor, kenetliyor, kafasını iki yana sallıyordu durmadan! Bir lokma olsun tadar değil mi insan? Ağlamaya başlayınca ısrar etmeyi kestim. Dayağı yediği için öldüyse, suç onundur. Biliyorum, benim oğlum olması hafifletici bir neden değil. Ama bir tabak sebzeli işkembe çorbası, nefis pişirilmiş, ağzınıza layık, saf işkembeden yapılmış, iştah açıcı... ve bu aptal velet, hayır, yemem de yemem diye tutturmuştu... sırf inat etmek için.




Sonra bu orospu çocuğu altıları kapattı. İyi mi? Ulan gün gibi ortadaydı son sıfırın benim önümde durduğu! Bir daha yapamaz artık aynı şeyi. Utanmadan bir de Tulandnga Domino Şampiyonu olduğunu söylüyordu. Ne desek boş be!




O gol kaçmazdı! imkânı yok yahu! Topa şöyle bir dokunacaktı, kale bomboştu. Topu üstten avuta attı. Gol girseydi maçı kazanacaktık. Çok önemliydi bu kaçan gol. Kazanacağımız maçı bu kancık çingenelere kaptırıvermiştik! Eğer ona attığım tekmeyle Öbür dünyayı boyladıysa, Tanrının izniyle orada topa nasıl vurulacağını öğrenir artık.




O aptalcığın doğduğundan beri yaptığı tek şey ağlamaktı. Sabah, öğle, akşam. Emzik emerken, emmezken, biberonu verdiğimiz ya da vermediğimiz zaman, gezmeye giderken, gitmezken, beşiğini sallarken, yıkanırken, altını değiştirirken, evden çıkarken ya da geri gelirken. Bense... bu yazıyı yazmak zorundaydım. Onikide yayınevine yetiştirmeye söz vermiştim. Arkadaşım Rios ile artık değiştiremeyeceğimiz bir anlaşma yapmıştık. Ben sözünün eriyimdir. Bu zavallı veletse durmadan ağlıyor, ağlıyor, ağlıyordu, Anasıysa... eh, anasından hiç bahsetmesek daha iyi. Çocuğu pencereden fırlattım attım. Sizi temin ederim ki başka çarem yoktu.




Topu yakalaması gerekiyordu bayım. Allah rahmet eylesin, anneciğim üstüne yemin ederim ki o hakem bizim takıma karşıydı. Ömrümde beyzbol sopasını bu kadar istekle vurmadım. Beyni kremalı çilek pastası gibi uçtu.




Ödevimi bitirmek üzereydim. Kolay olduğunu sanmayın. Sekiz gün sürmüştü krokiyi temize çekmem. Yarın sabah yıl sonu sınavları başlıyordu. Bu kıl herif gelip gidip dolmakalemini dolduruyordu. Mürekkep hokkamdan. Bütün mürekkebi devirdi projemin üstüne. Eh, doğaldır: Pergeli sonuna kadar soktum karnına.




Ayağım kaydı, düştüm. Bir portakal kabuğunun yüzünden. İnsanlar vardı etrafta. Herkes güldü. En çok da tezgâhtar kız güldü. O hoşuma giden taze. Attığım taş, tam iki kaşının ortasında patladı. Oldum bittim iyi nişancıyımdır. Düştüğünde bacakları havaya dikildi, orkidesi ortaya çıktı.




Yedinci kere emretti aynı mektubu yazmamı. Ben diplomalıyım. Birinci sınıf daktiloyum. Bir keresinde paragraf başı olduğunu söylemedi nokta dedikten sonra. Söylediğini iddia ediyordu. Başka sefer de bir "belki"yi, bir "ancak" ile değiştirmek için... Bir başka sefer v harfi yerine b bastığım için, derken aklına bir paragraf daha eklemek geldi, diğer kopyaların nedenini bilmiyorum ama yedi kere aynı mektubu yazmak zorunda kaldım. Mektubun son daktilo edilmiş kopyasını sunduğum zaman, müdür olmanın o kalpazan bakışlarıyla yine başladı konuşmaya: "Bakın hanımefendi..."Sözünü bitirmesine izin vermedim. İşçilere daha fazla saygılı olması gerekirdi.




Unutmuş. Durup dururken unutmuş. Önemli bir sorundu, yani önemli bir şeydi. Hayat memat meselesi değildi belki... ama onun için öyle oldu.

— Unuttum birader!

Unutmuş ha! Artık bir daha hiç unutamaz.




Suç düdüğündür. Ev kadınıyım ve düdüğün sesini üç sokak öteden duyarım. Yaklaştığını görürüm neredeyse, büyüdüğünü, genişlediğini... Umutlarım doruğa ulaşır, köpürüp taşar. Postacı her eve uğrar. 5 numaraya, yediye, dokuza (onbire uğramaz çünkü bu numaralı ev yok bizim sokakta) Onüç numaraya varır düdüğünün sesi. Her gün. Sabah onbir sularında, öğleden sonra da dörtte. Düşmanımın başına gelsin istemem bu dert. Dayanılmaz. Hele uzaklaşmaya başlayınca! Düdüğün sesi karşı kaldırıma geçip uzaklaşır, yitip gider onsekiz numaraya doğru. Bizim evin karşısındaki ev, sizin evin karşısındaki ev, onaltı numaraya, 14 numaraya, on numaraya (12 numara yoktur bizim sokakta), sekiz numaraya, dört numaraya (altı numara da yoktur), böylece postacı Artes Bulvarına sapar.

Eğer banyodaysam, banyo evin arka tarafındadır, yine duyarım postacının düdüğünü, tüm dikkatimle dinlersem Sullivan Sokağına dönene kadar duyarım. Tabii sizler bu saatlerde evinizde değilsiniz. Hem mektup filan da beklemiyorsunuz. Ne mektup yazarsınız, ne de mektup alırsınız. Yanılıyor muyum? Mektup alan insanlar öylesine içten gülümserler ki... Bende mektup alan bir insan suratı olmadığını söyleyeceksiniz. Haklısınız. Ama alabilirdim. Kızım bana salt evlatlık vazifesi adına da olsa yazmalı. Ama yazmıyor. Bilemezsiniz bir mektup beklemenin ne demek olduğunu. Suların yükselmesini beklemek gibi bir şeydir bu. Postacının suçu neydi diye soracaksınız.

Düdüğü kim öttürüyordu? Tanrı mı?




Onu ikna etmeye mecbur muydum? Taş kafanın önde gideniydi. Beyni taşlaşmıştı. Öküzoğluöküz! Kafasını yumuşattım birazcık. Bir vuruşta. Görürüz bakalım tartışmayı öğrenir mi bundan sonra? Bilmeyen susmalı!




Benim gibi düşünmediği için öldürdüm onu.




Aptal olduğu için öldürdüm onu, kötü niyetli, cahil, salak olduğu için, kalınkafalı olduğu için, hıyar ağası olduğu için, andavallı, ikiyüzlü, hırtın teki olduğu için, yalancı, kalpazan hıyarın biri olduğu için, cizvit olduğu için, siz seçin nedenini. Ama şunu unutmayın: Herhangi bir neden yeterli. İki tane gerekmez.




Benden kuvvetli olduğu için öldürdüm onu.




Ondan daha kuvvetli olduğum için öldürdüm onu.




Midem ağrıdığı için öldürdüm onu.




Midesi ağrıdığı için öldürdüm onu.




Yalan söylediğini bildiğimi biliyordu. Oysa asıl niyetini gizlemek için yalanla gerçeği birbirine karıştırıyordu.

— Saat yediydi, diyordu inatla. Yineliyordu. Saat yediydi.

Kitapçıdaydı ama saat yedide değil, bal gibi biliyordum bunu. Takip etmiştim.

— Saat yediydi.

Tümüyle palavra. Kızmaya başlamıştım, tepem atıyordu. Kollarım kasılmaya başlamıştı, başlamıştı ne demek, kasılıp kalmıştı kollarım. Göğsüm de, sırtım da kasılıp kaldılar öylece. Birdenbire boşandı zincirlerim, kendimden kurtuldum. Çılgınca şeyler yapacak kadar cesur değilimdir ama kodesten çıkar gibiydim sanki, bütün köleliklerden kurtulur gibi. Ruhum temizlenmiş gibiydi, bukağıları eğelemiştim, o yeryüzü kadar büyük bukağıları.

Yalanını ağzından aldım, dondu kaldı. Şimdi, şimdi tamam, kol saatinde gördüm ki saat yediydi şans eseri. Ama saat dün de yediydi. Dünün bugünle çakışması.





Tacoslarımı o serseri heriften çok önce ısmarlamıştım. Garson hanımsa dünyadaki tek kıç onunmuş gibi, kalçalarım sallayarak dolanıyordu ortada. Benden önce ona servis yaptı gülümseyerek. Şişeyi geçirip cehenneme gönderdim anında. Tacoslarımı o serseri heriften çok önce ısmarlamıştım. Topal ve kuzey lehçeliydi üstüne üstlük.




İnsanlar bir gün keşfedecekler uykunun önemsizliğini. Tanrı uyumaz. Adem Peygamber de uyumazdı. Hücreler uyumaz, mikroplar da uyumaz. Filler iki saat uyurlar, köpeklerse uyuyabildikleri kadar. Başka bir şey söylemeyeceğim. İnsanlar günahlarını unutmak için uyurlar. Her gün biraz daha fazla uyuyorlar. Geceye sahip çıkana kadar. Başka bir şey söylemeyeceğim. Ölüler uyumaz. Ben de uyumam. Uyuyanı öldürürüm.




Bana borcu vardı. İki ay önce ödeyeceğini söylemişti. Geçen hafta ödeyeceğini söylemişti. Dün ödeyeceğini söylemişti. Buna güvenerek Irene'yi Alicante'ye götüreceğime söz verdim, ancak orada rahatça sevişecektik. İki günlüğüne borç almıştı benden, yalnızca iki gün için...




Şans eseri farkına vardı.

— Kimseye söyleme sakın!

— Söyler miyim hiç! Beni tanımıyor musun?

Bir gün bile tutamadı dilini. Ben de söktüm o dili. Ne kadar uzun, upuzundu, çektikçe çıkıyordu.




Açık seçik ortada olanın karşısında neden keçi gibi direniyordu? Mahsus yaptı. Kafamı bozmak için. Ben de kırdım kafasını. Birazdan cenazesi kalkacak. Düşerken sert bir şeye çarptı kafasını. Mahsus yapar gibi. Bunu istiyordum.




Öldürmek, acımadan öldürmek, ileriye doğru devam etmek için, yolu temizlemek için, yorulmamak için öldürmek. Yumuşak da olsa bir ceset, iyi bir basamaktır yukarıya, yukarılara çıkmak için. Ayaklanın haydi! Önemli olana engel olup ortaya çıkmasını engelleyenlerden kurtulmak için. Zaman daha çabuk geçsin diye. Öldürülünceye kadar hizmet etmek için.

O zaman buna hak kazanmış olacaklar işte!




Savaşın olup bittiği ovayı görmek için sığınaktan çıkıp bir ceset yığınının üstüne tırmanmak, dikkatli beklemek, ellerini gözünün üstüne siper edip bakmak, düşmanın orada olup olmadığına bakmak, üstüne ateş açmak, gafil avlamak, hedefi şaşırmadan, darbeyi olanca ağırlığıyla sol omuzunda duyarak, beni şövalye yapan darbeyi, bizi rahatsız edenlerin işini tamamen bitirmek için, yolumuza taş koymak niyetiyle bir daha hiç çıkmasınlar diye karşımıza, benim düşmanlarım Tanrı'nın düşmanlarıdır, değil mi?




Top benimdi, yalnızca benim! Ustura benim değildi. Ama söz konusu olan toptu.




Bu cereyan, bu hava akımı, ya onu nasıl öldüreceğiz? Pencereler kapalı, kapı sürgülenmiş. Yine de hava akımı var, alıp sürüklüyor, her yere sızıyor. Kucaklıyor beni, sarmalıyor, içinize işleyip donduruyor. Nereden gelip nereye gidiyor? Kandilin alevini üfler gibi öldür onu! Yerde kararmış, eğri büğrü kalsın bırak! Bir yılanı öldürür gibi, soğukkanlı ez kafasını haydi... Çamurlu, boklu bir su birikintisinde öldür onu! Beni sırtımdan delip geçen bu soğukları mümkün kılan soluğu apansızın öldür haydi! Dışarıdan gelen soluk, içinde olduğum dünyadan gelen bu soluk, bu soğuk bana karşı yapılmıştı. Bu hava: Öldür onu! Estiği için soluğu kesilen. Ne güzel söz: Mumu söndü! Ama bu hava akımım nasıl öldürmeli? Beni... öldürüyor.




Babacığım, tamam, bütün dersleri su gibi bilmek, ezberlemek mümkün, peki babacığım ama bu kadar şaşı olmak olur şey değildir valla! Kafasını sıranın kenarına çarptıysa n'aapiyim?




O kadar hızlı vurmak istemedim.




Ne yani, zengin çocukları kaz kafalarında pek özel düşünceler mi taşıyorlar?




Babam, kimsenin sana sataşmasına verme dedi. Ben de izin vermedim.




Oha! Bu kadarı da fazla! Hocam, sevgili hocam! Şebeklik etmek için, yağ çekmek, kıçını yalamak, uşaklaşmak, dalkavukluk! Öyle değil şöyle, şöyle değil böyle! Ama bardağı taşıran şey çok olağanmış gibi sınavda kopya çekmeye başlayıp bize yardım etmemesiydi. Görürüz bakalım şimdi yapabilir mi aynı şeyi? Odunu yiyince kütük gibi kaldı oturduğu yerde.




Tamam Maria Teyzemdi ama Maria Teyze de çok olmuştu artık. Hiç kimse beni eve kapatamaz. Mahalledeki çocuklara onlarla oynayacağıma söz verdiysem hele. Ayrıca hiç kimse, benden başka hiç kimse santrafor oynayamazken... "Rüyanda görsen olmaz" dedi. Biraz fazla kuvvetli ittim onu. Suç benim değil. Tırabzana biraz daha sıkı tutunması gerekirdi. Durmadan beni gözetliyordu. Diyeceğim, beni sevmediği kesindir. Hep anneme gammazlardı.




Hepsi hepsi cebine bir kurbağa koydum diye! Yerinden fırlayıp koşmaya başladıysa, ayağı takılıp kafasını kırdıysa, ne yani? Bütün bu sorular filan, ne oluyor be?!




Gezmeye gittiğim zaman dalga geçilmekten hoşlanmam, hele o yeşil ceketimi giydiysem. Pipi'nin bana söylediği en hafif şey "ibne" idi. Onu bu kadar kuvvetli şişlemek istemezdim.




Doğrusu, vallahi kız kardeşime hiçbir zaman tahammül edemedim.




Bana ha? Bana hiç kimse, hele o aşağılık herif hiçbir zaman hile yapamaz efendim. Tabii şimdi ve bundan sonra hiç kimseye yapamayacak.




Önemli olan insanlar arasında barışı sağlayıp korumaktır. Bunu sağlamak için bu duruma düşmek, buraya gelmek gerekiyorsa (elleriyle bütün meydanı kapsayan bir jest yaptı) elden ne gelir?




Canını sıkmamak için öldürdüm onu.




Mayısta yayınlayabileceğini söylemişti, sonra Haziran dedi, sonra Ekim. Kış geçti, ilkbahar geldi, kanım kaynadı. İkinci kitabımdı en önemlisi. Bu gerçeğin o genç yayıncı için önemli olup olmadığı beni ilgilendirmez, özür dilerim. Birçok insan bana teşekkür edecektir, biliyorum. Ayrıca elbet dikkati çekecek ve iyi reklam olacak.




Onu Akademideki yerine geçmek için zehirledim. Kimsenin anlayacağını sanmıyordum. Meseleyi çözen şu boktan roman yazarı oldu. Üstüne üstlük poliste komisermiş herif!




Başka Meksika Suçları




Yemin etmiştim, piyango biletini kamburuma süren ilk kişiyi öldürecektim.




Bütün mesele kimi harcayacağımdı, dizgiciyi mi, yazı işleri müdürünü mü? Daha tanınmış olduğu için ikinciyi seçtim. Gömlek ile Götlek arasındaki fark budur.




Hayır canım, kendimi de öldürecektim ama tabancamın topu sıkıştı. Vallahi kendime ayırmıştım son kurşunu. Etrafta dolanan üç beş kişiyi pencereden temizlemeye karar verdiysem ne olmuş yani? Kimse kaçamazdı. Avcılık yaptığım güzel günleri hatırladım.




Yahu aptalın tekiydi diyorum anlayın işte! Neymiş yeryüzünde değeri? Parası. Yalnızca parası! İşte para... orada duruyor. Ne olmuş yani




Kafayı bulunca, bastonuyla dört dönerek kırıp dökerdi her şeyi. Anneciğimden yadigar yegane şeydi o porselen çorba kasesi. Geriye kalanı kırıp dökmesi önemli değildi ama o çorba kâsesi, hayır! Tornavidayla yapmadım efendim... ütüyle yaptım.





Dördüncü cildi ödünç aldığını inkar ediyordu. Oysa kitaplığımın rafında dördüncü cildin yeri, boş bir mezar gibiydi.




Kimse benimle alay edemez. Hiç değilse bu herif artık edemez.




İsmini hatırlayamadığım için öldürdüm onu. Siz hiç müdürünün yerine görev yapan Protokol Dairesi Müdür Muavini olmadığınız için bilemezsiniz bunun ne demek olduğunu. Cumhurbaşkanı yanı başımdaydı ve o herif sıraya girmişti, yaklaşıyordu, yaklaşıyordu.




Nefesi kokuyordu. Çare bulamadığını o bile kabullenmişti.




Eşcinsel olmak suç mu? Onun da olmamaya hakkı yoktu.




Bana geri zekalı dedi. Kimsenin anneme hakaret etmesine izin veremem.




Bir oğlan istiyordum efendim. Dördüncü kızdan sonra işini bitirdim.




Beni bu ilkel herifi, bu anasını babasını ve büyükannesini geberten herifi öldürmekle mi suçluyorsunuz? Yirmi kişi olaydık kimsenin gıkı çıkmayacaktı! Tek başıma yaptığım için suç mu oluyor? Hayır canım, ayıp oluyor! Pardon yani!




Önce Tanrı'yı, bir tanrıyı öldürmek, sonra nasıl olursa olsun ona benzeyenleri de temizlemek, elini yıkar gibi temizlemek yeryüzünü. Beni o futbol sahasında suçüstü yakaladılar. Hepsinin tuzu ne kadar kuruydu. Makineli tüfekle tarayıp biçtim, biçtim, biçtim. Ne yazık ki bitirmeme izin vermediler.




O polis romanını bitirene kadar gözüne uyku girmedi. Romanın sonu o kadar saçma, o kadar akıldışıydı ki Roberto Munoz yataktan kalktı. Sokağa çıktı, köşeye kadar yürüdü ve dikkat çekmek için, ayrıca cahilliğinin belirtisi olarak kendisini Archibald MacLeish olarak tanıtıp, kitaplarını o isimle yayınlayan Florentino Borrego'nun eve dönmesini bekledi. Yüz yüze gelir gelmez öldürdü onu. Altıncıyla yedinci kaburga kemiğinin arasından.




Tepeden tırnağa ıslattı beni otomobiliyle. Tamam, bu olup bitti. Ama çoraplarım bile ıslanmıştı. İşte buna eyvallah diyemezdim. Her şeyin bir haddi vardır. Ne olacak bu sefer bir yaya, boktan bir şoförü öldürdüyse? Gürültüyü ayyuka mı çıkaracağız?




Şaşıydı ve sanırım bana kötü bakıyordu. Öyle zannettim. N'olmuş yani? Bu geberesice dört gözü bir cenaze töreniyle mi kaldıracağız?




Amma da iş ha! Ne fark eder ha bu, ha o? Müşteri mi seçeceğiz bir de burada?




Benim iradem yoktur. Hiç yoktur. İlk gördüğüm şeye kapılır giderim. Hemen ikna olurum. Başkalarının yaptığını yapmak yeterlidir bence. O karısını öldürdü, ben de kendi karımı öldürdüm. Suç, olup biteni bütün ayrıntısıyla anlatan gazetenindir.




Tam o sırada, belki biraz daha önce aklıma geldi:
— Saatçi Ali'ye uğramayı unutma sakın. Saatim hazır olmalı.
Tepem attı.




O polis romanını bitirene kadar gözüne uyku girmedi. Romanın sonu o kadar saçma, o kadar akıldışıydı ki Roberto Munoz yataktan kalktı. Sokağa çıktı, köşeye kadar yürüdü ve dikkat çekmek için, ayrıca cahilliğinin belirtisi olarak kendisim Archibald MacLeish olarak tanıtıp, kitaplarını o isimle yayınlayan Florentino Borrego'nun eve dönmesini bekledi. Yüz yüze gelir gelmez öldürdü onu. Altıncıyla yedinci kaburga kemiğinin arasından.




Tepeden tırnağa ıslattı beni otomobiliyle. Tamam, bu olup bitti. Ama çoraplarım bile ıslanmıştı. İşte buna eyvallah diyemezdim. Her şeyin bir haddi vardır. Ne olacak bu sefer bir yaya, boktan bir şoförü öldürdüyse? Gürültüyü ayyuka mı çıkaracağız?




Şaşıydı ve sanırım bana kötü bakıyordu. Öyle zannettim. N'olmuş yani? Bu geberesice dört gözü bir cenaze töreniyle mi kaldıracağız?




Amma da iş ha! Ne fark eder ha bu, ha o? Müşteri mi seçeceğiz bir de burada?




Benim iradem yoktur. Hiç yoktur. İlk gördüğüm şeye kapılır giderim. Hemen ikna olurum. Başkalarının yaptığını yapmak yeterlidir bence. O karısını öldürdü, ben de kendi karımı öldürdüm. Suç, olup biteni bütün ayrıntısıyla anlatan gazetenindir.




Tam o sırada, belki biraz daha önce aklıma geldi:

— Saatçi Ali'ye uğramayı unutma sakın. Saatim hazır olmalı.

Tepem attı.




Sinemayı çok seviyorum. Filmin başlamasından önce otururum yerime. Yerleşip arkama yaslanırım, dikkatimi beyazperdeye veririm ve bir kelime olsun kaçırmamaya çalışırım. Bu koltuğa kendi emeğimle ulaştığımı bilirim. Ayrıca öğrenmeyi seviyorum. Kimsenin beni rahatsız etmesini istemem orada. Bundan ötürü önlerde bir sıranın tam ortasına oturmuştum. Çünkü kimse önümden geçsin istemiyordum. Sinemada konuşulmasına tahammül edemem ayrıca. Olmaz. Oysa bu ikili bütün Dünyadan Haberleri fısır fısır geçirdiler. Rahatsız olduğumu nazikçe belirttim. Çizgi filmler oynarken çenelerini tuttukları söylenebilir. Çizgi filmler de pek ahım şahım değildi doğrusu, hepsini daha önce görmüştüm. (Bu da ayıp bir şey! Özellikle bir filmin ilk gecesinde). Belgesel gösterilirken yine konuşmaya başladılar. Arkama dönüp kızgınca bakınca, yarım dakika daha sustular. Film başlar başlamaz çığrından çıktılar yine. Öbür seyircilerin benim tarafımı tutacaklarından emindim. Şşşşşşt diye bir ses çıkardım. Herkes bana karşı çıktı. Apaçık bir adaletsizlik! Konuşanlara dönüp avazım çıktığı kadar haykırdım.

— Yeter be! Kapatın çenelerinizi!

Adam bana küfür etti. Bana?! Tabancayı çıkardım o zaman. Onlara ve öbürkülere çevirdim, susmayı öğrensinler diye.




Boğa güreşi başlamak üzereydi. Picadorlar arenadaydılar. Oraya Armilla'yı görmek için gitmiştim, öbür matadorlar umurumda bile değildi. Yer gösteren o herif, dangalağın önde gideniydi. Başkalarının salaklığından ben mi sorumluyum? Bunun sonu nereye varır? Biletimin üstündeki numara yedinci sıranın yirmibeşinci koltuğunu gösteriyordu. Bu eşşoğlueşşek ise, pazusunun üstüne yerleştirdiği kolluğuyla beni 225 numaraya götürdü. Arenanın taa öbür tarafına. İnsanlar homurdanmaya başladılar. Bu hıyar yerleri karıştırmışsa ben nereye oturacaktım? Arena tıklım tıklımdı. Azarladım, şikayet ettim, izah etmeye çalıştım. Tüyüp gitmeye kalkıştı. Birileri bana küfür ediyordu. Alkış seslerini duydum. Toreador'un boğayı kıl payı geçirmesini kaçırmıştım. Nasıl öfkelendiysem herifi tutup yere çaldım. Kafası patladıysa bana ne? Herkes görevini doğru dürüst yapmalıdır! Güreşi kaçırmakla yeteri kadar cezalandırıldım zaten.




Katır gibi inatçı olduğu için. Oysa onun için o kadar zor bir şey değildi. Hayır, hayır, hayır diyor, başka bir şey demiyordu. Yapmayacaktı. Karılar böyledir işte. Sayıları ne kadar azalırsa, o kadar iyi.




Tam işi bitiriyordum, damladı. Bir aydır bu fırsatı kolluyordum. Kızı sonunda kafeslemiştim, işte sonunda yenik düşmüştü, kendini vermeye gönüllüydü artık. Öpüyordu beni. Sonra bu salak gölge aptal suratıyla, muhallebi sırıtmasıyla, her gün bir pot kırmaya mecburmuş gibi yatak odasına girdi. Yavşak sesiyle, çok komik bir şey yaptığından emin:

— Evde kimse yok mu?

Öldürmeyip ne yapacaksın? Temel içgüdü her zaman en iyisidir.




Evet ona hep kötü davranmışımdır. Ne zaman karşılaşsak tüylerim diken diken olur ve ona hakaret ederdim. Şikayetinde haklıydı ama ben de böyleyim işte. Hepsi bu. Birbirimizle rastlaşmayı sürdürdük. Konuşmadan. Bence garip bir durumdu. Tabii özür dilesem her şey eskisi gibi olacaktı. Ama ben o tip insanlardan değilim. Benimle ilgilenmiyordu bile. Yokmuşum gibi davranıyordu ama oradaydım be! Vardım! Bu işi bitirmek gerekiyordu. Bitirdim. Ah bile demedi. Biliyorum canı acımadı. İkimiz de rahatız artık.




Durup dururken ana avrat girişti bana. Durup dururken. İyice köpürmüştü. Konken oynuyorduk, hile yapmaya başladı, uyardım, yapma dedim. Sonra... oyunu bırakmaya karar verdim. Bunu suratına atılmış bir tokat gibi algıladı, içine işledi nerdeyse. O gün küstük ve birbirimizle konuşmadık artık. Suç ondaydı. İşin boktan tarafı her gün birbirimizi görmek zorundaydık. Özür dileyeceğini sanıyordum ama, ha-ha, öyle insanlardan değildi. Kumaşı öyle değildi. Varlığı beni rahatsız ediyordu gittikçe. Tabancayı üstüne boşalttığım güne kadar. Ne yapalım? Başka yol yoktu.




Siz kadın olmadığınız için, otobüse binmediğiniz için, özellikle çevre yolundaki otobüslere binmediğiniz için ya da paydos saatinde Circuito Colonias'taki kirli sarı otobüslere de bineceğiniz olmadığı için... hem ellenmenin ne demek olduğunu da bilmezsiniz. Herkes bir şey yapıyormuş gibi dizlerini ve kalçalarını sürterek, başka taraflara bakarak yararlanır sıkışıklıktan. Masum güvercinler gibi başka tarafa bakarlar dayanırken. Reziller. İnsan arkasındaki gövdenin baskısından kurtulmak için yer değiştirir itişe kakışa. Ama orada başka bir domuz, elleri cebinde sıkıştırır, fortlar insanı, iğrenç! O hayvan haddini aşmıştı. İki gün üst üste birbirimize düştük otobüste. Kepazelik. Mesele çıkarmak istemiyordum çünkü bilirim o durumda kadınlarla alay ederler hemen. Ne olur ne olmaz, bir daha ardımda dikilirse diye keskin bir bıçakçık aldım yanıma, evet. Birazcık dürtmek, canını yakmak istiyordum. Oysa bıçak tereyağına girer gibi girdi içine. Saf yayık tereyağı gibi. O değildi, bir başkasıydı ama o da öbürü gibi hak etmişti bunu.




Ah o rezil sarı itoğluit, o köpek! Ne zaman evin önünden geçsem koşup gelir kıçımı koklardı utanç verici bir tavırla. Sanki dünyanın en kötü ya da en iyi ve güzel bir şeyini kokluyormuş gibi, ıslak ağzını maçama yapıştırırdı, sıcak ve yapışkan alnını hissederdim içimde, beni iteleyen, yürümemi engelleyen, tökezleten. Gülünçtü. Oradan geçmek zorundaydım, başka yol yoktu. Oradan geçmeseydim taa bilmem nereden dolanmam gerekecekti.

Hiç kaçırmazdı beni. Uzaktan baston gibi görünen demir bir sopayla kafasını kırmaya karar verdiğim gün onu ıskalamadım. Tam iş üstündeyken hayvanın sahibi geldi, aramıza irdi. Tanrı günahlarını bağışlasın.




İki Barok Suç




Yok efendi, fikirlerime karşı çıkamazsın, buna izin vermiyorum. Fikirlerinizi kabul ediyorum: Sizin için. Kendinize saklayın onları, kendinize yutturun ve hazmedin, sonra tekrar dışarı çıkarın canınız isterse. Kusun. İnsanlar, aşağı yukarı iki üç yüzyıldır, kendilerini en iyi olanın insanlık olduğuna inandırdılar. Non plus ultra. Okey. Onların bileceği iş. Ben tam tersine inanıyorum. Bizler, hepimiz orospu çocuklarıyız, insan olduğumuz doğruysa böyledir bu. Kanıtlanmış bir şey ademoğlunun başından beri çiğ süt emdiği. Nankörlük, öldürme içgüdüsü, coplar, sopalar, taşlar, palalar, süngüler, kurşunlar, ikiyüzlülük, risk almayan katiller, köleliğin yasallaştırılması. Herhangi biri, insan olduğu için orospu çocuğudur. Öbür meseleleri hiç tartışmıyorum.

Bence en büyük aptal bir İsviçreli'ydi. Jean Jacques Rousseau olmalı adı. Bu fikirlerle benim iyi bir insan sayılmamın garip bir tarafı yoktur, olmamalı.

Don Jesus'u öldürmüş olmamı söyleyeceksiniz. Bu doğal değil mi? Kimseye bir kuruş borcum yok.




Düşünüyorum öyleyse varım demiş o ünlü kişi. Bahçemdeki ağaçlar varlar, ama düşündüklerim sanmıyorum. (Ayrıca durum gösteriyor ki Bay Renato'nun aklı başında değildi ve bu herkesin başına gelebilirdi). Örneğin benim kayınpeder: Var ama düşünmüyor, ya da benim yayıncım ... düşünüyor ... ama yok. Tam tersi de doğru bunun. Düşündüğüm için var olmuyorum ya da var olduğum için düşünmüyorum. Aslolan düşüncedir. Varoluşsa bir masal, bir söylencedir. Var olmuyorum, paçamı kurtarıyorum.

Yaşamak (hayat dediğimiz şey) düşünmeyenler içindir yalnızca. Onlar, düşünceye dalanlar, yaşamıyorlar. Adaletsizlik bu, gün gibi ortada. Düşünmek, intihar için yeterlidir. Hayır Sayın Descartes: Yaşıyorum demek ki düşünmüyorum, düşünürsem yaşayamam (var olamam). Bakın bundan güzel bir şarkı bile çıkar:

Düşünüyorum demek ki yaşamıyorum
Yaşasaydım düşünmezdim efendim
Vesaire vesaire ...

Yaşamak için düşünmek gerekseydi, o zaman akıllı olurduk. Ama... sonunda siz inanıyorsanız bu işin böyle olduğuna... ben suçsuzum demektir. Tamamen suçsuz. Tümüyle masum! Çünkü ben ne düşünüyorum ne de düşünmek istiyorum. Düşünmüyorsam yokum demektir... yoksam... bu cinayetten nasıl sorumlu olabilirim?


SON

Max Aub
Örnek Suçlar, Mitos Yayınları, 1993


Max Aub'dan 'Örnek Suçlar', Mehmet Baydur çevirisiyle
http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=917
Ahmet Faruk Şengenç tarafından, 14/02/2002 tarihinde gönderildi.
Epigraf: Online Türkçe Edebiyat Arşivi | http://epigraf.fisek.com.tr

epigraf     Bir önceki eser:   Avcı Gracchus / Franz Kafka
<<< -- Rasgele bir eser -- >>>
   Bir sonraki eser:   Münacat / Turgut Uyar