Gökyüzündeki On İki Burç / H. Bustos Domecq*
José P. Alvarez'in anısına
Oğlak, Kova, Balık, Koç, Boğa diye düşünüyordu Aquiles Molinari uyurken. Sonra bir an duraksadı. Terazi'yi, Akrep'i gördü. Karıştırdığını anladı; titreyerek uyandı.
Güneş yüzünü ısıtmıştı. Başucundaki masada Bristol takvimiyle birkaç La Fija dergisinin üstünde duran Tik Tak marka çalar saat ona yirmi kalayı gösteriyordu. Molinari burçları tekrar etmeyi sürdürerek kalktı. Camdan baktı. Yabancı köşede duruyordu.
Kurnazca güldü, içeriye doğru gitti, tıraş bıçağı, tıraş fırçası, sarı sabundan arta kalan parçalar ve bir fincan kaynar suyla geri döndü. Pencereyi boydan boya açtı, abartılmış bir serinkanlılıkla yabancıya baktı ve ıslıkla İşaretli İskambil Kâğıdı tangosunu' söyleyerek yavaş yavaş tıraş oldu.
On dakika sonra, sırtında ünlü İngiliz Dikimevi Rabuffi'ye hâlâ son iki taksidini ödemesi gereken kahverengi takım elbisesi, sokaktaydı. Köşeye dek gitti; yabancı ansızın piyango ilanlarıyla ilgilenmeye başladı. Bu tekdüze numaralara alışkın olan Molinari, I. Humberto'nun köşesine yöneldi. Otobüs hemen geldi; Molinari bindi. Kendisini izleyen adamın işini kolaylaştırmak için öndeki boş yerlerden birine oturdu. Birkaç kavşak ilerledikten sonra arkasına döndü; kara gözlükleriyle kolayca tanınabilen yabancı gazete okuyordu. Otobüs daha merkeze gelmeden dolmuştu; Molinari yabancıya fark ettirmeden inebilirdi ama daha iyi bir planı vardı. Palermo birahanesine dek devam etti. Sonra arkasına dönüp bakmadan kuzeye doğru saptı. Hapishanenin duvarım izleyerek avludan içeri girdi; soğukkanlı davrandığını düşünüyordu ancak nöbetçilerin bölümüne gelmeden yeni yaktığı sigarayı yere atmıştı. Ceketsiz çalışan memurla arasında önemsiz bir konuşma geçti. Bir gardiyan onu 273 numaralı hücreye götürdü.
Bundan on dört yıl önce Belgrano'daki gösteriye Kalabriyalı kılığında katılan kasap Agustín R. Bonorino göğsüne öldürücü bir şişe darbesi yemişti. Onu öldüren maden suyu şişesini silah olarak kullananın Kutsal Ayak çetesinden bir delikanlı olduğunu herkes biliyordu. Ancak Kutsal Ayak seçimlerde çok işe yaradığından, polis suçlunun İsidro Parodi olduğuna karar verdi; bazıları onun ruhlarla ilgilendiğini kast ederek anarşist olduğunu söylüyorlardı. Gerçekte İsidro Parodi bunların ikisi de değildi; Güney mahallesinde bir berber dükkânının sahibiydi ve sonunda ona bir yıllık kirasını borçlanan sekiz numaralı komiserliğin bir memuruna oda kiralamak gibi bir tedbirsizlik yapmıştı. Bu ters koşullar Parodi'nin talihini kapatmıştı; tanıkların ifadeleri (Kutsal Ayak üyesiydi hepsi) tam olarak birbirini tutuyordu. Yargıç yirmi bir yıl hapse mahkûm etti onu. Durağan hapishane yaşamı 1919 yılının katilini etkilemişti; bugün kırk yaşlarında, özdeyişlerle konuşan, şişman, kafası tıraşlı, bakışları olağanüstü bilgiç bir adam olmuştu. Şimdi, o bakışlarıyla genç Molinari'yi süzüyordu.
"Sizin için ne yapabilirim delikanlı?"
Sesi pek içten değildi ama Molinari ziyaretlerin hoşuna gittiğini biliyordu. Ayrıca sırrını paylaşacak ve öğüdünü alacak birini bulmak ihtiyacı Parodi'nin olası tepkisinden daha önemliydi onun için. Yaşlı Parodi gök mavisi ufak bir kabın içinde ağır ağır ve dikkatle demlediği mate'yi Molinari'ye uzattı. Yaşamını altüst eden inanılmaz serüveni anlatmak için sabırsızlanmasına karşın Molinari, İsidro Parodi'den elini çabuk tutmasını istemenin boşuna olduğunu biliyordu; kendisini de şaşırtan bir soğukkanlılıkla at yarışlarıyla ilgili sıradan bir konuşma başlattı, tam bir tuzaktı bu yarışlar ve kimse kimin kazanacağını bilmiyordu. Don İsidro ona aldırış bile etmedi, her zamanki yakınma konusuna dönerek İtalyanlara sayıp sövdü, her yere girmişler, Ulusal Hapishane'ye bile saygı göstermemişlerdi.
"Artık burası da geçmişleri karanlık yabancılarla doldu, kimse kimin nesi olduklarını bilmiyor."
Kolaylıkla milliyetçi olabilen Molinari bu yakınmalara katıldı ve kendisinin de İtalyanlardan ve Dürzilerden bıktığını söyledi; bir de ülkeyi demiryolu ve buzdolabıyla dolduran kapitalist İngilizler vardı. Daha dün ünlü Los Hichas pizza salonuna girmiş ve ilk gördüğü kişi bir İtalyan olmuştu.
"Başınızın dertte olduğu İtalyan erkek mi, kadın mı?"
"Ne erkek ne de kadın," dedi Molinari yalın bir biçimde. "Bir adam öldürdüm Don İsidro."
"Benim de bir adam öldürdüğümü söylüyorlar ve gördüğünüz gibi başıma bir şey gelmedi. Sinirlerinizi bozmayın, bu Dürzi sorunu biraz karışık, fakat sekiz numaralı komiserlikte size düşman olan bir memur yoksa postu kurtarabilirsiniz."
Molinari şaşkınlıkla ona baktı. Sonradan, titizlikten yoksun kuşkusuz kendisinin kibar sporlar ve futbolla ilgilendiği dinamik Cordone gazetesinden çok farklı bir gazete tarafından adının gizemli Abenhaldun villası olayına karıştırıldığını anımsadı. Parodi'nin zihinsel çevikliğini koruduğunu, düşüncelerinin canlılığı ve komiser yardımcısı Grondona'nın cömert dikkatsizliği sayesinde akşam gazetelerini bir güzel incelediğini de anımsadı. Gerçekten de Don İsidro Abenhaldun'un son günlerde ortadan kaybolduğunu bilmiyor değildi; ama yine de Molinari'den olayları anlatmasını istedi, ancak yavaş yavaş çünkü kulakları ağır duyuyordu. Molinari olabildiğince soğukkanlılıkla anlattı öyküyü:
"İnanın bana, ben modern bir gencim, zamanımın insanıyım; günümü gün ederim, ancak düşünmek de hoşuma gider. Artık materyalist dönemi geride bıraktığımıza inanıyorum; Din Kongresi'nin ayinleri ve toplantıları bende silinmez izler bıraktı. Sizin de daha önce söylediğiniz gibi ve inanın ki sözleriniz boşa gitmedi, bilinmeyeni aydınlatmak gerek. Bakın Hint fakirleri ve yoga yapanlar, soluk alıp vererek, çivi üstünde yatarak pek çok şey biliyorlar. Ben iyi bir Katolik olarak Onur ve Vatan Ruh Çağırma Kulübü'ne gitmekten vazgeçtim; fakat aynı zamanda Dürzilerin ilerici bir topluluk oluşturduklarını ve her pazar günü kiliseye gidenlere nazaran dünyanın gizemine çok daha yakın olduklarını da anladım. Bu arada Doktor Abenhaldun'un içinde olağanüstü bir kitaplığı olan Villa Mazzini adında lüks bir kır evi vardı. Onu Radio Fenix'de kutlanan ağaç gününde tanımıştım. Çok kavramsal bir konuşma yaptı; konuşmayla ilgili yazdığım ve birisinin ona gönderdiği kısa makale hoşuna gitti. Birlikte evine gittik, bana ciddi kitaplar verdi ve villasında verdiği bir davete çağırdı; hanımların olmaması bir eksiklik kuşkusuz, fakat sizi temin ederim ki bu davetler birer kültür şölenidir. Puta taptıkları söyleniyor, kabul salonunun orta yerinde tramvaydan daha değerli madeni bir boğa var. Her cuma 'âkiller' boğanın etrafında toplanıyorlar, üyelere 'âkil' deniyor. Doktor Abenhaldun ne zamandan beri benim de topluluğa alınmamı istiyordu; hayır diyemezdim, yaşlı adamla aramın iyi olması işime geliyordu, üstelik insan yalnızca ekmekle de yaşamıyor. Dürziler çok içlerine kapalı insanlardır, bazıları bir batılının topluluğa girmeyi hak etmediğine inanıyordu. Daha ilk aşamada, transit et kamyonları filosu sahibi Ebül Hasan, üye sayısının değişmez olduğunu ve yeni müritler edinmenin yasak olduğunu anımsattı; muhasebeci İzzettin de karşı koydu bu işe; fakat bütün gününü yazı yazmakla geçiren zavallının biridir o, Abenhaldun onunla ve deftercikleriyle dalga geçer. Ama yine de bu gericiler köhnemiş önyargılarıyla bana karşı çıkmayı sürdürdüler ve korkmadan söyleyebilirim ki ne olduysa dolaylı olarak onların yüzünden oldu.
"11 Ağustos günü Abenhaldun'dan bir mektup aldım, ayın 14'ünde beni oldukça zor bir sınavdan geçireceklerini, bunun için hazırlanmam gerektiğini bildiriyordu."
"Nasıl hazırlanmanız gerekiyordu?" diye sordu Parodi.
"Sizin de bildiğiniz gibi, üç gün yalnızca çay içerek ve Bristol takviminde bulundukları sıraya göre burçları ezberleyerek. Sabahları çalıştığım Sağlık İşleri'ne hasta olduğumu bildirdim. Önceleri törenin cuma yerine pazar günü yapılacak olması beni şaşırttı, fakat mektupta böylesine önemli bir sınav için Tanrı'nın günü olan pazarın daha uygun olduğu anlatılıyordu. Gece yarısından önce villada olmam gerekiyordu. Cuma ve cumartesi günlerini çok dingin geçirdim, ancak pazar sabahı sinirli uyandım. Bakın Don İsidro, şimdi düşündüğümde eminim ki meydana gelecek olayları seziyordum. Fakat kendimi bırakmadan bütün günü kitapla geçirdim. Komik oluyordu, her beş dakikada bir saate bakıyordum bir bardak daha çay içebilir miyim diye; neden saate baktığımı da bilmiyorum, kaç olursa olsun zaten çay içmem gerekiyordu, çünkü boğazım kupkuru olmuştu. Sınav saatini böylesine sabırsızlıkla bekledikten sonra Retiro istasyonuna geç vardım ve bir önceki yerine 23.18'de kalkan yavaş trene binmek zorunda kaldım.
"Tam anlamıyla hazır olmama karşın trende de takvimi ezberlemeye devam ettim. Milyonerler takımının Chacarita Junior karşısındaki zaferini tartışan birtakım aptallar canımı sıkıyorlardı, zaten inanın bana futboldan anladıktan da yoktu. Belgrano R.'de indim. Villa istasyonun on sokak ötesinde kalıyordu. Yürüyüşün beni ferahlatacağını sanıyordum, oysa neredeyse ölüyordum. Abenhaldun'un talimatlarını yerine getirerek Rosetti Sokağı'ndaki mağazadan kendisine telefon ettim.
"Villanın karşısında bir sürü araba vardı; evin tüm ışıkları yanıyor, uzaktan insanların uğultusu duyuluyordu. Abenhaldun beni bahçe kapısında bekliyordu. Kendisini yaşlanmış buldum. Onu gündüz gözüyle çok görmüştüm, ama Repetto'nun sakallı halini andırdığını o gece fark ettim. Hani denir ya talihin oyunu diye, sınav düşüncesinin beni deliye çevirdiği o gece bu saçmalık dikkatimi çekti. Evin etrafını çeviren tuğla yolu izledik ve arkadan eve girdik. Yazmanlık odasında, arşivlerin durduğu bölümde İzzettin vardı."
"On dört yıldır ben de arşivlerle çalışıyorum," dedi Don Isidro usulca. "Fakat sözünü ettiğiniz arşivleri bilmiyorum. Bana biraz evi betimler misiniz?"
"Bakın, çok basit. Yazmanlık odası üst katta; bir merdivenle doğrudan kabul salonuna bağlanıyor. Dürziler o salonda toplanmışlardı, yüz elli kişi civarındaydılar, hepsinin yüzleri örtülü, üstlerinde beyaz tunikler, madeni boğanın etrafını çevirmişlerdi. Arşivlerin bulunduğu oda yazmanlığa bitişik, penceresi olmayan ufacık bir yerdir. Ben her zaman söylerim, penceresi olmayan oda insanlara zarar verir, uzun vadede sağlıksız olduğu anlaşılır. Siz de benim gibi düşünmüyor musunuz?"
"Hem de nasıl. Kuzeye taşındığımdan beri penceresiz odalardan bıktım usandım. Yazmanlığı betimler misiniz bana?"
"Büyük bir oda. Üstünde bir Olivetti'nin durduğu meşe ağacından bir masa, oturduğunuzda boynunuza dek gömüldüğünüz son derece rahat birkaç koltuk, yarı çürümüş paha biçilmez bir nargile, tavandan sarkan kristal bir avize, fütürist desenli bir Acem halısı, bir Napolyon büstü, ciddi kitaplardan oluşan bir kitaplık: César Cantú'nun Evrensel Tarih'i, Dünyanın ve İnsanoğlunun Harikaları, Uluslararası Ünlü Yapıtlar Kitaplığı, 'Mantık' Yıllığı, Peluffo'nun Resimli Bahçıvanlık El Kitabı, Gençliğin Serveti, Lombroso'nun Suçlu Kadın'ı ve benzeri kitaplar...
"İzzettin sinirliydi... Nedenini hemen anladım: Yazıp çiz-dikleriyle saldırıya geçmişti yine. Masanın üstünde kocaman bir defter paketi vardı. Aklı benim sınavımda olan doktor, İzzettin'i başından savmak istiyordu, ona: 'Merak etmeyin. Bu akşam defterlerinizi okuyacağım,' dedi.
"Öteki ona inandı mı bilmiyorum, kabul salonuna inmek için tuniğini giyinmeye gitti; ayrılırken bana bakmadı bile.
"Yalnız kalır kalmaz doktor Abenhaldun bana: 'Orucuna sadık kaldın mı? Gökyüzündeki on iki burcu ezberledin mi?' diye sordu.
"Perşembe günü saat 10'dan itibaren (o gece günümüzün popüler ve başarılı genç adamlarıyla birlikte halde hafif bir biftekle fırında küçük bir balık yemiştim) yalnızca çayla duruyordum.
"Sonra Abenhaldun on iki burcun adlarını ezbere söylememi istedi. Tek bir yanlış yapmadan istediğini söyledim; bana bu listeyi beş altı kez tekrarlattı, sonunda şöyle dedi:
" 'Görüyorum ki talimatlara bağlı kalmışsın. Fakat dikkatli ve güçlü olmazsan bu bir işine yaramaz. Eminim ki öylesin: Yeteneklerini yadsıyanlara kulak vermemeye kararlıyım, seni en güç ve en sıkıntılı olan sınavdan geçireceğim. Otuz yıl önce, Lübnan'daki zirve toplantılarında ben de bu sınavdan başarıyla geçmiştim; fakat daha önce hocalar beni daha kolay başka sınavlardan da geçirmişlerdi; denizin dibinde bir para, büyülü bir orman, toprağın yedi kat altına gömülmüş kutsal bir kadeh ve lanetlenmiş bir pala buldum. Senin dört büyülü nesne araman gerekmiyor; sen tanrısallığın dörtgenini oluşturan dört hocayı bulacaksın. Şu anda madeni boğanın etrafında kendilerini dini görevlerine adamış diğer kardeşleriyle, onlar gibi yüzleri örtülü "âkillerle" birlikte dua ediyorlar; hiçbir şey onları diğerlerinden ayırt etmiyor fakat kalbin onları tanıyacaktır. Sana Yusuf u getirmeni emredeceğim; sen kabul salonuna ineceksin, kafanda tam sıralarına göre burçları sayarak, sonuncu burç olan Balık burcuna geldiğinde tekrar birinciye, Koç burcuna döneceksin ve sürekli aynı şeyi yaparak "âkillerin" etrafında üç kez döneceksin; eğer burçların sırasını bozmadıysan adımların seni Yusuf a götürecek. Ona "Abenhaldun seni çağırıyor" diyeceksin ve onu buraya getireceksin. Daha sonra ikinci hocayı getirmeni emredeceğim sana, sonra üçüncüyü sonra da dördüncüyü.'
"Neyse ki Bristol takvimini tekrar tekrar okuduğum için on iki burç beynime işlenmişti; fakat yanılmaktan korkmanız için birisinin sakın yanılma demesi yeterlidir. Cesaretimi yitirmedim, inanın bana, fakat içime bir şeyler de doğmuştu. Abenhaldun elimi sıktı, dualarının benimle birlikte olacağını söyledi ve kabul salonuna giden basamaklardan aşağı indim. Burçları tekrarlamakla meşguldüm, ayrıca o beyaz omuzlar, o gizlenmiş kafalar, o düz ve parlak maskeler ve bundan önce yakından görmediğim o kutsal boğa beni tedirgin ediyordu. Yine de diğerleri gibi üç kez tur attım ve kendimi diğerlerinden hiç de farklı görmediğim bir beyazlının arkasında buldum; fakat burçları tekrarlamakta olduğum için düşünecek zamanım olmadı, ona 'Abenhaldun sizi çağırıyor,' dedim. Adam beni izledi; ben yine burçları tekrarlarken merdivenlerden çıkıp yazmanlığa girdik. Abenhaldun dua ediyordu; Yusufu arşiv odasına soktu ve neredeyse hemen sonra geri dönerek bana, 'Şimdi de İbrahim'i getir,' dedi. Balo salonuna geri döndüm, turlarımı attım, başka bir beyazlının arkasında durdum ve ona 'Abenhaldun sizi çağırıyor,' dedim. Onunla birlikte yazmanlığa geri döndüm."
"Bir dakika arabayı durdurun dostum," dedi Parodi. "Siz turlarınızı atarken hiç kimse yazmanlıktan çıkmadı, eminsiniz değil mi?"
"Bakın, sizi temin ederim ki evet. Tüm dikkatimi burçlara filan vermiştim ama o kadar da aptal değilim. O kapıdan gözlerimi ayırmıyordum. Merak etmeyin hiç kimse ne girdi ne de çıktı.
"Abenhaldun İbrahimi kolundan tutarak arşiv odasına soktu, sonra bana, 'Şimdi İzzettin'i getir,' dedi. Garip bir şey, Don İsidro, ilk iki kez kendime güvenmiştim; oysa şimdi korkuyordum. Aşağı indim, üç kez Dürzilerin etrafında yürüdüm ve İzzettin'le geri döndüm. Çok yorulmuştum, merdivende gözüm karardı, her şey değişik göründü, yanımdaki adam bile. Bana çok güvendiği için dua etmek yerine iskambil falına bakmaya başlayan Abenhaldun bile İzzettin'i arşive götürdükten sonra bana babacan bir tavırla şöyle dedi: 'Bu egzersiz seni çok yordu. Halil olan dördüncü müridi ben kendim arayacağım.'
"Yorgunluk dikkatin düşmanıdır, fakat Abenhaldun çıkar çıkmaz koridorun parmaklıklarına abanarak onu gözetlemeye koyuldum. Adam pek de önem vermeksizin üç kez tur attıktan sonra Halil'i kolundan yakalayarak yukarı getirdi. Size daha önce arşiv odasının yazmanlığa açılan kapıdan başka kapısı olmadığını söylemiştim. Abenhaldun Halil'le birlikte işte o kapıdan içeri girdi ve hemen sonra yüzleri kapalı dört Dürzi'yle birlikte dışarı çıktı; bir haç işareti yaptı bana, çünkü Dürziler çok dindar olurlar ve onlara İspanyolca maskelerini çıkarmalarını söyledi. Belki size masal anlatıyormuşum gibi gelecek ama işte, bir yabancıyı andıran yüz çizgileriyle İzzettin, müdür yardımcısı Halil, genizden konuşan Dürzi'nin eniştesi Yusuf ve bildiğiniz gibi Abenhaldun'un ortağı, her zamanki solgun yüzlü, sakallı İbrahim orada, karşımda duruyorlardı. Yüz elli Dürzi'nin arasından dört hocayı bulmuştum.
"Doktor Abenhaldun neredeyse kucaklayacaktı beni, fakat apaçık gerçeğe bile boyun eğmeyen, batıl inançlarla dolu olan diğerleri pes etmediler, kendi dillerinde öfkelerini belirttiler. Zavallı Abenhaldun onları ikna etmeye çalıştıysa da sonunda boyun eğmek zorunda kaldı. Beni çok zor başka bir sınavdan geçireceğini ancak bu sınavda hepsinin yaşamının ve belki de dünyanın geleceğinin tehlikeye gireceğini söyledi ve şöyle devam etti:
" 'Bu örtüyle gözlerini kapatacağız, sağ eline bu uzun değneği vereceğiz ve her birimiz evin ve bahçenin bir köşesine saklanacağız. Sen, saat on ikiyi çalıncaya dek burada bekleyeceksin; daha sonra, burçlar tarafından yönlendirilerek sırayla hepimizi bulacaksın. Bu burçlar dünyayı yönetiyorlar; sınav süresi boyunca bunların devinimini sana emanet ediyoruz; evreni sen idare edeceksin. Burçların sırasını bozmazsan bizim yazgılarımız ve dünyanın yazgısı öngörülmüş devinimlerini izleyecekler; eğer belleğin seni yanıltırsa, eğer Terazi'den sonra Akrep'i değil de Arslan'ı düşünürsen, aradığın hoca ölecek ve dünya havanın, suyun ve ateşin gazabına uğrayacak.'
"İzzettin hariç hepsi evet dediler; İzzettin o kadar çok salam yemişti ki artık gözleri kapanıyordu ve o kadar dalgındı ki giderken hiç yapmadığı bir şeyi yaparak teker teker hepimizin elini sıktı.
"Elime bambudan bir değnek verdiler, gözümü bağladılar ve gittiler. Yalnız kaldım. Ne büyük bir kaygıydı benimki; sıralarını bozmaksızın burçları aklımda tutmak, bir türlü çalmayan saatin çalmasını beklemek; saatin çalmasından ve birdenbire bana uçsuz bucaksız ve yabancı görünen bu evde yürümeye başlamaktan duyduğum korku. İstemeden merdiveni, sahanlıkları, yolumun üstünde bulacağım mobilyaları, mahzenleri, avluyu, koridorları filan düşündüm. Bir sürü ses duymaya başladım: bahçedeki ağaçların dalları, üst kattan gelen ayak sesleri, villadan ayrılan Dürziler, Raggio zeytinyağlarının çekilişini kazanan Abdül-Melek'in eski Issota'sının çalışmaya başlaması. Sonunda hepsi gidiyorlar, ben tek başıma koca evde yalnız kalıyordum, kim bilir nereye saklanmış bu Dürzilerle birlikte. Ve işte saat çalınca ödüm patladı. Genç ve yaşam dolu bir delikanlı olan ben, sakat biri, sizin anlayacağınız bir kör gibi yürüyerek küçük değneğimle yola çıktım; hemen sağa yöneldim çünkü genzinden konuşan Dürzi'nin eniştesinin çok savoir faire'i vardı ve onu masanın altında bulacağımı düşünüyordum; bu arada Terazi, Akrep, Yay ve tüm bu resimlendirilmiş burçlar açık seçik gözlerimin önünden geçiyorlardı; basamakların sırasını şaşırdığım için merdivenlerden yuvarlanarak indim; sonra seraya girdim. Birdenbire kayboldum. Ne kapıyı bulabiliyordum ne de duvarları. Bir de tabii şu var: Üç gün yalnızca çay içmiş ve kendimi büyük bir zihinsel güçsüzlüğe düşürmüştüm. Her şeye karşın duruma hâkim oldum ve yemek asansörünün yanına yöneldim; birisinin kömürlüğe girmiş olmasından kuşkulanıyordum; fakat bu Dürziler ne kadar kültürlü olurlarsa olsunlar biz Arjantinlilerin kurnazlığına sahip değiller. O zaman salona geri döndüm. Ortaçağ'da yaşıyorlarmış gibi hâlâ ruh çağırmaya inanan bazı Dürzilerin kullandıkları üç ayaklı küçük masalardan birine çarptım. Yağlıboya resimlerdeki gözlerin hepsi beni izliyormuş gibi geldi bana belki güleceksiniz ama kız kardeşim, çılgın ve şairane bir yönüm olduğunu söylemiştir hep. Fakat dalga geçmedim ve hemen Abenhaldun'u buldum: Kolumu uzattım ve işte oradaydı. Büyük bir zorlukla karşılaşmadan düşündüğümden çok daha yakında olan merdiveni bulduk ve yazmanlığa ulaştık, yol boyu ağzımızı açmadık, benim kafam burçlarla doluydu. Onu orada bıraktım ve başka bir Dürzi'yi aramaya çıktım. Tam o sırada boğuk bir kahkahaya benzer bir şey duydum. Önce bir kuşku düştü içime: Benimle alay ettiklerini düşünmeye başladım. Hemen sonra bir çığlık duydum. Burçların sırasını şaşırmadığıma yemin edebilirim ama önce kızgınlık, sonra da korku yüzünden yanılmış da olabilirim. Ben gerçeği asla yadsımam. Geri döndüm ve değnekle önümü yoklayarak yazmanlığa girdim. Ayağım yerdeki bir şeye takıldı. Eğildim, birinin saçlarını, burnunu, gözlerini elledim. Ne yaptığımın farkına varmadan gözlerimdeki bağı çıkarıp attım.
"Abenhaldun boylu boyunca halının üstünde yatıyordu, ağzı salya ve kan doluydu, şöyle bir yokladım onu, henüz sıcak olmasına karşın ölmüştü. Odada kimse yoktu. Elimden düşen değneğe gözüm ilişti: Kan vardı ucunda. Ancak o zaman anladım ki Abenhaldun'u ben öldürmüştüm. Kahkahayı ve çığlığı duyduğum zaman herhalde bir an şaşırmış, burçların sırasını bozmuştum; bu yanılgı bir insanın yaşamına mal olmuştu. Belki de dört hocanın yaşamlarına... Koridorun parmaklıklarından sarkarak onları çağırdım. Kimseden yanıt gelmedi. Şaşkınlıkla içerilere doğru kaçtım, alçak sesle Koç'u, Boğa'yı, İkizler'i tekrarlıyordum, dünyanın sonu gelmesin diye. Villa bahçesinin geniş olmasına karşın hemen bahçe duvarına ulaşmıştım: sakat Ferrarotti bana her zaman geleceğimin orta mesafe mukavemet yarışlarında olduğunu söyler. Fakat o gece yüksek atlamada gösterdim kendimi. Bir çırpıda neredeyse iki metre yüksekliğindeki duvardan atladım; hendekten doğrulup her tarafıma saplanan şişe kırıntılarını temizlerken dumandan dolayı öksürmeye başlamıştım. Villadan yorgan pamuğu kalınlığında kara bir duman yükseliyordu. Antremanlı olmadığım halde iyi zamanlarımdaki gibi koştum; Rosetti'ye gelince dönüp arkama baktım: gök 25 Mayıs gecelerinde olduğu gibi ışıl ışıldı: ev yanıyordu. İşte görüyorsunuz, burçların sırasını şaşırmak nelere mal oluyor! Bunu düşünmek bile ağzımı kuruttu, dilim damağıma yapıştı. Köşede bir polis görerek geriledim, sonra da başkentin yüzkarası olan boş arsalardan birine girdim; inanın bana bir Arjantinli olarak acı duyuyordum, üstelik bir sürü it peşime takılmıştı, birinin havlaması hepsinin kulaklarımın dibinde bağırmaya başlamasına yetti; batıdaki bu balçık yatakları yayalar için güvenli olmadığı gibi herhangi bir güvenlik önleminden de yoksundur. Ansızın Charlone Sokağı'nda olduğumu görerek sakinleştim; bir mağazanın önünde kuyrukta bekleşen birkaç geri zekâlı: 'Koç, Boğa' diye bağırmaya ve ağza alınmayacak şeyler söylemeye başladılar; onlara bir yanıt vermeden yoluma devam ettim, inanmayacaksınız ama yalnızca o zaman burçları yüksek sesle tekrarlamakta olduğumu fark ettim. Yine kayboldum. Biliyorsunuz o mahallelerde kentçiliğin en temel ilkelerini bile bilmezler ve sokaklar gerçek bir labirenttir. Herhangi bir taşıta binmek de aklıma gelmedi; eve çöpçülerin dışarı çıktıkları saatte, ayakkabılarım lime lime olmuş bir halde geri döndüm. O sabah yorgunluktan hasta olmuştum, sanırım ateşim bile vardı. Kendimi yatağa attım ama burçları unutmamak için uyumamaya karar verdim.
"Öğlen saat on ikide gazetenin yazı işlerine ve Sağlık İşleri'ne hasta olduğumu bildirdim. Tam o sırada Brancato saç kremlerinin temsilcisi olan komşum içeri girdi ve çok kararlı davranarak beni makarna yemeye odasına götürdü. Onunla açık açık konuştum; ilk başta kendimi biraz daha iyi hissettim. Arkadaşım yol yordam bilir, bir şişe beyaz şarap açtı. Fakat daha fazla konuşacak durumda değildim, yemeğin sosunu hazmedemediğimi bahane ederek odama döndüm. Gün boyu hiç çıkmadım. Ancak keşiş olmadığım için ve bir gece önce olanlar kafamı kurcaladığı için ev sahibesinden bana Haberler gazetesini getirmesini istedim. Spor sayfasına göz bile atmadan cinayet haberleri bölümüne daldım ve yangının fotoğraflarını gördüm: Gece 12'yi 23 geçe Doktor Abenhaldun'un kır evi Villa Mazzini'de çok şiddetli bir yangın baş göstermişti. İtfaiye birliğinin övgüye değer müdahalesine karşın alevler binayı yutmuş, evin sahibi, linolyum yerine geçen maddelerin içalımında belli başlı pioneer'lerden biri olan, Suriye-Lübnan topluluğunun seçkin üyelerinden Doktor Abenhaldun da yangında yaşamını yitirmişti. Dehşet içinde kalmıştım. Yazdıklarına asla özen göstermeyen Baudizzone birkaç yanlış yapmıştı: örneğin dinsel törenden hiç söz etmemişti; o gece yönetmeliği okumak ve yetkileri yenilemek için toplanıldığını söylüyordu. Yangından biraz önce Halil, Yusuf ve İbrahim beyler villadan ayrılmışlardı. Bunlar gece on ikiye kadar merhumla dostça sohbet ettiklerini, merhumun günlerine son verecek ve batı bölgesinin geleneksel konutlarından birini küle dönüştürecek tragedyayı önceden sezmediği gibi her zamanki spirit'ini sergilediğini açıklamışlardı. Büyük yangının kaynağı henüz aydınlığa kavuşmamıştı.
"Çalışmaktan yılmam ama o günden sonra ne gazeteye ne de Sağlık İşlerine döndüm, moralim de çok bozuktu. Olaydan iki gün sonra çok nazik bir bey beni ziyaret etti ve Bucarelli Sokağı'ndaki deponun personelinin kantini için fırın silme küreği ve tel bez alımına olan katkılarım hakkında bana soru sordu; sonra konu değiştirerek yabancı topluluklardan söz etti ve özellikle de Suriye-Lübnan topluluğu üzerinde durdu. Yine geleceğinden söz ederek ayrıldı. Fakat geri gelmedi. Onun yerine bir yabancı köşeye yerleşti ve nereye gidersem gideyim büyük bir gizlilikle beni izliyor. Sizin polis ya da herhangi biri tarafından etkilenmeyecek biri olduğunuzu biliyorum. Kurtarın beni Don İsidro! Ümitsizlik içindeyim."
"Ben ne bir büyücüyüm ne de senin gibi oruç tutuyorum bilmece çözmek için. Fakat sana ufak bir yardımı çok görmeyeceğim. Yalnız bir şartım var. Söylediğim her şeyi yapacağına söz ver bana."
"Nasıl isterseniz Don İsidro."
"Güzel. Hemen başlayalım. Takvimdeki burçları sırasıyla say."
"Koç, Boğa, İkizler, Yengeç, Arslan, Başak, Terazi, Akrep, Yay, Oğlak, Kova, Balık."
"Çok güzel. Şimdi tersten söyle."
Ansızın bembeyaz olan Molinari'nin dili dolaştı:
"Çok, Ğabo..."
"Bırak zırvalamayı. Sana sırayı değiştir, burçları gelişigüzel söyle, diyorum."
"Sırayı mı değiştireyim? Beni anlamadınız mı Don İsidro? Olası değil bu..."
"Hadi canım. Birinciyi, sonuncuyu, sondan bir öncekini söyle."
Dehşet içinde kalan Molinari söyleneni yaptı. Sonra etrafına bakındı.
"Güzel. Şimdi artık bu saçmalıkları kafandan çıkardığına göre gazeteye dönebilirsin. Kaygılanmayı da bırak."
Dili tutulan, afallayan ve sersemleşen Molinari hapishaneden çıktı. Öteki dışarıda onu bekliyordu.
II
Bir hafta sonra Molinari cezaevine ikinci bir ziyaret yapmasının gerekli olduğunu kabul etti. Ancak, kendini beğenmişliğini ve zavallı saflığını ortaya çıkaran Parodi'yle yüz yüze gelmek onu rahatsız ediyordu. Onun gibi modern bir adam, fanatik birtakım yabancılar tarafından aldatılmasına izin versin ha! Kibar beyefendinin ziyaretleri daha sıklaşmış ve ürkütücü bir hal almıştı: Yalnızca Suriyeli Lübnanlılardan değil Lübnanlı Dürzilerden de söz ediyordu; sohbeti yeni konularla zenginleşmişti: örneğin 1813'te işkencenin ortadan kaldırılması, Polis Araştırma Şubesi tarafından son zamanlarda Bremen'den ithal edilen elektrikli üvendirenin yararları, vb...
Yağmurlu bir sabah Molinari, I. Humberto'nun köşesinden otobüse bindi. Palermo'da indiğinde gözlük yerine sarışın bir sakal kullanmaya başlayan yabancı da peşi sıra indi.
Parodi her zamanki coşkusuz ifadesiyle karşıladı onu; incelik göstererek Villa Mazzini olayına değinmedi, alışılagelmiş bir konudan, kâğıt oyunlarını çok iyi bilen bir kişinin neler yapabileceğinden söz etti. Koluna sakladığı özel mekanizma sayesinde ikinci bir maça ası çıkarırken başına sandalye yiyen Atmaca Gözlü Rivarola'nın unutulmaz kişiliğinden söz etti. Bu öyküyü tamamlamak için bir sandıktan üstü yağlı bir kâğıt destesi çıkardı, kâğıtları Molinari'ye karıştırttı ve onları masanın üstüne yüzleri alta gelecek biçimde dizmesini istedi:
''Büyücü olan siz küçük arkadaşım, bu gördüğünüz yaşlı adama kupa dörtlüsünü vereceksiniz," dedi ona.
Molinari kekeledi:
"Ben hiçbir zaman büyücü olduğumu iddia etmedim beyefendi... Biliyorsunuz ki o fanatiklerle tüm ilişkilerimi kestim."
"Kâğıtları kestin ve karıştırdın: Bana hemen kupa dörtlüsünü ver. Korkma, çekeceğin ilk kâğıt olacak."
Molinari titreyerek elini uzattı, herhangi bir kâğıdı alıp Parodi'ye verdi. Parodi kâğıda baktı ve:
"Aslansın," dedi. "Şimdi bana maça valesini vereceksin."
Molinari bir kâğıt daha çekerek Parodi'ye uzattı.
"Şimdi de sinek yedilisini."
Molinari ona bir kâğıt daha verdi.
"Bu iş seni yordu. Kupa papazı olan son kâğıdı senin için ben çekeceğim."
Fazla dikkat etmeden bir kâğıt çekti ve ilk üç kâğıdın yanına koydu. Daha sonra Molinari'den kâğıtları ters yüz etmesini istedi. Kupa papazı, sinek yedilisi, maça valesi ve kupa dörtlüsüydü kâğıtlar.
"Gözlerini o kadar çok açma," dedi Parodi. "Tüm bu birbirine benzeyen kâğıtların arasında birisi işaretli; senden ilk istediğim bana ilk verdiğin değil. Senden kupa dörtlüsünü istedim, bana maça valesini verdin; senden maça valesini istedim, bana sinek yedilisini verdin; senden sinek yedilisini istedim, bana kupa papazını verdin; yorgun olduğunu, dördüncü kâğıdı, kupa papazını kendim çekeceğimi söyledim. Üstünde bu küçük işaretler bulunan kupa dörtlüsünü çektim.
"Abenhaldun da aynı şeyi yaptı. Sana bir numaralı Dürzi'yi aramanı söyledi, sen ona iki numarayı getirdin; sana iki numarayı getirmeni söyledi, sen üç numarayı getirdin; sana üç numarayı getirmeni söyledi, sen dört numarayı getirdin; sana dört numarayı arayacağını söyledi ve bir numarayı getirdi. Bir numara çok yakın arkadaşı olan İbrahimdi. Abenhaldun pek çok kişi arasından onu tanıyabilirdi... Yabancılarla düşüp kalkanların başına böyle şeyler gelir işte. Sen kendin bana Dürzilerin içlerine kapalı insanlar olduklarını söyledin. Güzel söylüyordun, aralarında en kapalı olanı da topluluğun başı olan Abenhaldun'du. Diğerlerine bir Arjantinliyi küçük görmek yetiyordu: Abenhaldun onu gülünç duruma düşürmek istedi. Sana bir pazar günü gelmeni söyledi, oysa ayin günlerinin cuma günü olduğunu sen kendin söyledin; sinirlerinin bozuk olması için üç gün yalnızca çay ve Bristol takvimi verdi sana; üstelik seni kim bilir kaç metre de yürüttü; seni çarşaflar giyinmiş Dürzilerin töreninin içine attı, ve korku seni yeterince yanıltmıyormuş gibi bir de takvimdeki burçları uydurdu. Adamın canı eğlenmek istiyordu; İzzettin'in muhasebe defterlerini daha kontrol etmemişti (hiçbir zaman da edemeyecekti); sen içeri girdiğinde bu defterlerden söz ediyorlardı; sen öykülerden ve dizelerden söz ediyorlar sandın. Kim bilir ne dolaplar çevirmişti veznedar; kesin olan Abenhaldun'u öldürdüğü ve kimsenin defterleri görmemesi için tüm evi ateşe verdiği. Sizlerle vedalaştı, elinizi sıktı hiç yapmadığı bir şeydi bu, gitmiş olduğuna kesin gözüyle bakmanız için. Orada yakında bir yere saklandı, artık şakadan bıkan diğerlerinin gitmesini bekledi ve sen gözlerin bağlı değneğinle Abenhaldun'u ararken yazmanlığa geri geldi. Sen ihtiyarla geri döndüğünde ikisi de senin zavallı bir kör gibi yürümene güldüler, ikinci Dürzi'yi aramaya çıktın: Abenhaldun tekrar kendisini bulman ve hep aynı kişiyi getirerek boşuna dört kez gidip gelmen için seni izledi. İşte o sırada veznedar onu sırtından bıçakladı; sen attığı çığlığı duydun. Sen el yordamıyla odaya dönerken İzzettin defterleri ateşe verip kaçtı. Sonra da defterlerin yok oluşunu haklı göstermek için evi ateşe verdi."
Pujato, 27 Aralık 1941
İspanyolcadan Çeviren: Arzu Etensel İldem
H. Bustos Domecq*
Don İsidro Parodi'ye Altı Bilmece, H. Bustos Domecq, Metis Yayınları, 1993
H. Bustos Domecq* (* : Jorge Luis Borges ve Adolfo Bioy Casares)'ten 'Gökyüzündeki On İki Burç' adlı hikaye
http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=871
Ahmet Faruk Şengenç tarafından, 24/12/2001 tarihinde gönderildi.
Epigraf: Online Türkçe Edebiyat Arşivi | http://epigraf.fisek.com.tr
epigraf | Bir önceki eser: 21 Mart Dünya Şiir Günü Bildirisi - 2001 / Fazıl Hüsnü Dağlarca |
Bir sonraki eser: Yeni Metin Ekleme / Emre Sururi |