Epigraf, Uzak Ülke projesinin elemanıdır

Oğlan kıza dedi ki: 'Yapabileceğim bir şey var mı?' Yapabileceği milyonlarca şey vardı. Kız teşekkür etti, 'Hayır' dedi, acı çekti bunu derken. | Erhan Sümer

Estetik Milat,Tekno-İmaj Ve Resimli Ahmetler Tarihi / Nihat Ateş


Estetik Milat İçin Bir Panorama
Sovyetler Birliği ve reel sosyalizmin çöküşünü “yeni bir çağ” için “politik bir milat” olarak görenlerin aynı tarihi neden bir “estetik milat” olarak görmedikleri sorusunu düşünüyorum. Ama diyorum, sonra her zaman yaptığım gibi, durup soruyu doğru sorup sormadığımı kurcalamaya başlıyorum. Çünkü ben hâlâ doğru yanıtları alabilmenin ön koşulunun hayata doğru sorular sormaktan geçtiğini düşünüyorum. Soruyu tekrar sormaya başlıyorum: “Sovyetler Birliği ve reel sosyalizmin çözülüşünün ardından kapitalizmin geldiği yeni aşamada dünyayı yeniden şekillendirirken (YDD) politik milat kılıfının estetik yansımalarının nasıl olabileceği” sorusu daha doğru gibi geliyor bana. İkisi arasındaki fark mı? İkincisi egemen ideolojinin, kapitalizmin, hayatın hiçbir alanını boş bırakmayacağı ön bilgisini içeriyor da ondan. İlk sorunun boş bıraktığı yeri doldurduğu için de daha doğru bir soru gibi geliyor bana.

Dönemi “politik bir milat” olarak görenler için elbette dönem bir “estetik milat” olarak da görülecekti. Bu milattan önce ürün vermeye başlayan sanatçılar yeni düzene uymaya, uymayanlara gerekle yanıtlar verilmeye ve milattan sonra ürünler vermeye başlayanlar da öncesiz (daha sonra da “sonrasızlığa”açılan) bir estetik dünyasına uymaya çağrıldılar. Tabii beklene oldu ve çoğunluk her zaman olduğu gibi “güçlü” yerlerden yapılan bu çağrıya uydu. Artık dünyanın her yerinde “yeni politikalarının”, “yeni sanatını” estetik miladın sanatını yapmaya koyuldular.

Bütün sanat dalları –tabii şiir de- yeni düzenin ideolojisi, postmodernite gereği, parçalı bir dünya anlayışının da zorlamasıyla, etnisite, bölgesel, kendi içinde devinmiş bir tarihsellik anlayışıyla milliyetçilik (ama uluslar arası sermayeye eklemlenecek demokratik! Uçları açık bırakılarak) yeniden keşfedilirken, toplumların nesnel gelişim yasaları, evrensel bir tarih bilinci, ezen ve ezilin çelişkisi “modern bir söylem” olarak parçalanan insanlık tarihinin bölgeci çöp sepetlerine gönderiliyordu.

Şiirin tanıklığı görünenin ötesine geçemeden, olgusallığın sığlığında kalıyordu. Öncesiyle koparılmış ama sonrasıyla parçalı bir tarihsellikte dondurulmuş ve daha sonrasıyla da teknolojik ilerlemelerin iddialı küreselleşmesi olarak anlaşılan toplumsal ilişkileri ve toplumsal aklı kendi içine kapıyor, kaparken de olgusal sığlığa, bireysel sığlığa açıyordu. Sanatın bireysel zenginliklerden kaynaklandığı savı, sanatçının bir öncü, insanlık tarihini kişiliğinde somutlamış bir aydın, bilinci ve vicdanı insandan yana işleyen bir insan olduğunu kabul eden “modernite”nin bir görüşüydü. Burjuva sanatçının nesneyle ve teknolojiyle kurduğu ilişki de sığlaşıyordu. Sanatçı bir türlü vazgeçemediği erki, “toplumun önünde olmak” erkini korumaya çalışıyor ama öncüllerinin zenginliğini bu sığlığı ile yakalayamıyordu. Kendisi sığlaşırken, kendini yerini koyduğunu varsaydığı hayatı da sığlaştırıyordu.

Şiir “buluşa” indirgeniyordu. Amaç iyi bulunmuş bir başlangıç dizesi yakalayabilmekti. Sonra altı o dizeye göre doldurulurdu. Ama bu yol o kadar kısaydı ki; “hayat kısa sanat uzun”durun tersine “estetik milat” süreci yirmi yıllık bir zaman dilimi içinde, geldiği noktada çıkışsızlığını haykırmak zorunda kalıyordu.

Resimli Ahmetler Tarihi

Egemen olanı göstermek için “tipiklik” önemlidir. Tipik olan estetik miladın ve tekno-imaj sığlığında belirteçlerini barındırıyor görmesini bilen gözler için. Çoklar. Çok oldukları için de içlerinden bir tanesini alıp şöyle bir göz atmak yeterli oluyor.

Ahmet Erhan tipik olmayı yeni kitabı “ Resimli Ahmetler Tarihi”nde de sürdürüyor. Toplumu kendinde somutlayan öncü sanatçı görevi onun sığ iç dünyasını arabeskleşerek örtmeye, teknolojiyle kurduğu yine sığ ilişkide yansıyor.

Resimli Ahmetler Tarihi bu sürecin halkası olma özelliğinin dışında hiçbir ayırıcılık taşımıyor. Kendine ağlayan ama yine de (estetik milada çağrılanlardan biri olarak) birazcık “modernite”den kalma sezisiyle, kendine ağlamasını, toplumsal olanla özdeşleştirmeye çalışıyor, daha doğrusu örtmeye çalışıyor. Böyle bir içerik sanatçı sığlaştığı için sıvılaşıyor adeta ve şiir artık paçalardan akmaya başlıyor.Brecht”in benzetmesiyle aktaracak olursam: “Bay K., bir şiir kitabını okuduktan sonra şöyle dedi: ‘Eski Roma” da resmi görevler için adaylıklarını koyanların, Forum’ a çıktıklarında, rüşvet alamasınlar diye, cepli giysiler giymeleri yasaklanmıştı. Bence şairler de, paçalarından akarcasına şiir yazmamaları için, paçalı pantolonlar giymemeliler. (Bertolt Brecht, Bay Keuner’ in Öyküleri, s. 31, Mitos Yay, Çev: Ahmet Cemal) Estetik miladın şiirine ve şairine ne kadar da oturuyor.

Tekno-imaj şiirinin parçalığının ve buluşun altında yatan köksüzlük kitabın daha ilk şiirlerinde kendini gösteriyor. Parlak buluş “Sen benim tüylenmiş yerlerimin konuğusun” dur. (s.18) Tüy ve Buğu adlı şiirde. Başlangıç olarak buluş yapılmıştır. Artık altını doldurmak kolaydır! Böyle başlayan şiir kendini estetik miladın sürdürücüsü olma özelliğini sonraki dizelerde sığ ve sıvılaşan içselliğinden gelen bir toplumsal dolulukla örtmeye çalışıyor. Ama toplum ateştir. İçerikçe sıvılaşan şiir bu ateşle karşılaşınca buharlaşıyor. Belki de buğulaşıyor. Artık karar sizin. Yani Tüy ve Buğu, yamanmaya çalıştığı toplumsallıkla kendi ipini çekiyor. Köksüz buluş eriyor. Bakın nasıl: “ –İncesu pazarına yolun düştü mü hiç?/ Ne ilgisi var deme, sen o renklersin/ O damar damar domates, patlıcan moru/ Bağırtısı Kürt Halil’ in birdenbire patlayan.(s.18) Türkiye şiirinin temel özelliklerinden biridir, sevgiliyi, aşkını, halkla ve ya tanrıyla toplumlu özdeşleştirmek; “Sen mücadelemin içinde bir insansın sevgilim/ Seni seviyorum” diyordu örneğin Nâzım Hikmet. Ama estetik milada ve tekno-imaj devrine kadar süren bu içeriksel büyüklüğün kökenlerini aramak çok fazla gerekmiyor. Başta bu yana tanımlamaya çalıştığım şiirde olmayan bir şey var onlarda: Bu hakkla ve halkla özdeşleşmeyi gerçekten öyle dolu dolu ve yoğun duyumsadıkları için yazıyorlar. Ama bu dönemin şairi Ahmet Erhan aklınca modernitenin öne çıkardığı temalardan birini kırıp, parçayı bütünün yerine geçirmeye çalışıyor. Ama sırıtıyor ve arabeskleşiyor. Arabeskleşmesi tam da yıktığı şeyden kaynaklanıyor çünkü: Kökten yani insan- imaj şiirden.

Parçalanmışlık “Mohi” adlı şiirinde daha da beliriyor artık. “Mohikanlar gibi kaldık şu ekmeksiz dünyada”(s.20) yine parlak bir buluş olan bir ilk dize. Altını doldurmaya başlayacak şimdi. Mohikan sözcüğünün seçilmesi toplum içinde bir yalnızlığı imlemekten çok (çünkü dize çoğul –kaldık diyor) bütün kültürüyle yok edilmiş bir hakla kendi konumunu özdeşleştirme arzusundan kaynaklanıyor. Ve estetik-milat şiirinin tipik özelliği bir kez daha tekrarlanıyor: “Sanatçının bitmiş, sığlaşmış içsel durumunu toplumsal olanın derinliğiyle örtmeye çalışması.” Çünkü şiir aslında “kaldık” ile çoğul gösteren bir dizeyle başlamasına rağmen aslında kendisinin yalnız kaldığını, bütün derdinin bu olduğunu görüyoruz: “En çirkin sevgilime güzel bir şiir yazmak geçiyor”(s.20) ya da “Bugün içimden herkesle barışmak geçiyor.” Herkes ve kendisi... Kendini örtmeye çalıştığı toplumsallıkla yeni bir ayrıma va­rı­yor. Sürdüremiyor şiirsel ilişkisini çoğul olanla. Ama yenilgiyi kabul edip geri de çekilmiyor. Çekilemez çünkü çekilirsi kurduğu yapay kurgunun daha da önemlisi ideolojisinin çökeceğini iyi seziyor. Kim bilir belki de modernitenin kendisine kazandırdığı bir önseziyle yapıyor bunu. Bu kez de aklına gelen her imgeyi şiirine sokmaya karar veriyor: “(Mohi diye bir at var bugünkü yarışlarda/ Gelmez biliyorum, yine de oynasam..) (s.20) Aklına gelen ter imgeyi doldurmaya çalıştığı için şiir biçimsel olarak da çöküyor ve heyhat!! İstenen oluyor ve parçalanıyor. Ama parçalardan oluşmuş bir bütün bir yap-bozdur ancak. Ne kadar bütünü tamamlamaya çalışırsanız çalışın parçaların birbirine eklendiği yerde kırık çizgiler kalır. Parça bütünlenmez. Ahmet Erhan şiirini zoraki tutturulmuş çizgileri görülüyor.

Bu şiirden hemen sonra 22. sayfada “Göçebe Yürek” ve 24. sayfada “GSM” adlı şiirler geliyor. Tekno-imajın artık izlerinin görüldüğü değil ta kendisi olduğu, kendi karakterini ortaya koyduğu şiirler bunlar. Yine bir çelişki ama kendi yapay içselliğindeki gibi, yapay bir çelişki oluşturulmaya çalışılmış. Artık yerine oturması gerektiğini, çok gezdiğini anlatan “modern” bir bölümle başlayan şiir, “Oturmayı öğren, internet’te bir sayfa aç kendine’ Kurul artık/ Danimarkalı akranınla hasbıhal et (s.22) Bu kadar basit işte. Ya da baştan beri kul­lan­dı­ğım kavramla “sığ”mı demeliydim? Yüreğin “klasik” olarak “yorulması” imajı internette gezince bilgisayarının başında “sörf” yapınca dolayısıyla yüreği kalkıp bir yerlere gitmediği için “uslanacağı” yanılsaması içinde. Tekno-imaj özelliğinin yarattığı yanılsamayı görmemek olası mı? GSM” de aynı özellikleri saptamak olası. Tekrar olmaması için geçiyorum.

Estetik Milat Yaratmaya! Devam Ediyor

Şiirler böyle devam edip giderken kitabın da geliyoruz daha önce hiçbir yerde yayımlanmadığı ilan edilen “Türkiye Ayağa Kalk” adlı uzun şiirine.Dönemin bütün özelliklerini içinde toplayan “parçalı-bütün- şiir, bir tiyatro oyununun başlangıç sahnesi gibi hazırlanmış bir girişle başlıyor. Yani PERDE! Türkiye Ayağa Kalk! (Sanık Sandalyesi. Bomboş salonun nemli hüznü. Bir adam süpürgesiyle tarihin tozunu alıyor derin koridorlarda... Cumhuriyetim/ Dolu dolu gülümsüyor (s.69)) Türkiye’nin 12 Eylül”den bu yana geçirdiği bütün her şey ahlatılmaya çalışılmış. Eğer saydığım özellikleri kendinde toplamayan bir şair olsaydı Ahmet Erhan, beni gerçekten heyecanlandıracak bir şiir olurdu bu. Ama gördüm ki estetik miladın bütün özellikleri burada da sürüyor. Uluslararası sermayeye açık (demokratik!) bir Türkiye özlemi aslında egemenlerin Türkiye’si. Yanılgı genel aslında. “Çağdaş Türkiye” isteyenler, Avrupa ile entegre olmuş, “batı demokrasilerinin” bütün kurumlarıyla işlediği, küresel bir dünyada ayrı kalmamış, Türkiye”nin emekçilerinin ve ezilenlerinin dışında herkesin mutlu yaşadığı bir Türkiye. Medya “demokrasisi”. Burada daha önce kullandığım başka bir kavramı kullanmam gerekiyor artık. “Medyatik Akıl”. Yönlendirilmiş bir akıldan söz ediyorum. Böyle bir aklın yazabildiği dizeler: “Türkiye, yurdum/ Gazeteler/ Boşuna mı çıkıyor” (s.77) oluyor . Bu dizelerden artık sığlığın kaçabilceği hiçbir yer kalmıyor. Tipiklik sürüyor. Bunun bir ayağının “sermaye kontrollü” bir milliyetçilik olduğunu yazının hemen başında saptamıştım. Yerel olanı devrimci özden koparıp, burjuva “mozaik” anlayışına eklemleyen bir Türkiye tasarımı, belki de liberal solun önümüzdeki on yıl içinde yaşayacağı en büyük yıkım olacak.

Bu uzun şiirde de eklemlendiği dönemin gereği içeriksizliğini toplumsal olanın doluluğuyla örtme çabasını görmek mümkün. Sözü fazla uzatmaya gerek yok aslında: “Ahmet Erhan”ın umudu yeniden Atatürk İlke ve İnkılapları doğrultusunda kurulacak bir Türkiye de. İçimden vah vah demekten başka bir şey gelmiyor.

Sonuç

Estetik Milat’ın acı sonunu gösteriyor Ahmet Erhan’ ın şiiri. Yoksullaşmış bir içsellikle, tamamlanmaya çalışılan toplumsallık şairi parlak buluşlar yapmaya zorluyor. Çıkışsız dilsiz kalan burjuva şiirinin çırpınışları. Ama buluş parçaladığı yerde kaldığı için “parlak” olamıyor. Sürekli kendi sığ içselliğiyle uğraşan burjuva edebiyatının kaçacağı son durak oluyor Resimli Ahmetler Tarihi, Bu içsellik kendini açsa açsa arabeske ve argoya açar. (İkile! diyor örneğin) Ahmet Erhan” da paçalardan akan yüzeysel duyarlılığı ile ancak arabeske kadar açılabiliyor. Toplumla buluştuğu yerde orası oluyor.

Nihat Ateş


Nihat Ateş'ten Düşünceler
http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=866
Fatih Nanelidere tarafından, 15/12/2001 tarihinde gönderildi.
Epigraf: Online Türkçe Edebiyat Arşivi | http://epigraf.fisek.com.tr