Bunaltı / Demir Özlü
BUNALTI
Vedat Seviğ'e
İnsan bir bunaltıdır.
J.-P. Sartre
Bütün gün beni, bu kâğıtların başında oturmaya iten yalnızlığımı düşündükçe acımın artmasını istiyorum. Bu büyük, kalabalık şehirde hiçbir teselli yok benim için. Acım, çok önceleri, başka sokakların, başka pencerelerin, yatak odalarının, bütün o anlamsız eşyanın bulunduğu ortamda çok daha büyüktü. Şimdi başka bir yerdeyim: bilememenin ortasında; içimi büsbütün öldürmüş olan acıyı bile duymuyorum. Bu en korkuncu. Bir dal tutkuyla sonuna kadar gerildi, ama kırıldı artık. Yerinde sessizlik var. Hareketsizlik var. Ölüm ufka kadar uzuyor. Eşya korkunç varlığını arada bir küllenmiş ateşinden başını kaldırıp gösteriyor. Üzülüyorum, üzülmenin de anlamsızlığını bilerek. Durmadan gizlediğim varlığım, keşke yeni acılar içinde çırpınsaydı. Ne yazık, acı beni bırakmış gitmiş.
Her gün bu kâğıtların basında oturup yazıyorum. Kendini bildi bileli yaşamaktan kaçan varlığım bir serüvenin uyartısını duyar duymaz nasıl da yana sıçramıştı. Sonra usul usul yaşayana sokuldum, başka bir yol yoktu benim için.Yalnızlıkta azar azar kazandığımı hovardaca harcamak için ne elverişli pazardı orası. Sonra sevincim büyüdü, büyüdü artık yaşıyorum sanıyordum ardından acım ve çırpınma nöbetlerim geldi. Şimdiyse hiçbirisi yok artık. Gene de iyi günler onlar, yaşarken kötü günler geçirdiğimi sanıyordum. Ama anlamaya başladım artık; iyi günler onlar, yalnızlığı da, acıyı da fazlasıyla duymuştum.
Şimdi artık iyi günlermiş diyorum. Ah, bütün bir ömür boyu kaygısız, başıboş yaşamak. Süre geçiciliğini duyuruyor, içimde sinsi bir acıyı, hayal kırıklığını emziriyor. Bırakmalı bunu; süre geçiciliğinin öğrenilmesiyle verdiği acıyı, hüzünden bir perde halinde yaşama üzerine çeksin, konuşmaların arasına katılan o bitmeyen susuşu bıraksın kişide, akşamları eve dönüldüğü saatlerde çıldırasıya yazmak isteğini uyandırsın. Yazmakla geçen zaman, ölümün uzaklaştığı zaman o.
Nerden de anıyorum? Bir gün bir lokantada yemek yerken, lokantanın kâğıt peçetesine yazmaya başlamıştım, kâğıdım yoktu çünkü. Üzerinde Dandrino yazılı peçete, onu da bulmasaydım çıldıracaktım, kendimi insanların ve sokakların en bilinmedik yerlerine atacaktım. Şimdi o lokanta kapandı artık, yazıların yazıldığı lokanta. Uzun bir zaman geçmiş, müşterisi masrafı kurtarmadığı için kapandı. Hiçbirşey beklemeden sürüklendiğim zamanlardı onlar, yalnız durmadan ellerimizden kayıp giden o anlamın içine yerleşmeye çalışıyordum, sürüklenip geçirilen zamanlar, başka ne yapılabilirdi ki?
Beyoğlu'nun bütün o sokaklarında, sonra Tarlabaşı caddesinde, ara sokaklarda ne kadar çok şey var yalnız insan için. Erkekler beyaz gömlekleriyle, arkası basık ayakkaplarıyla oturuyorlar, dükkânlar akşam üzerleri çok kalabalık oluyor. İngiliz sarayının yanındaki sokakta nasıl eski bir hüzün buluyorum; ama gene de sıkıcı, tek düzen değil. Köşeyi dönünce otomobiller insanın üzerine geliyor. İstiklâl Caddesi'nin susan, bekleyen kalabalığı, hüznü ne kadar çok sevdiğimi bana anlatıyor.
Hikâyeye nasıl başlayacağımı bilemiyorum, hikâye yazmak, bütün olup biteni anlatmakla hiçbirşeyi söylemiş olmam ki. Hem elimden gelmez bu. Çok başka çeşit anlatmalıyım, yaşamaya sabırsızlıkla atıldığım zamanla, herşeyi yitirip, bıktığım zaman arasındaki büyük farkı. Olayları birer birer sıralamak sıkıntı veriyor bana, hem olay da nedir ki? Önemli olan bizim iç yaşamamızdır, bu sürüp duran acıdır. Varlığımın, kopmuş, aşırılığa sürüklenmiş varlığımın bu çoktan ölü töreler arasındaki serüveni bu, kendim için ayrı bir yaşama kurmaya çalışmıştım, hepsi o kadar.
Yalnızlıktan kurtulmak için yaşamaya atılmıştım. Yıllarca bu yalnız çocukluk; kendi içime hapsettiğim duyguları açığa vurmuştum, herkese paylaştırmayı düşünmüştüm. Yalnızlığım içinde, bütün kazandığımı sandığım bilgiye ve değere karşılık, bir hiç sayıyordum kendimi. İçimdeki o uzayıp duran boşluğu, sokaklarla, insanlarla, dışımda olan varlıklarla dolduracaktım. Ah, sevdiklerim için bir saraydı orası, orasını bir cennet yapacaktım, çevremde uyandıracağım hayranlık, sadece o bile yetecekti belki. Kuralları, görenekleri tanımıyarak, kendime iyice bağlanmak istiyordum, böylece kazanacaktım dünyanın önüme serdiği hazineleri; oysa şimdi varlığın bunaltısından kurtulamadım daha. Hâlâ, bu tutkular içinde, niçin dünyaya geldim diyorum, ben kimim? Ne oluyorum? Bu acıyı çekip durmak için mi? Kendimi kurtarmak için hepsini anlatmalıyım.
Şehre yeni gelmiştim daha. Yaz tatilini geçirmek için ne güzel yerdi orası. Sessiz sokaklar alabildiğine uzuyordu, kırlara kadar açılıyordu bir uçları. Oralarda günlerce dolaşabilirdim diyordum. Her sokak ayrı ayrı günlerimi alabilir; sonra uçlarının artık yeşil, otlu kırlara açıldığı yerde bitkisel bir koku dolduruyordu ortalığı. Tedirginliklerin azalmayıp arttığı süre için ne umulmaz bir yer.
Ayhan'ların evi şehrin en güzel eviydi belki, büyük şehre giren cadde üzerindeki son evlerden biri. Kalkıp onu görmeye gittiğim günü düşünüyorum. Ne çılgınlık! Öteye, pencerenin önüne oturmuştu. Ne kadar büyümüş, güzelleşmiş diye düşündüm. Burda işte, pencerenin önünde. Koridoru geçmiştim, aydınlıktı içerki oda, dışarda pencerenin önünde akşam oluyordu. Yakında büyük bir kalabalık yukardan doğru sökün eder, beyaz, bembeyaz, toz içinde, yer yer çamura bulanmış gövdeleri, şehrin gençleri top sahasından dönerler. Bağrışmalarını duyacaktık. Orda pencereye yakın, düşler içinde oturup duruyor. Oysa eskilerde eskiden buraya kışın gelirdim, beraber bazı geceler kayakçıların; dönüşünü beklerdik, ceketleriyle, güzel cırcırlı ceketleriyle iner gelirlerdi yamaçtan doğru.
Yollar karlarla kaplı olurdu, araba tekerleklerinin geniş izlerini hatırlıyorum. Onu sevmemeye çalışıyordum. Uzun aylarımı dolduran şehirde değildi o, şehire ailesiyle kalkıp pek gelmezdi. Benim şehirdeki hayatım bilinmez bir serüven gibi geliyordu ona; oysa burda kalıp ömür boyu sessiz yaşamak isterdim, günlerimi dolduran tedirginlikler bitsin burda, doğaya karışayım, ondan bir parça olayım, anlatırdım da bunları ona. Bazı şeyleri anlayan bir duyarlığı vardı. Ama şimdi anlıyorum ki kendimi gene de dar kalıplara sokmaya çalışmıştım. Yalnızlıkta geçen sürede bitmeyecek bir enginlik kazandığımı, ruhumun yükselip gelişerek artık kimsenin bulunmadığı bir yerde, uzakta da mutlu olabileceğini sanıyordum. Düşlerin büyük ülkesinden sıyrılıp, küçük yaşamalara ihtiyaç duymak, varlığını onların eline teslim etmeye mecbur olmak, ne kötü talih.
İlk gençliğimi dolduran iç-savaşlarımı unutamıyorum hiç. Durmadan kendi kendimle savaşırdım; kararsızlık içinde varlığımı ordan oraya atardım. Ayhan'a kitaplar, çocukluk günlerimi düş içinde geçirmeye yardım, etmiş kitaplar götürürdüm; onun da benim duyduklarımı duymasını, aynı hayalleri kurmasını isterdim. Yaşanan dünyadan ve insanlardan durmaksızın bir kaçış. Fakat küçük şehirdeki yaşamamda insanlar arasına sokulmaya kalkmıştım artık. Geçen zaman içimde karşı duyduğum sevgiyi büyütmekten başka bir işe yaramamış.
Gündüzleri küçük evimizin önüne çıkıp karları küreledim, kışın geldiğimde. Ellerim kıpkırmızı, buz keserdi. «Kolay gelsin» derlerdi yoldan geçenler, bazan şapkalarını çıkarırlardı. O zaman bir sürü kırlangıç havalanırdı çitin kenarından. Gelecek, kendim için büyük bir gelecek düşünmemeye karar vermiştim. Bütün tedirginliğimin düşçülüğümden geldiğini sanıyordum, geçen zamanla düşlerimin gerçeğe uymadığını görüyordum çünkü. Yalnızlık sürüp duruyordu. İçimde çok tuhaf görüntüler biriktirerek. Akşamları evde pencerenin önüne oturur, kırmızı kaplı bir deftere bir şeyler yazardım. Yazdığını zamanlar herkesden ayrıldığımı, gizli ve ayıp sayılacak bir iş yaptığımı sanıyor, kilitliyordum odamın kapısını. Dört duvar arasında herşeye karşılık, yüceldiğimi, kimsenin benim sevgili bir-iki yazarımın dışında erişemiyeceği bir yerlere yükseldiğimi sanıyordum. Sonraları titreme nöbetleriyle de geldi bu duygular bana, ardarda hergün deftere bir şeyler yazıyordum. Daha birçok yazarı tanımadığımı, sonra çok genç olduğumu düşünüyordum. Bu yandan bakılınca yazılarım bir değer taşımazdı. Ama beni odama kapanıp, kapıyı kilitlemeye sürükleyen tanrısal güç, bütün umudum ondaydı işte. Ama dışarıya, güneşin altına çıkınca kalmıyordu bu duygu. Orda yalnızlıkta kazandığımı sandıklarım hemen dağılıp gidiyordu. O zaman yukarıya tepelere çıkıyor, büyük ağaçların altında düşünmeye ve kendi kendimi aşmaya bırakıyordum kendimi. Ah, o zaman yazdıklarımı Ayhan okusaydı. Gizlice eline geçseydi de onlar. Kimbilir ne düşünürdü. Benden nefret mi ederdi?
Ayhan'ı haftada bir gün görüyordum. Burda, sessizlikte, insanların arasında mutluydum. Köy yollarına doğru yürürdüm, karanlık uçuşurdu çevremde. Ama şimdi anlıyorum; mutlu günlerdi onlar. Kırlarda, açık gökyüzüyle, serin rüzgârlı havayla dolu. Ortalık sakin olurdu. Bağlamışım kendimi, gizliden gizliye. Bilmeden, ince, sağlam bağlarla, ondan ayrılırsam, mutsuz olurdum, çok kötü olurdum; yalnız odamda günlerce oturup kaldığım vakitlerde geliyordu bu duygu bana. Onun orda, şehrin dışına doğru olan evlerin birinde olduğunu, orda oturduğunu, arasıra da beni düşündüğünü bilmek, yetiyordu bu benim için, daha fazlasını istemiyordum.
Gün geçtikçe onu düşünmem artıyordu. Beni yaşamaya sürüklemiş sabırsızlıklarımın içinde bilemezdim sonunu. Aldanıyor muydum? Düşündüğüm yoktu böyle şeyleri. Bir toplum varmış, olur olmaz her düşünceye izin vermezmiş, umurumda değildi bu. Gene de umurumda değil, aradan yıllar geçti, bir çok şeyleri öğrendim, gene de aldırmıyorum törelere. Biz ölü bir doğanın ortasındayız, ölü bir doğayla çevrilmiş bir kaç insan, içtenliği, doğal yaşamayı bir yana bırakıp kendimiz için menfaatler, töreler yaratıyoruz. Nemize gerek böyle şeyler! Biz önce kendimizi kazanmayı, kendimize karşı içten olmayı bilmeliyiz; sonra hiçliğin bizi beklediğini bilerek bırakmalıyız bu sahte, içleri boş kalıpları.
Güzel günler ardarda geliyordu, karlarda gezmelerle, koşmalarla, oyunlar uydurmakla dolu. Güneş hep aydınlıktı. Akşamları herkesin toplandığı. gazinoya gidiyordum. Şehirden uzaktım. Gelecekten çok, içinde yaşadığım duygular ilgilendiriyordu beni, her gün, sevgi duygumun bilmediğim bir yanını bularak mutlu oluyordum. İçimden akıp giden suların orda durmadan bir gün çöküp yıkılmak üzere bir şeyleri aşındırdığını bilmeli miydim?
Ama nasıl başlıyordu o unutulmaz hastalık! Kendimi bütün bütüne açsam, içimin bütün kinini döksem ortaya. Herşeyi bütün ayrıntılarına kadar anlatmalı mıyım? Ama sonunda, geçenleri unutmak yeni bir yaşamaya atılmak için savaşmıştım. Savaş içindeki çılgınlıklarım olayları silip götürmüş belleğimden. Şimdi burda, artık içimde yeni hiçbir belirtinin olmadığı yerde, mahpus muyum? Neyin tutsağıyım bilmiyorum. Şimdi hepsi uzak, eskimiş plâklar üzerindeki izler gibi aşınmış görünüyor. Çılgınlıklarıma bir sebep bulmak için uğraştığım saatler... artık hepsi geçip gitti, sakinim, oldukça güvenliyim; ama silindim artık, isyanım sanki tükenip bitti, hayır, ölmüyorum, yalnız yaşamaya karşı duyduğum sabırsızlıktan yorgun düştüm, o kadar.
Sonra şehre gelip yerleşti Ayhan ailesiyle. Yitirme korkusuyla iki uzun yıl geçti, bu iki uzun yılda biz birbirimizin olmaya çalıştık, şehirde yaşanacak ne varsa birlikte yaşamaya çalıştık, sonra zaman geçti, ayrılma çanı çaldı, önce bunu duymak istemedim, ailesi alıp onu törelerin içine sürükledi, bense gene yalnız kalmayı seçtim, içimi kaplayan acıyı dindirmek için. Şimdi anlıyorum ki bu toplumun dışında kalmışım. Bundan pişmanlık duymuyorum, seviniyorum üstelik. Kendimi kendim kuracağım, inançsızlığın, boşluğun ortasında olsam da, geçmiş bir inanca sarılmadan.
28 Şubat
Camın gerisinde oturdum, gidişini düşündüm. Yoldan tek-tük insanlar geçti, daha çok ihtiyarlar bu saatte. Odamda güneş pencereden uzaklaşmıştır, akşam olunca daha üzüntülü, daha yetersiz bir vakit. Ne yapacağım? Çıksam şimdi sokaklara kötü bir kalabalık; habersiz boydan boya habersizlik. Burda camın gerisinde oturmak en iyisi; karşıda bahçenin ortasında bir çınar ağacı, alçak duvarlı bir bahçe görünüyor. Tahta bir yapı, kiremit rengine boyamışlar, duruk bir gökyüzü. Çıksam şimdi dışarı, ayaklarımın altında tozlu bir kaldırım, parke döşeli bir yer burası. Ama nereye gitmeli? Bu camın gerisinde oturmak en iyisi, gidecek yer yok, her yer donuk bir beyazlıkta. Hep geriye ittim düşüncelerimi, bilinç altına, hiç düşünmek istemedim. Burda «susalım» dedim. Söylersem çok üzücü şeyler söyleyeceğim. «Peki..» diyordu. Bu pastahane camının gerisine oturmuştuk.
Ama şimdi onu anmak için oturmadım. Gidişini düşünüp üzülmüyorum. Yalnız yetersizlik duygusu: bu şehir kötü, benim bu şehirde işim yok, ötekiler gibi olamam ben, hepsini bitirdim artık. Hepsi bana yetersiz. Bunu ona da söyledim «Ötekiler gibi olamam ben» diye. «Ben hepsini bitirdim artık.» «Sen gidersen yapacağım bir şey yok.»
«Üzülmez misin?» dedi. Kendi değerini ölçüyor.
«Bilmem ki» dedim. «Üzülecek gibi değilim artık. Yalnız bu duygu. Vakitlerimi öldürürüm.»
Sırf vakit geçsin diye şimdiye kadar yaptıklarımı yeniden yaparım.
«Biliyorum, sana onlar yetmeyecek diyorsun. Gider Adnan'ı bulurum. Bütün gün o büyükçe pastahanede otururuz.»
Sonra Nişantaş'ta bir ev, düzgün, mermer merdivenli. Sonrasında bir şey yok. Kitap okurum belki. Ne kitap, ne bir şey. Bir yerlere gitsem değil mi? Nerde, gitmek de istemiyorum; sanki dünyanın bütün şehirlerini gördüm, her şehirde yaşamış kadar yorgunum.
«İçki mi? İçmiyorum, içkiyi de bitirdim ben.»
«Artık içince üzülüyorum.»
Bırakmalı bunları. Gitti o. Sonrasını bilmiyorum. Büyük bir boşluğa düşmedim, düşlerim karmakarışık olmadı, keşke olsaydı diyorum şimdi. O zaman gidişiyle yitirilen anlamı kazanmaya alışırdım; yeni baştan, her şeye yeni baştan başlardım.; ama şimdi hiçbirşeye başlayamam; kiremit renkli yapıyı göreceğim, akşam olunca gidip yatacağım. Sonra sabah, kitap dolabına güneş vurmuştur, akşamdan kalma esvaplarım koltuğun üzerine atılmış, kalkıp düzeltmeli. Sonrası var mı? Hep aynı mı böyle? Bir örnek: kazanılacak bir şey yok, yitirilmiş bir şey yok.
O vakit, onun gidişiyle yitirilen anlamı yeniden kazanmaya çalışırdım. Yorgun bir geceden sonra eve döndüm gene. Dairenin girişinde loş bir sıcaklıkla burun buruna geldim. Uykum gelmiş. Büyük gün. Yeni bir gün yarın, yeni bir gün ışığı, bir yeni kararsızlık, seçmelerimi yeniden yapabilirim. Seçmek, bir şeyler yapmak isteyecek miyim o vakit. Aydınlık, tozlu caddeye çıkacağım. Yüksek binalar, hafif kurşuni yüzleri. Talimhane'de akşam başlamış. Soğuk, güzel bir bahçe. Dışarısını düşündükçe tozlu bir cadde düşünürüm. Burası, aydınlık, belirli: kitap dolabı, lâmbanın ışığı, kâğıtlar, her şey belirli, tozsuz. (Neden düşündükçe hep binaları, caddeyi, tozlu belirsiz görüyorum? Benim yaşamamda hiç konu yok mu? Geleceği düşündükçe parke döşeli bir yol, düz yüzlü binalar, ıslanmış, geniş pastahane camları düşünürdüm.)
Gidişinden bu yana ilk kahveyi içiyorum. Garson getirdi, tablayı itti önümden. Talimhane'de oturduğumuz zamanlar, ne kalabalık akşamlardı onlar. Kırmızılı, mavili balonlar asılıdır sanki gökyüzünde. Bir bayram sevinci, akşamüstünün alacakaranlığında bir parıltı, bir duyumsuzluk.
Top oyunuyla bitmiş bir akşam mı? Bilmem ki şimdi; anmak istesem hep birbirine karıştırırım. Bir kalabalık, bir parıltılı akşam düşüncesi düşer aklıma. Sonra nasıl sessizce çekip gitmişti ama. «Hiç ummazdım» diyemiyorum. Korkak bilincim insanlara karşı kuşkuluydu eskiden beri. Asmalımesçit'in oralarda asılı, sakin bir gök vardır, binalar bütün Fransız biçimleriyle dururlar, yeşil pancurları sallanır durur. O gittiği vakit orası gene eskisi gibiydi, ama değişen ne var diye sormadan edemiyorum kendime. Eski burası. Her yer eski, değişmiyor. Yıllar eşyayı bitirmiyor, ama biz bitiyoruz, günden güne değişip ölüme doğru gidiyoruz, içimizdeki ses hep birşeyler söyleyip duruyor.
Sessizce çekip gitmişti. Hiç ummazdım diyemiyorum, umardım diyemiyorum, bir şey diyemiyorum bu konuda. Sessizce merdivenlerinden çıkılan loş bir ev düşüncesi doldurmuş aklıma; sinirli, hırçın bir baba, iyi kalpli, dert ortağı bir anne hatırlıyorum. Bütün bunlar benim gerçeğime aykırıydı, hiçbir vakit insanların çıkar bağlarıyla karışan dostluklarını düşünmemiştim.
Evimiz olursa bizimki gibi olmasın, demişti galiba bir gün. Şehir dışında karlarla örtülü bir ev gelmişti aklıma. Şehrin sokakları yağmurla ıslaktı, uzaktaki eve hangi yollardan geçilip gidileceğini düşünmemiştim o vakit. Yalnız, uzakta, bir ev. Karları nerden düşündüm bilmiyorum. Ona anlattığımda gülmüştü. Sıcak bir salon, güzel, her vakit oturulacak bir yer orası. «Bir evimiz olsaydı» dedim.
«Uzakta bir ev mi?»
«Karlarla örtülü bir ev mi?»
O vakit herşey düzelecek miydi? Herşeyi yetersiz görmekten kurtulacak mıydım?
6 Mart
İçimi acılarla kıvrandıran bu soruları çözümlesem bir. Eşyanın özünü hiçbir zaman anlıyamadım, kendimce yorumlıyamadım. Bilmemek korku veriyor; geçmiş günleri düşündükçe içimi bir korku titretiyor; korkuyla sürdürüp duruyorum bu yaşamayı. İçimi saran korku davranışlarıma yayılıyor, iyice belirli oluyor. Bir kapıyı açıp girerken, bir yere otururken, bir insana bakarken önliyemiyorum bunu. Korku başını alıp büyüyor, arasıra anlaşılmaz hastalıklarla üzerime çullanıyor. Titreme ve sinir nöbetleri geçiriyorum. Korkunun beni sürüklediği bayağılıkları birer birer anlıyorum artık. Yalnızlıkta, ölümün, bilinmiyen birisi olarak kalmanın korkusu öldürüyor beni. Kaçıp isyan etmek; mutlaka bir isyan bulmalıyım.
Anlıyorum ki insanoğlu şimdiye kadar çözümlendiğinden farklıdır. İnsanoğlu büyük bir bataklıktır, herşey onda kaybolur, çıkmamak üzere dibe gider. Eve döndüğüm vakitler bütün gün omuz omuza yaşadığım bayağılıkları düşünüyorum. Ama anlıyorum ki kendim de onlardan farklı değilim. Batağın içindeyim, durmadan daha da dibe saplanmaktan kendimi alamıyarak. Kaç geceler bunları söyliyerek sessizliğe ermeğe çalıştım, durdum.
Geçmiş için bir hikâye uydurmak, onu yıllar yılı saklayıp durmak. Bütün bu satırları yazmakla kendime en uygun olanı yapıyorum.
Suç bende değildi, üçgen biçimli bir odamız olmadığı için. Bağnazlık hep. Ben iyiyi seçmiştim, kendimi düşünmeden, iyiliğe atılmıştım. Sinirli bir baba, bu yaşayışı anlamıyan. Ailemi de yollamıştım hem. Ama babası geleceklerini duyar duymaz kaçmış, kardeşini mi kıskanıyorsun diyerek, vurmuş kapıyı, çekip gitmiş. Annesi ne demiştir o vakit. Sen üzülme, her şey düzelir mi demiştir; babanı ben razı ederim mi demiştir, bilmiyorum. Bana hiçbir şey söylemedi. Niçin babası böyle yapmıştı. Pencerenin önünden geçenler azaldı. Yıllarca, sinirli bir yaşama, anlamadan, bilmeden, insanları sevmeden, tanımadan onları, sürüp giden bir yaşama. Annesi bir cümleye takılıp kalmıştır. Hep toplumun önceden belirli düşünceleri, bir sürü aptal bilinç. Bu toplum sayısız aptal bilinçten kurulmuştur.
Oysa bu cahillikten çoktan bıkmıştım. Bu insanları zorla düşündürmeli. Ama nerde? Gazinoların, en lüks yerlerin, bütün bu cahil insanların toplandıkları yerlerin ardında bilgisizliğin, insanları tanımamanın, vahşice bir kötüye kullanma düşüncesinin yattığını biliyordum. Onları tanımanın tiksintisi. Herşeyi yetersiz bulmanın huzursuzluğu. Bu toplumla nasıl yaşarım ben? Herkesin beğenilerinin ötesine geçmişim bir kere. Onlardan ayrı bir yaşama. Burjuvaların yaşadıkları yerlere tiksintiyle bakıyorum. Gece gelecek artık, bu pastahaneden, bu camın gerisinden kalkıp gitmeli. Kendime verdiğim önem de boş; böyle çılgınlar gibi kendi kendini sevip durmanın ne yeri var. Tanrım, burjuvadan tiksinmek, beni kendimden de tiksinmeye mi götürüyor? Yalnız olduğumu bilerek, burjuvalar gibi dış görünüşlere sarılmadan, yalnız çağın içinde kahramanlık sayılanı seçerek, iyi olmaya çalışayım. Bütün burjuvaları aldatmak pahasına da olsa doğru bildiğim yolda yürümeliyim. Ama içime uyan değerliyi nerde bulacağım?
21 Mart
Uzun zaman onu düşünmedim. Günlerin geçtiğini duyuyordum. Gecelerle günler birbirine karışıyor. Yaşamamı çok başka yerlere sürükledim. Beyoğlu'nun başka yanlarına. Azalan acım günden güne beni rahata götürüyor. Yaşamamın bütün acı gerçeğini kabullenmeye hazırım. Gene de tamamen iyileşemedim; düşünerek kurduğum yaşamam için tam bir mutluluk umamam. Özentisiz, kendi çevresini kendi kurmaya çalışarak, durumunu kendisi saptayarak.
Onu sevmeye, kendimden ayırmamaya başladığım zamanı anmak istiyorum. Tuhaftır, bana yakın olanı pek de umursamak istemezdim. Sonraları uzun boylu düşündüm bunu, bana yakın olanı, beni sevmeye geleni umursamak istemeyişim nerden geliyordu? Yalnızlık, bırakılmışlık, eskiden beri yerleşmiş içime. Niçin yerleşmiş?
Son günlerden biriydi. Bahçe parmaklığının kenarında güneşli bir gündü o gün, söz vermiştim kendi kendime, sevmemek için, hazırlandım. Çok çalıştım. Günlerce evde oturup kendimi hazırladım. Ne güzeldi. Güneşi görüyordum, sonra su yollarını, ağaçları. Üzüntüsüz, bir şeyler akıyordu içimde.
Sonraları durmadan düşündüm. Artık her şey geçmişti. Şehirdeydim. Bana yakın olanı sevmemek istemem, kendimi sevmememden mi geliyordu? Bunu kabullenmek ne kadar korkunç! Bu, uzun zaman sarsıntısını yaşadığım küçüklük duygusunu kabul etmek olurdu. Ama sonradan yaşım ilerledikçe yenmiştim bunu. İlgilenmek istemeyişim, kaçışım hangi sebebe bağlanabilir? Ah, insanoğlu böyledir. Hiçbir insana güvenememek bizim kaderimiz. Kazanmak istediğimizi tamamen kazanınca beğenmemek, durmadan yenilerini kazanmayı düşünmek. Ben de kendime yakın olanı, ucuzcana kullanmaya bütün üzerine titremelere karşılık yol alıyordum, her insan gibi.
28 Mart
Günler bahara doğru gidiyor. Artık çok zaman geçti, hiçbir umut yok. Gelmemesine gitti bir kere o. Bütün dostlarımın bildiği, yemekleri çok sevilen bu lokantada onu nerden de anıyorum? Bütün bu satırları peçete yerine kullanılan kâğıtlara yazmasam deli olacağım. Bir yandan da, herşeye karşılık insanoğlu küçük ve cılız bir varlıktır, diyorum. Nasıl anıyorum, akşam yemeği yenen bu yerde? Bilmiyorum büyük, kalabalık bir şehrin ortasında burası zenginlikler yaşayan beyler, hanımefendiler için yapılmış bir yer mi? Bilmek bile istemiyorum. Ne olurdu? Şimdi pencere önünde tek ve büyükçe masadayım, hiçbir şeyi, içime en acıtıcı köklerini sarmış özentilerimi anlamanın verdiği, idrâkin de sınırlarını aşan yalnızlığı düşünmeseydim. O çok ayrıydı. O akşam yemeği, geçen aylarla, varlığımdan ne kadar çok şeyler sürüklemiş. Bana ne kalmış? Geriye ne kalmış? Korkunç bir kuşkuyu yaşıyorum. Korkuyorum. Şimdi oturduğum masadan, kenarında oturduğum pencereden bile emin değilim. Kimim? Neyim? Nerden geliyorum? Nerden gelip bu masaya oturuyorum? Pencerenin önünü seçmişim? Farkında bile değilim. Anlamıyorum, bu anda beni varlığımdan bile kuşkuya düşürecek ne çeşit bir güç olabilir? Bilmiyorum. Hafif şarkılarla başlamış. Hepsinin üstünde bu soru: Nasıl anıyorum? Hepsinin üstünde. Ne korkunç bir yalnızlıktı o; onu ellerimle, gören, görmeyi becerebilen gözlerimle nasıl da yitmeye bıraktım? İstemiyordu ama gidiyordu. Bilmiyorsunuz; şimdi bunları anlatmak hiçbirşeyi değiştirmiyor. Gece yarısı daktilomun başında, tavan arasındaki odada oturup uzun uzun yazdıklarımın çok şeyleri değiştirmesini isterdim. Çok şeyleri. Onlarla o insanüstü gücü kazanacağımı ummuştum. Yanılmışım. Şimdi artık hiçbirşeyi kimse değiştiremez. Yalnızlığım, yıkılmışlığım bile önemsiz. Caddelerle, kenar mahalle içki yerleriyle, geceleri sabaha kadar mavi kapılarını açık tutan kulüplerle bütün bir ömrü geçirmek mümkündür. Hepsinin üstünde ansızın anıyorum: saçları ne kadar güzeldi, beyaz ve solgun yüzü acımı arttırıyor. Ben şehrin kahvelerinde, lokantalarında yaşayan orta tabakadan insanı, birdenbire herşeyin üstünde anıyorum, son gecemiz miydi? Hangi elbiselerini giymişti? Evet hatırlıyorum, elbisesinin gri ve kahverengi yuvarlakları daha belleğimden silinmemiş, unutmamışım. Biliyorum. Bildiğim bir şeyler var benim de. Bu dar bir geçitmiş gibi uzanan lokantada akşam yemeklerini yemeğe gelmiş silik resimleriyle titreşen insanların herşeyi bilmesinin ne önemi var? Saçları ne kadar güzeldi; pırıl pırıl, inceydi. Bilmiyorlar. Herşeyi bağıra bağıra anlatmalıyım. Duymalılar. Ağlıyor muyum? Ağlamam bile önemsiz. «Bütün gün ölüyorum» demeliyim. Nasıl karşılayacaklardır? Yanılıyorum. Kimseler bilmemeli. Yıllarca sokakta, deniz kenarı meyhanelerinde yaşıyorum, anlamamalılar. Deniz kenarında zengin yalıları olanlar, o zamanki utangaç iyimserliğimi. Bilmiyorlar, ne kadar gizliyim. Nasıl önlerinden geçiyorum: Çok uzaklara onu yeniden bulmaya, ince, güzel saçlarını yeniden görmeye gidiyorum. Kilometrelerce uzakta. Yeni bir şehrin beni tedirgin eden karanlığı. Işıklar, elektrik ampulleri yanıyor. Bahçe parmaklıkları, bahçe içindeki evler önünden geçiyorum. Birden soruyorum: aylar sonra burdayım, bu yeni şehirdeyim, ayları, günleri sayarak bekleyip durduğum bu anı yaşamanın tedirginliği miydi? Yolda neler görüyorum? Nasıl da tedirginim? Uzağım? Nasıl uzağım? Nasıl uzakları yadırgıyorum? Akşam mı? Kendimi yeni davranışlara sürüklüyorum. Niçin sürüklenip gidiyorum? Kim beni yeni, yabancısı olduğum bir dünyaya götürdü. Hangi görünmez güç? En büyük acım bu: o bütün çocukluğunu yaşamamış. İlk gençliğini yaşamamış. Anmam bile kötü. Küçük kahverengiler ve iç içe girmiş griler. Bacakları ne kadar kalın, ne kadar yumuşaktı. Şimdi daracık, şarkıları duyulan bu akşam yemeği yenilen yerdeyim eskiden ağrılarla gelirdim, sıkılırdım sessiz sokakta, ıslak, ince kumaştan elbiseler giyerdim; sonra bilmiyorum nasıl başka, uzak bir şehirde gözyaşlarım kalmış.
Şimdi akşam. Burdayım. Yeryüzündeyim. Büyük şehirde, sessiz bir sokaktayım. Pencerenin dibindeyim. Sokaklar yağmurla ıslanmıştı ben gelmeden önce yağmur yağmış eskiden de sokaklarda yürümüştüm. Bildiğim yerler buraları, kapıyı açıp girmiştim. Sessizdi içerisi. Güzeldi. İyice biliyorum. Her akşamki gibi bir akşam bu. İşi hiç büyütmemiştim. Yemeğimi ısmarlamıştım; başkaları da gelmişti, beraberce yiyorduk yemeğimizi. Biliyorum, iyice sakındım, sanki tamamen unutmuştum; içimi yakan sıcaklığı silinmişti. Birden anıyorum: birden ince ve güzel saçları, kahverengi kareli, gri elbisesini anıyorum. Unutmamışım. Seviyor muydum? Sadece kendimi, hırçın üstünlük duygumu yenmek için mi seviyordum onu? Bu bayağı toplumda ne güçlü bir bağlantıydı o. Gerçeği yenmek mi istemiştim? Elbet düşününce herşeye bir sebeb bulunabilir. Düşünmeyi beni birdenbire sarsan anısı geçene dek sonraya bırakmalı. Uzaktaydı, başka bir şehirde, başka insanlara yakındı. Aydınlık pastahane camları önünden geçen görüntüsü beni hiç rahat bırakmamıştı. Gülüyordu, ürkek sevinçlerini ona hiç çok görmedim.
Gittiğimde, kahverengi noktalı, gri elbisesinin yabancısıydım. Bunu ona da söylemiştim. Hiçbirşeye sahip olamıyacağını bilen acım sonucu değiştirmiyor. Yaklaşmayın! Siz akşam yemeklerini yiyen mavi gözlü beyler, küçük hareketli, zarif kadınlar. Bu yabancılığa hiçbirşey karışmamalı. Erginlik çağındaki kızların, eve geç geldiklerinde, ana babalarına görünmeden çıktıkları odalarında, kimseler görmesin diye eski okul defterleri arasına sakladıkları yazılar yazacağım. Ne kadar aldanmışım. Toplumu bir yana atıp içimin sürüklenişlerine kapılmıştım. Uzaklaşış sonraları çok büyüdü. Yanılmışım. Duymadın. Kimselerin bu yabancılığı bilmesi gerekli değil. Kahverengi kareler, gri renkler. Yabancılığımı düzenli masalar, ürkek hanımlar, ardarda içilen içkiler gidermiyor. Anıyorum. Yüzünün unutamıyacağım görüntüsü nasıl da belleğimden silinmemiş!
17 Nisan
En korkuncu bu! Günlerdir onu yaşadığımı biliyorum, ne kadar unutmaya çalışsam da. Uykularımın ortasında sıçrayıp uyanıyorum. Göğsümü bastırıp duran, çevremde kara bir gölge gibi dolaşıp duran bilincimin ölü gözlü görüntüleri. Birden sıçrıyarak uyanıyorum, sanki varlığımın büyük bir parçası onunla beraber gitmiş. Yitirilen bir daha elde edilmeyecek. Yalnız burda oturup düşüneceğim. Artık hiçbir şey yitirmedim diyebilinceye kadar. Bir gün yorgun odama döndüğümde görüntüsünü bulmam mümkündür. Uzanmış yatıyor. Alkolden düşünecek halde değilim, bende sabit fikir haline geleceğinden korkuyorum.
Anı defterimde onun tuttuğu yere yeni sayfalar eklemek; bitmeyecek bu uğraşı. Ne zamana kadar sürecek? Şimdi kurtulmak için yazmaktan başka çare olmadığını anlıyorum.
Gece mi şimdi? Uyku saati mi? Hiçbirisi değil! Cama elimi uzatıyorum, varlığımın gücünü duymak için. Çıksam şimdi dışarı, bomboştur sokaklar. Şimdi sen gelmeden önceki eşyalar, koltuk, kitaplık, yorgun elbiseler, ütüsüz, öyle durup duruyorlar. Sen uzanmış yatıyorsun. Niye ki? Düşünüyorum, yağmurdan önceki zamanı, Tepebaşı'ndaki pastahanede yorgun musun? «Sevdaya dayanmak zor.» Sen mi böyle derdin? Sevdaya dayanmak zor diye. Niye başka şey söylemezdin de böyle derdin? Derdin derdin işte, niyesi var mı? Bütün bu yaşamamızın, aşkın, gecenin, sokakların, çeşitli ışıklarla başlayan sokakların ortasında; yaşadığımı duyar mıydım o vakit?, Nerde, anlamazdım. Anlasaydım olmaz mıydı? Varoluşumu, nedenimi, başlangıcına inerek ama bu insan acı çeksin diye mi yaratıldı. Senden önce başkası geldi bu boşluğun ortasına. Herşeye boyun eğmiyen bu isyan gereksiz mi büsbütün? Otururduk. Yaşamama nerden girmişti? Gerekli olan onunla yaşayabilmekti. Sonra gene gereksiz diye düşünürdüm, niye gerekli olmalı. Ama güzel, yaşamaya, onu anlamaya gitmek. Niçin onu bu kadar istemiştim? Aşkı niçin bu kadar istemiştim? Muhtaç mıydım? Sevilmeye mi muhtaçtım ben? (Küçükken hoş tutulmuş bir çocuk, o kadar sevilmiş, gizli tutulmuş sanki, sanki yeryüzünün bütün kötülüklerinden esirgenmiş, anlıyorum.)
Çocukluk hastalıkları gibi başlıyor bunaltı. Akşamları oturup yazılar yazıyorum; anlaşılması için. Bütün bu anlamsızlık anlaşılsın da, artık çok geç kalınmış olsa da daha iyi bir dünya kurulsun diye. Bütün bu çılgınlıkların sonunda hiçbirşey olmadığı, bu dünyada yaşamaya bile imkân olmadığı? Yalnızca yazmaya, durmadan yazmaya ihtiyacımız olduğu anlaşılsın artık. Öf, yazmaktan başka kurtuluş yoktur. İnsanoğlunun bayağılığını, her gün, yeniden, yüzüne vurmaktan başka. Yaşanıp da ne yapılacaktır, pastaha-nelere gidilecek, yollarda yürünecek, evlerde oturulacaktır; sonra, sonra kötü bir yaşamayı sürükleyip durmanın acısı. Bütün kentlilerin yaşaması böylece kendinin olmayan zamanlara bölünüp gitmekle rezil olmadı mı? Ölüm saati gelince, aptalca bütün hayatımız boyunca herşeyden kaçtığımızı, çılgınlar gibi uzaklaştığımızı göreceğiz. İnsanoğlu için ne acı an. İçten olmayan bir toplumda, öz isteklerinden kaçarak sürüklenip durmuş. Fırtına bütün gücüyle esmiştir. Yağmurla uzaklara sürüklenmiş ağaç kütüklerinden ne farkımız var bizim?
20 Nisan
Peki bizi sevenler nerde? Yitirdik mi onları? Zamanda solgun yüzleri, ince damarlı elleri, gövdeleri, bacakları, yürüyüşleri yittiler. Anlamıyorum, nasıl yittiler? Sevgiyle başlıyan bir sabah anıyorum. Ondan sonrası... Bir çokları, bir çok şeyleri anlatmak için hikâyeler uydururlar. Ben bilmiyorum, sen gelmeden öncesini, gelişini, kalışını, sonra gidişini bilmiyorum. Olayları, bütün araya giren oyunları ama nasıl bir güzellikle başlardı anmıyorum artık. Anlamaları için gidip gizlice oturuyorum, böyle kelimeleri ard arda söylüyorum. Anlamıyorlar; anlasınlar istiyorum. Yazarsam anlarlar mı diye düşünüyorum. (Uf, ne delilik) Yazarsam anlarlar mı? Anlamıyorlar. Bütün bunları anlatmak için olaylar uydurmak, ne züğürtlük. Bunları yazmak bile gereksiz. Ama belki düzelirim.
O vakit bekliyordum. Dakikaları, dakikaları bekliyordum. Geliyordu. Ama mutlaka emindim bundan geliyordu. Geldiği yolları bilirdim: bizim ordan, bizim eve yakın bir yerden. Sabırsızlanırdım. İçim içime sığmazdı. (Şimdi gitti o, yalnız anıyorum. Yalnızca bir insanı tanımış oldum, o kadar.)
Ama o mutlu günler, ıslak sokaklar, kalabalık. Kalabalığın arasında ona hiç rastladım mı? Çok eskiden rastladım, selâm vermemişti, çekinmişti. Çekindiğini belli etmeden. Ufak tefek birisi olsaydı çekindiği belli olurdu.
O günlerin çekingenliğini, üzüntüsünü anlatmak zor. Eve döndüğümde üzülürdüm. Kötü hayaller kurardım. Masanın başına oturur yazardım; yazmak eskiden beri alışkanlığımdı. Bütün kişiyi küçülten dünyaya karşı bir ayak direyiş. Her insan bunu duymuyor, ben duyuyorum, oturup yazıyorum. Büyük, karanlık, boş odalar düşünüyorum, uzaklardan gelen bazı insanlar doldurmuş. Onları nerde tanıdım? Belleğimin içi boş hayalleri. Onların hikâyesini anlatıp duruyorum. Onu kalabalıkların arasında düşünüyorum. Bazı şeyleri anıyorum.. Adnan'la Taksim durağında buluşmalarımızı, kalın kâğıtlı, açılmış kitaplan, daha başka şeyleri, sonra seni bekliyorum, geliyorsun. Sonbaharda Aslan sokağı ne kadar güzeldir. Sana bir çok şey anlatıyorum. Anlamış olsan da ne çıkar? İşin bir yanıyla ilgilisin Ne kadar gelir sahibi olabileceğimi düşünüyordun desem haksızlık olur biraz. Seviyordun, ne kadar sevilebileceğimi düşünürdün. Beni dışa karşı düşünürdün, başkalarına topluma karşı; oysa ben hiç bunlara göre değilim ki, ben başkayım, içime karşıyım, bazı değerlere göreyim, herkesler bunu bilmez ki; dıştan bakıp yargıya varırlar. Belki benim için ağır hükümler vermezler, ama gene de yanlış olur. Yanlış yargılar verirler. Yargıları kendilerine göre olsa da yanlıştır.
Ama ben de birçok şeyi bilmiyorum, birçokları için yanlış yargılar veriyorum. Böyle yaşamasalar, bütün bütün açık davransalar ya, dav-ranamıyacaklar, kendilerinden şüpheleri olsa da, olmasa da bu böyle, büsbütün açık davranamayacaklar. Yalnız ne var; alışmak gerek, o kadar üzerinde durmamak. Bazı şeyler kazanmaya bakmak onlardan. Ama ben onlardan hiçbirşey almak istemiyorum. Benim için gerekli değil kâr etmek.
Bütün bunları sana anlatıyorum, aldanıyorum, seni benim gibi sanıyorum. Değilsin. Maddeye dayanan bir toplumun insanısın, maddeye dayanan ahlâk mı olur? İyi niyet mi olur? Hoşgörürlük mü olur? Sen istemesen de onlardan birisin. Kötü de değilsin, iyisin, başka türlü iyisin, bunu sana nasıl anlatmalı? Çaresizsin, toplumun inançlarının kölesisin. Ben de kendimi bildiğimden beri onlara isyan ettim. Dünyanın eğlenceleri senden uzak. Niçin anlatıyorum bunları? Büsbütün anlattığım doğru değil, olayları anlatmıyorum çünkü. Konuşulmuş sözlerden hiçbirisi yok burda. Ama bağlantımızın acısını çekmiştim, senden kurtulmakla toplumdan kurtulmak istiyorum. Hiçbiri üzerime gelmesin, ne olursam olayım, mutlu olacağım.
Yanılmam yalnızlığı ayırıp bir yana koymamdan geliyor. Bıkılmış bir yalnızlık, kurtulmak istemiştim. Panayot'un meyhanesindeki günleri anıyorum. Büyük ağaçlara yakın bir pencere, çeşitli çılgınlıklar düşündürürdü. Bütün bu yalnızlığı güzel yapamamışım. Ama nasıl yapardım? Çocuk sayılırdım daha. Sessiz, gizli. Yalnızlığın üstüne çıkmak, onu aşmak istemiştim. Bağlantı isteğim bundan.
Artık anlıyorum, kişi için yalnızlıktan kurtuluş yok! Beraberliklerin, beraber olunduğu sanılan vakitlerin geçiciliğini öğrendim. Şimdi daha güvenliyim. Ama aşk o kadar güzel ki! Aldatıcı bir oyun. Islak kaldırımlarda ayaklarının hafif, aldatıcı oyunu. (Seni gördüğüm zaman dünya benim olsun isterdim.) Yalanı, aldatıcı hayalleri bir yana bırakmalı. Bırakmalı mı?
Bir şey yapmıyorum. Sen gittikten sonra hep Tepebaşı'ndaki o pastahane camının gerisinde oturuyorum, bir sürü hayal kuruyorum. Ama nasıl, ne iyiydin. Şimdi hiçbirşeyi düşünmek güzel şey. Sana mektup yazsaydım, sayfayı baştan sona hiçbirşey kelimesiyle dolduracaktım. Senden söz etmek bile gereksiz. Gittin, o kadar. Yalnız bir çizgi, eskimiş kâğıtlar masamın üstünde.
10 Mayıs
Anmamla birlik, unutmak istedim. Günlük durumlara, yürümelere, oturmalara, konuşmalara karşılık yeniden asla varılıyor: bomboş bir yerinde kalış sarıyor kişiyi. Epeydir bir şey yapmamış gibiyim. Kendimi hiç unutamadım. Yalnızım, içimde yarattığım insanla beraberim. Çok kere içimdeki insanı istediğim gibi yaptım. Ama bazan kendi başına öylesine büyüdü, güçlendi ki. Beni umutsuz ettiği zamanlar oldu. Kendimden nefret ettirdi. Unutamadım onu. Almış başını büyüyen iki başlı bir varlık. Bir üçüncü kişiye yönelen dikkatim onu da unutmak istiyor. Çaresizim, isteklerimi yapamadım, onu da unutmalıyım. Burda iyice yalnız olmalıyım, kendimi yeniden kazanmalıyım. Sonunda yaşamalarda kendimi denediğim vakit, yalnız yaşamamda kazandıklarım sonuçlan olumlu yapmaya yetsin.
Böyle söylerken ne kadar da yanılıyorum. Yaşamalarda, gerçekten yaşamalarda olumlu son yoktur. Kendinden, içindeki insandan kurtulunca kişi kime karşı sorumlu olur ki? Başarısının, başarısızlığının, iyiliğinin hesabını kime verir? Anlıyorum, başarı da, başarısızlık da, yalnız insana vergi. Çok defa yenemediğim bir sanı: başaramadığını sanarak üzülmek, içindeki hüznü büyümeğe bırakmak, hep onun üzülmeyi de, hüznü de sevmesi.
Duvarın dibinde yürürken andım onu: iyicildi. Anmakla birlik unutmak istedim. Uzun yıllardır olaysız, tek-düze yaşıyordum. Yaşamam içinde bir başka olaysızlıktı o. Olaysızlıktı derken yanıltıyorum herkesi. Benim de yaşamam türlü olaylarla doludur. Başkaları oldukça hareketli bulabilirler bu yaşamayı. Ben olaylara bırakmadım kendimi. Hep, yaşamaya daha iyice hazır değilim diye düşündüm. Olayların ağırlığını, sürükleyiciliğini duymadım yaşamam boyunca, onlara bırakmadım kendimi. En hareketli durumların ortasındayken bile gene ayırdım olaylardan, bir «ben» le sımsıkı yapışıktım. Hep bir benle konuşup durmuştum. Sormuştum ikide bir; şimdi ben neyim? ne oluyorum? aradığımı buldum mu? yaşamamı anlamlı yapabildim mi? ya ben, ya ben gerekli miyim?
Duvarın dibinde yürürken andım onu. Bizim eve yakın. Bahçelik, güzel bir yer. Andığım bir kadındı. Gene de anıyorum. Güniz'lerdeydik. Misafir odasında beklettiler beni. Bomboştu oda. Gelmeleri önemli değil. Tablaya uzandım. Sigara içtim. Yavaş yavaş düşündüm «onu yaşamamdan çıkarmalıyım» diye. Şimdi değil, ama, umutsuz dakikalarım çok oldu: iyice yenilmişim, çok istemişim olmamış, ne kadar üzgünüm, yılgınım, ne kadar bedbahtım. Birden bir düşünceye sıçramak mümkün benim için. Öyle sanıyorum. Her şeyden bir anda vazgeçemez miyim? istemeyi, o genç insanlara mahsus, anlamsızlığa, dünyanın onlara göre olmayan düzenine başkaldırmayı, bir anda, bir yana bırakamaz mıyım? Yaşamak anlamsızdır. Sevgiyle, iyilikle, bir şey olacak diye bekleyerek, titizlenerek, kötülükten korkarak büyüttüğüm umutlarımın bir anda yıkıldığını, bu kaçıncı görüşüm. Biliyorum artık, anlamsızlığa başımızı vura vura yaşayacağımızı. Çünkü ne olduğumuzu bilmiyoruz? niçin varolduk? durmadan, dinlenmeden bu anlamsızlığı yaşasın diye mi? niçin beni buna mahkûm ettiler. Mahkûm ettiler, anlıyorum. Ben de, bu dünyaya atılmaya, acıyı, üzüntüyü, anlamsız sevinci yaşamaya, ama gene de anlamlı olsun diye çalışmaya, diretmeye mahkûmmuşum. Atılmış, mahkûm edilmiş. Üzerine sıcak öğle güneşi vurmuş eşyalarla birliğim şimdi. Onlar kadar boşum, anlamsızım. Mademki bu böyledir, bir de istiyerek mi acı çekeyim? Kazanmaların yaşamama anlam katacağını düşünerek mi? Kaç defa denedim? Artık ilgisizliğe doğru gidiyorum. Bundan böyle yaşamam anlamsız bir serüven oluyor. Akılla kullanılan bir serüven. Yaşamaya sabırsızlık duyduğum zamanlara dönmek isterdim. Ama kimbilir daha kaç defa aldanacağım: umud ederek bağlanacağım?
Ama gene de soracağım kendime: kimim? ne yapıyorum? niçin yapıyorum?
13 Mayıs
Bu kâğıtlara yazmak istediklerimi yazıyorum; daha doğrusu yazmam gerekeni. Kendimi sorumlu tutuyorum. Çoğunluğun düşüncelerinden, isteklerinden çoktan koptum. Bir çocuk sayılırdım daha; yaşamalarından, günlerini dolduran bana yabancı sevinçten kaçalı çok oluyor. (Ah, onlar çok mutsuzdur, çok.) Çoğunluk gibi düşünmüyorum, isteklerim de bir değil, onlar gibi yaşamıyorum. Doğru olanı kendimce arıyorum. Düşündüklerimle onların düşündükleri arasında hiçbir ilinti yok artık. Düşünceleri nasıl menfaatlerine bağlıysa, yaşamaları da kendilerinin değil.
«Çoğunluğun diyeceğinden bize ne, mutlu Kriton? En akıllı insanlar, bu işin gerçekten böyle olup bittiğinden şüphe bile etmezler; biz de asıl onların ne diyeceğine bakmalıyız.»
27 Mayıs
Yeni insan da eskisi gibi kötü olursa, hepimiz ne kadar suçluyuz. Herkes birbirini aldatmamanın sorumluluğunu duymakla yeni bir düzene gidilebilir. Burjuva insanı bu sorumluluğu duymamış. Onun için bu kadar bayağı, hesaplı, birbirinin kuyusunu kazıyor. İçten olmanın, kendini, insanları aldatmamanın gerekliliğini duyan yeni insanlar, birbirlerine hesaplı olmayan kapılarını açabilirler; o zaman insanca bir dünya kurmak mümkün olur belki.
10 Haziran
Geçen günlerle onu unutuyorum. Kendimi düşünmeye de zaman ayırıyorum artık. Ardından gene büyük tedirginlikler gelebilir. Titreme nöbetleriyle yeniden sarsılabilirim. Ama güzel olanı yaşamak varken, kaçmamalıyım.
23 Haziran
Çocukken burjuva çocuklarının günlük sevinçlerine, inatçı, yarışçı oyunlarına, salt aşılanmayı düşünen (ailelerinden gelme bir içgüdüyle) ilgilerine karışmamakla ne kadar iyi etmişim. (Hepsi böyle değildi biliyorum, ama çoğunlukla böyleydiler.) Bir çeşit yaşamaktan kaçıştı benimkisi; yalnız dünyamda düşünceliydim. Şimdi anlıyorum ki, o vakitten başlıyarak, ötekilerin düşüncelerinden ayrılmakla çok iyi etmişim. Kendime özgü neyim varsa bu çeşit «yaşamaktan kaçış»la kazanmışım. Önceleri bu bana acı veriyordu.
Ama acının ne olduğunu bilmiyenler, büyük sevinci duyabilecekler mi? Öyle sanıyorum ki acıyla dolu bir yaşama, hiç düşünmeden geçmiş, kaygısız bir yaşamadan çok daha üstündür, hem daha da mutludur. Acının, üzüntünün ne olduğunu bilen için yaşamak ne güzeldir; acı bir başına nasıl güzeldir.
Acı çekmiş kişi «canlı yaşamaya» merhametle, veya alayla, yahut çok başka bir gözle bakabilir: bütün bu olayların nedeni ne diye. Acının ötesine geçerek, kendini aradan çıkarabilir. Başkalarının dünya başlarına yıkıldı sanarak telâşa kapılacakları olayları, sessizce karşılar. Çünkü yaşamayı biliyordur. Yaşadığını bilincinin en ıssız yerlerine kadar duya duya yaşar. Acı çekmiyen insan için dünyada kalıcı ne olabilir? kalıcı şeylerin ardına düşmez o. Kalmak, etkilemek onun işi değil.
«Yaşamaktan kaçmakta» yaşamaya anlam katma isteği var bence. Öyle ya, yaşamak kolaydır, kendiliğinden, bayağıdır. Ömrü boyunca bu yoldan giden için ne büyük bir acı olabilir, ne büyük bir sevinç. Acı da sevinç de bir çeşit karşılaştırmayla ortaya çıkar çünkü. Bir şeylere bakıp yerinmek, ya da öğünmek mümkündür ancak. Ama yaşamanın tek yoluna girmiş insan için böylesine bir ölçü yok. Herşey onun üzerinden, saydam bir cisim üzerinden kayıp geçermiş gibi geçiyor. Hiç iz bırakmadan.
Bir zaman yaşamadan, gündelik yaşamadan kaçmalıdır. Ancak ondan sonra gerçekten bilerek yaşamaya dört elle sarılınabilir. O zaman başka bir dünyanın savaşı yapılabilir.
Beni yaşamaya iten sabırsızlıkları şimdi anlıyorum.
24 Haziran
Anlaşılan aklıma takılan bu düşünceleri daha uzun boylu düşünüp duracağım. Kendimi belirlemek için gerekli bu. Kendimden kaçmak istemiyorum artık. Kendimden kaçtığım zaman yenildim, uzaklarda, bomboş, yabancısı olduğum yerlerde bozguna uğradım, kuşku karmaşasının içine düştüm, kendimden uzaklaşmış olmanın korkusunu duydum. Zamanın zalimcesine geçtiğini ve benim hiçbirşeyim olmadığını anladım. Yokluğa doğru gidiyorsunuz, üstelik hiçbirşeyiniz yok. Hiçbirşeysiz, tamamen yok olacaksınız. İnsanoğlu için en büyük korku yok olmak korkusudur. Bütün çılgınlıklarımızda ölümün gizliden egemen olduğunu ve bizi elinde bir oyuncak gibi kullandığını görmüyor musunuz?
1957 59
İstanbul, Fatih,
Demir Özlü
Bunaltı-, Ada Yayınları, 1987
Demir Özlü'nün 'Bunaltı' hikayesi
http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=676
Ahmet Faruk Şengenç tarafından, 09/09/2001 tarihinde gönderildi.
Epigraf: Online Türkçe Edebiyat Arşivi | http://epigraf.fisek.com.tr
epigraf | Bir önceki eser: İnce Memed / Yaşar Kemal |
Bir sonraki eser: Onlar İçin Minibüs Şarkısı / Cemal Süreya |