Epigraf, Uzak Ülke projesinin elemanıdır

Eskitiyorum eskitiyorum kalıyor ne kadar güzel olduğun. | İlhan Berk

Öğle Uykusundan Uyanırken / Melih Cevdet Anday


Öğle uykusundan uyanırken deniz yükselirdi, bilirdim, her gün o satta yükselirdi. Kendimi büyümüş bulurdum. Birbiri arkasına uyanırdım. Koştuğumu anlamadan. Cilalı taş ormanları içinden geçerdim. Düş, doğaya dönüşürdü. Yoksa hangi çiçek büyüyebilir ki!

Uykunun çiçekli perdesi duvara vurmuştu ama o sabırsız, damıtık, büyü bilmez ışık, imgelemin bütün haritasını parça parça ediyordu. Her uyanışında dünyayı baştan yaratatn çocuğu Tanrı korusun! Parçaları toplamağa başladım ağır ağır.

Önce solumdaki duvarı gördüm, az sonra da tanıdım. Yatağıma arpa boyu uzaklıktaydı, boşalmış, yaşı olmayan pencere ile arasında tedirgin masa duruyordu, kapıya bitişikti. Derlenip toparlanan ölçüler içindeki konumundan ötürü de, alıştığı yeri alıverdi. Bellek bir kalıtımdır.

Eşya arasındaki anlaşmada hep bir giz bulmuşumdur. Bizimle birlikte uyuyup uyanırlar. Ama her uyanışta ya bir şey eksilir, ya da bilinmedik bir şey doğar. Kalanlar kapatır eksilenlerin yerini ve yenileri örter. Yoksa bir duvarı tanımak kolay değildir. Duvarlar bir dizge içinde anlam kazanırlar ancak. Var olanın gerçekliği, kendi soyundan başka gerçeklikleri gerektirir. Sayı bundan doğmuştur. Ne güç öğrendim! İnsan elinden çıkma şeylerin, doğal şeylere göre daha karmaşık bir yaşamları vardır. Atalarını bilmezler. Duvar geçmişi yadsır, zamanı hiçler. İnsanın en acımasız buluşudur o, özgürlüğümüzü tutuklar. Bütün elürünü varlıklar gibi öçle doludur ve öç duygusu kişiliğin kanıdır. Hiçbir duvar ötekine benzemez; kimi konuşur, kimi susar boyuna (konuşanlar genç, susanlar yaşlıdır), kimi içeri kapatır, kimi dışarı açar; kimi öldürür (ölümlerin çoğu bundandur), kimi yaşatır (bunu bilmek olanaksızdır). Kurşunlarla delik deşik olmuş, üstü yaralar ya da resimlerle dolu duvarlar vardır. Uruk'taki ilk kerpiç duvardan beri yazgımız değişti. Shih Huang Ti'nin büyük duvarı düşmana değil, halka karşı idi ve insanlarda hiçbir umut bırakmamıştı. Duvar ancak düşle aşılabilir. O gün ben de, bilinçsizce elbet, o atılımı denedim. Ama bunu kaç kez anlattımsa da kimseyi inandıramadım. Belki de hiç anlatmadım.

Çok duvar gördüm. Birinde Shakespeare'in ünlü sözü yazılı idi: "Olmak mı, olmamak mı?" Bunun altına bir başkası, belki de bir deli, sonradan deli olmuş biri, çünkü deliliğin öncesi yoktur, şu sözleri eklemişti: "Yalnız olmak mı, yalnız olmamak mı?" Şiirimi o sözden başlatır, sonra da bir duvar örmeğe başlardım belki, fakat onun altına bıçakla kazınmış şu sözleri okudum: "Var mıyım, yok muyum?" Shakespeare'in asıl söylemek istediği buydu, Hamlet'in onca zayıf istençli olması, varlığından kuşkuya düşmesi yüzündendir. Kuşlar uyurken anlar bunu. Hamlet kendine dışardan bakıyor, bu nedenle de yabancılık duyuyordu. Aynaları kırmak niçin uğursuzluk olsun? Bu duygu Hamlet'i eylemden alıkoyuyordu. (Gerçekte bahaneydi bu.) Çevresi içindeki konumunu yitirmişti. Onun bütün serüveni, şu bir türlü anlayamadığımız yalnızlıktır. (Duvarların en korktuğu. Kaç kez dinledim.) Babasını hortlatmasının nedeni başka türlü açıklanamaz. Bu gibi durumlarda düşle gerçek birbirine karışır, bundan ötürü de eylem, zaman zaman, kırlangıç yuvası gibi boş kalır. "Bir taş alıp attı" demekle, "Eline bir taş geçti" sözü arasındaki ayrım bunu gösterir. El midir iş gören, yoksa taş ım? Flaubert bu ayrımı anlamıştı.

Pencereyi, yaz güzünün giz bırakmayan ışını ile çoktan kaynaştığı için, daha da çabuk tanıdım. Yalnız değildi. Sesler geliyordu uzaktan. Ne kadar ses varsa toplanıp sokağın ucundaki parkta,çocukların anılarını kurmaya gitmişlerdi. Kuşları göremedim, belki de bahçelerin kuruluşunda görevliydiler. Bu görev asıl, ses ile sessizliğin ortak temeline dayanır ve çocuklar sadece biraradalığı tanıdıkları için dünyaya hiç yabancılık duymazlar. Kuş ve ağaç birdir onlar için. Duvar ve pencere bir. Bütün sorun, araya gizlice bir şey katabilmektedir. Gerçekte hiçbir şeyin tek başına anlamı yok. Ah konuşmanın anlamsızlıklardan doğduğunu bir anlasak. Onları yeni baştan toprağa dikip sulardım.

Bir süre kanımın gegitinde sallandığımı algıladıktan sonrai yatağımda doğruldum. İşte o zaman, odamın ucunda, pencerenin altında, dolapla duvarın yer çizgisi arasında bir altın külçenin parıldadığını gördüm. Bunu bir an çok olağan bulduğumu unutmuyorum. Olağanüstü değildir şaşırtan. Bir yandan da, beynimdeki düş zembereğinin bir aksaklığa uğradığını, az sonra bu imgenin yok olacağını düşünüyor, bilincin acelesinden ya da düşün tam zamanında yitmekte gecikmesinden ötürü ortaya çıkan bir tür Araf'ın gerçek varlığını tanımaya çalışıyordum. Araf hem inançsızlığımızın, hem de korkaklığımızın imidir, insan, cennetle cehennemden başka bir şey olsun istemiştir. Yaşamla ölüm arasında da böyle bir yer vardır. Karşıtlık yaratır onu, zaman yalnız orada işler, yaşamda ve ölümde değil. sürekli ile süreksizin arasında üştüm kaç kez. Durmak da, yürümek de şaşırtıcı idi.

Hiç istemeden kendini bana yakalatmış gizli bir dünya idi bu. (Sonraları bu dünyayı kaç kez gördüm, kaçırdım ve her görüşümde hasta düştüm. Belki de delilik budur, çünkü kimseyi inandıramazsınız, herkes sizden uzaklaşır. Oysa hepimiz o dünyada yaşamaktayız, ama "söz"ün yetersizliği bizi yenik ve mutsuz düşürüyor. Bir gün gerçek "söz" bulunacaktır.) Eskiden beri bildiğimiz iki gizsiz dünya, düş ve gerçek, arasında bir geçiş bozukluğu idi bu yeni dünya ile karşılaşmamaın nedeni. Çünkü ilk sayı "üç"tür. Ah ne duvarlar, ne pencereler, ne denizler, ne bahçeler, ne bitkiler, ne hayvanlar vardır, hem tanıdık hem ilk. Birinden ötekine geçilirken, en beklenmedik olanla karşılaşılır. Sokakları dolaşmayı sevdim. Değişme sonsuzdu. Öyle ki, kimsenin geçmediği sokaklar buldum.

Altın külçesinin parıltısı gibi ağırlığı da olmalı idi. Ağırlık, ölümün yaşlanmasıdır. Bir ölüyü bir kaç kişinin zar zor taşıyabildiğini unutmayalım. Dünya da gitgide ağırlaşıyor. Kıyamet, dünyayaı artık taşıyamayacağımıza ilişkin bir tür önsezidir, bir tür geriye dönüş, bir anı. Kıyameti dört gözle bekliyorum. Çünkü ondan sonra yaşadım. Asıl dünyayı yaratmanın mutluluğu! Ben senin çocuğunum!

Çarçabuk üstüne atılsam, yüzde yüz, altın külçenin ağırlığını da duyumlayabilecek, böylece de elimin ve kolumun kaslarına can katmış olacaktım. Bizi olağanlıkların öldürdüğünü unutma! Ama parıltının da önce yok olacağı korkusu beni bundan alıkodu. O durumda sadece ağırlığı yakalamam, bilincimi de, düşümü de içinden çıkılmaz bir güçlüğe sokacaktı. (Bence parıltı idi önemli olan.) Nitekim önce ağırlığın yok olduğunu sezdim, parıltı bir an daha, tek başına, şaşkın, ürkek (dünyada onun yeri yoktu ki!) sürdü. Öz niteliklerin tümü tedirgindir. ama kıyamet onlara zarar veremez. Yakalım onlardan başkasını!

Ancak bu olayda iyi anlayamadığım, daha doğrusu, inanılmayacağını sandığım için saklamayı yeğlediğim bir şey daha vardı. Asıl unutamadığım da odur. Hatta ben onunla çok daha önce de karşılaşmıştım gibime geliyor. Hiç ölmedim ki! Altın külçemin içinde, artık parıltı olmayan, belki de bu parıltıdan habersiz bir bölüm, sakin, kahramanca, yaşanan bir bölüm görüyordum. Burnumun dibinde. O kadar yakın. Ruh değil, (ne gerek var ona), belki de özdeğin ta kendisi. Hem yeni, hem tanıdıktı bu yer. Nedenini bilmediğim bir sevinç kaplamıştı içimi. Sevincin öğretilmemiş olanı. (Sonraları onu yaratmaya nasıl da çabaladım!) Yaşayabilirdim artık. Ben burada değil, orada olmalıyım duygusuna kapıldım. (Her şeyi bu duygu bozdu, bütün duygular gibi). Dahası yuvarlaklaştığı kuruntusuna bile kapıldım. Kısacık bir anda ne çok şey yaşanıyor! Ah, ben dışardayımdır! Olanın olduğu ile olmayanın olmadığı karşıt değildir. Olanı olumlamakla olmayanı olumsuzlamak yalnızca yinelemedir. Bütün önermeler duvardır. Bir önermeyi yatsımak bizi başka bir önermeye çıkarıyorsa kurtuluş yok demektir. Sözü yakmakla olur kurtuluş. Çekmecelere kilitlediklerimizi arıyoruz.

Sonra yatağımdan kalktım, gidip az önce altın külçenin bulunduğu yere ayağımı sürttüm. Yanlıştı bu, biliyorum. O sırada çocuklar evlerine dönüyorlardı. Tanrım, bizi çocuklar dünyaya getiriyor! Elimi de tahta taban üzerinde gezdirdim. Bir ağacı okşar gibi. Kaç kuş geçti pencerenin önünden, sayamadım. Nereye gidiyorlar? Parmaklarımda altın tozları aradım. Önce, bir iki tanecik görür gibi oldum, ama buna pek inanamıyorum. Belki de çocuklar ve kuşlar kapışmışlardı bütün o zerreleri. Kuşlar neden sokaklardan geçerler? Anlayamamışımdır. Koca bir dünya bu! O sırada, sanki neden aldandığımı göstermek istiyormuşçasına, ikindi güneşi parlayıverdi. Ah bu aydınlığın ağırlıksızlığı! Bir imgenin yerini beyaz bir ışık almıştı. Bilincim bana bu ışığın gerçek olduğunu söylüyordu. Çünkü ikisi de aynı mayadan yapılmıştı. Yaratmaların çoğu böyle yarıda kalmıştır. Lanet olsun! Sırasında çekilmeyi beceremeyen düş ise, başka bir gerçeği kaçırıvermişti elimden.

Gölge ve ışığın ilk bulucusu Platon'dur. (Hellen güneşine zeytin diplerinden gölgeler getirerek.) Bundan ötürü çok acı çektiğini sanırım. Bir olanı ikiye ayırmak acı vericidir. Mağarada doğduğum için bilirim, gölge ve ışık aynıdır. Gölge olmazsa, ışık da olmazdı. (Oysa bunun tersini öğrettiler bize.) Ben gölgemden çıktım. Onun için gölgem uzayıp kısalır. Kemiksiz. Platon, ışığı dışarda bırakıp gölgeyi mağaraya tıktı. Ne yanlış!

Güneşi her gün görüyorduk, öldürdüğü çocukları, nerde sakladığını bilemediğimiz kısır karısı, umutsuzca yeniliği (öyle ki, bu bir yenilik bile değildi, önü ardı kesik kalmaya yargılı olduğu için), zorunluluğu altındaki dayanılmaz bunalımı, her zaman koparılmış saçakları, yerini hep boş bırakan uyruksuz sopası, aynalara bakamayam kirpiksiz gözleri, düş bilmediği için hastalanmayan koca ciğeri, ayrımsız bir dünyadaki mutsuz kızı, orada burada unuttuğu saatları, dakikaları, saniyeleri, kömürü, dumanı, kokusu, soluğu ile. Pencerelerden giriyordu sesler gibi. Gerçi her gece düş de görüyorduk, ama düşlerin ölçülebilir bir niteliği yoktu. Onların hızını bulan hiçbir bilim adamı yetişmemiştir. Kaç saniyede, kaç imge geçer düşte? Hız ölüme yakın bir şeydir. Hızı ölçülemeyen düşler tam bir bilgiye elverişli değildir. Zamansız bir toprağın çocuklarıdır onlar. Başkaldırmaktır ödevleri. Başkaldırmadan yaşanamaz çünkü. Gece düşünde, ertesi gün sarhoş olacağını gören Mevlana, ertesi gün içmiş, sarhoş olmuş. Biz ancak uyanıkken gördüğümüz dünyaya inanıyoruz. Bana hiçbir şey gelmez ki! Herakleitos, "O hiçbir şey bilmez, gece ile gündüzün aynı olduğunu da" demiş, Hesiodos için. Ne geceden günü, ne de günden geceyi çıkarabildim. Payım yoksa ben de yokum. Ama Tanrı'ya hiç özenmedim. Yerinde sayan güneş, seni nasıl da çember içine aldık!

Gerçekte deneyim ve deney denli hiçbir şeye inanmamışımdır. Kaç kez denedim taşın düşüp düşmeyeceğini. Hatta ateşin yakıp yakmayacağını da. Bana ne yazılanlardan. Onlar sadece gün ve gecedir. Ah mağara, mağara! Benim bilgeliğim sensin! Engizisyon mahkemelerinin, insanları ateşe atmaları, bilime inandıklarından değildi. Tam tersine, onlar bilim adamlarını, düş görenleri, güeşi satılığa çıkaranları, suyu yakanları ve göğü toprağa karıştıranları yakıyorlardı. Maddeye inanmadıkları halde bunu yapmaları, kısaca dinsizliktir. Anlaşılıyor ki, kilise, öteki dünyaya, ruhun ölümsüzlüğüne de inanmıyordu. Çünkü ruhu yakmak için bir ateş bulamadı. (Bu ateş çok sonra bulunmuştur.) Sıcakla soğuğun aynı olduğuna kim inanır! Sayı şaşırttı bizi. Eskiden sayı yoktu, nitelikler de. Yalnızca yaratma vardı. Ah geride kalan mutluluk! Ben de soğukta kaç kez çıplak dolaştım, üşüdüm. Neden üşüdüğümü bilemem. Hiçbir şey bilmem ki! Belki ateşte ısınmaya alıştığımdandır. Ölülere elimi sürdüm, toprak gibiydiler. Buna ölüm denebilir mi? Çiçek büyütülebilir bir ölümün etinde. Ama bu iş için bir canlıyı seçmenin daha doğru olabileceği kanısına vardım. Bunu kendimde deneyemezdim, kimseyi inandıramazdım, çıbanlarımdan kokrup kaçarlardı. Kısacası, ben bir bilimseverim.

Altın külçenin önce ağırlığını, sonra parıltısını yitirmesi, elbette canımı sıkmıştı. Oysa güneş ışığı orada, köşede durup duruyordu. Her şeyin benden "önce" olduğu düşüncesi, beni sadece şaşırtmakla kalmaz, varlığımdan kuşkuya da düşürür. Güneş doğmadan önce uyansam (kaç kez yaptım bunu, develer cıgara içiyorlardı), ayaklarımı nasıl unutabilirim. Çocuklarımız bizden önce vardı. Akıl konusunda ise, insan hazıra konmuştur. Küçük sinirlerimden biri titrese, düşünceler bulurum. Söz ondan da eskidir. Ama kutsal kitabı onunla başlatanlar bilmiyorlardı bunu. Kulağa değil, ağza önem veriyorlardı. Duymadır ilk olan. Kral Midas'a bunu Apollon öğretmişti, o ise eşek olduğunu sandı. Hayvanların en büyük korkusu insan olmaktır. Bunca acıyı nasıl barındırdım. Tümü mutlu ölen hayvanlar birbirlerini tanımazlar. Bense başkasını tanırsam kendime acıyorum. Yanyana duruyoruz. Elden ne gelir ki! Başkasını yaratmak gerek.aşkasını yaratmak gerek.

Melih Cevdet Anday
'Ölümsüzlük Ardında Gılgamış', Adam Yay.


Melih Cevdet Anday'ın 'Öğle Uykusundan Uyanırken' anlatısı
http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=526
Emre Sururi tarafından, 08/06/2001 tarihinde gönderildi.
Epigraf: Online Türkçe Edebiyat Arşivi | http://epigraf.fisek.com.tr

epigraf     Bir önceki eser:   Daha Ben / Cemal Süreya
<<< -- Rasgele bir eser -- >>>
   Bir sonraki eser:   Dikkat, Okul Var! / Cemal Süreya