Epigraf, Uzak Ülke projesinin elemanıdır

Seninle yatarken aldatmıyorum seni. Bu bile çok değil mi? | Tezer Özlü, Kalanlar, YKY

Metin Altıok Röportajı / Enver Ercan


Metin Altıok, yeniden Ankaralı. Bingöl ve Karaman'da geçen 12 yılın ardından,
eşi Nebahat Hanım'la Ankara'ya dönüp yerleşmişler.. Şu anda felsefe
öğretmenliğinden emekli ve zamanının çoğunu şiire ayırıyor.
Evlerine konuk oldığımda ona sormayı düşündüğüm soruları not etmiştim ama,
içeriye adımımı atar atmaz ve Metin Altıok'u tanır tanımaz öylesi bir
söyleşinin fazla kuralcı olacağını düşündüm. Sohbetimiz bizi nereye çekerse
oralardan sorular sormak daha açımlayıcı olacaktı çünkü. Eşi Nebahat Hanım da
benim gibi bir çay tiryakisi.. Çaylarımızı yudumlarken çoktan konuşmaya
başlamıştık bile..

--- Hep sorarlar ya, sizi şiire yönlendiren kimler oldu, çıkış noktanız neydi
diye.. Aile içinde sizi de yönlendirenler var mıydı?

Hayır olmadı.. Beni yönlendiren "acı" oldu. Benim hayatımda hep bir acı
vardı; hep acıdan yola çıktım. Çok fukara bir çocukluğum oldu benim..
Sevgisiz üstelik.. Bu yüzden kendimi hep garip bir leke gibi gördüm bu
dünyada; ama tertemiz zamanlardan kalma bir leke..

--- Peki öğrencilik yıllarınızda öğretmenlerinizin katkısı oldu mu? Aklıma
Nusret Hızır'ın öğrencisi olduğunuz geliyor..

Oldu diyemem. Nusret Hoca ile çok güzel sarhoşluk serüvenlerimiz oldu ama.
Mesela Nusret Hoca'yla Sirkeci Garı'na gider içerdik. Hoca bana, "herkes gelip
gidiyor görüyorsun. Bizse oturup onları seyrediyoruz" derdi. Çok hoşumuza
giden bir duyguydu bu..

--- Nusret Hoca'nın şiirinize hayli katkısı olmuş o zaman.. Siz şiirlerinizde
sık sık garlara düşen bir şairsiniz. Ve "o günden beri bakışlarınızda bir
otobüs penceresinin hızla geçişi" var..

Haklısın.. O günlerden kalma, Nusret Hoca'yla birlikte geçirdiğimiz
günlerin izi onlar.. Doğru.

--- Bir de tabii "gezginliğiniz"..İlk kitabınızın adı da zaten "Gezgin". Ve siz
hepbir yerlere ait olmayan, hep yolculuğa hazır bir şair kimliği çiziyorsunuz
bende.

Olamadım.. Olamıyorum işte.. Hiçbir yere ait olamıyorum..

--- Son günlerde iki kitabınız birden yayınlandı. Dergilerde şiirleriniz
yayınlanıyor.. Üretken bir döneminizdesiniz.. Son iki kitabınız "Gerçeğin
Öteyakası" ve "Dörtlükler ve Desenler"de belirgin bir politiklik var. Hatta
"İpek ve Kılabtan"da başlamıştı. Yani "Küçük Tragedyalar"dan sonra değişti
şiiriniz.. Politik tavır anlamında söylüyorum tabii.

Doğru söylüyorsun. O kadar ilginç o kadar önemli şeyler yaşadım ki
Bingöl'de.. Benim için ikinci üniversite oldu. Hayatı gördüm. Mesela bir şey
anlatayım size.. Bir gün Bingöl'e iki ceset getirdiler. Bingöl bu ölülerle
çalkalandı. Kahveler boşaldı. Herkes görmeye gidiyor. Ben de gittim. Morga
götürüyorlardı cesetleri. Biri erkek, daha bıyıkları terlememiş, öbürü bir
kız.. Erkeğin elbiseleri üstünde, kız çırılçıplak.Ama erkeğin yüzü dümdüz,
burnu yok, baldırından da lop et koparılmış, parmakları mürekkepli. Parmak izi
almışlar. Çok etkilendim bu olaydanve tabii rakıya vurdum. Sonra bir de
şiir yazdım. Bak şöyle: "Öyle ak öyle ak ki teni / ipekten biçilmiş sanki /
duyulmamış bu yüzden üstünü örtmek gereği / Çırılçıplak incecik, sedyede bir
kız cesedi / Onparmağı boyalı / Bulaşmış ıstampa mürekkebi / Bir kızım
sağsa eğer, bir kızım morgta şimdi."

--- İçkiyi çok mu seviyorsunuz?

Evet.. İçmeden yapamıyorum. Bu bir sığınma ya da kaçı değil ama.. Şimdi ne
yapacağım biliyor musun, kardeşime bir kaktüs deseni çizeceğim.

--- Sizin resimle de ilgilendiğinizi biliyorum. Son kitabınızı da
desenlerinizle birlikte yayınladınız. Bu ilgi nereden kaynaklanıyor?

Resim yapmayı, desen çizmeyi seviyorum. Bak sana ne göstereceğim. (Metin
Altıok, sekiz on tane ana tanrıça heykelciği geitiriyor içerden.. Kendi
yontmuş.. Taşlar oldukça sert.. Tırnak törpüsü ve çakı kullanıyormuş bu
heykelcikleri ortaya çıkarmak için.)

--- Siz divan şiirinden biçim olarak yararlanıyorsunuz. Ama halk şiiriyle de
ilişkiye giren bir şiiriniz var. Halk şiiri hangi bakımdan ilgi alanınıza
giriyor?

Şimdi bakın halk şiiri kullanılması gereken büyük bir kaynaktır. Halk
şiirindeki kimi şeyleri bugün değme şair yazamamıştır.
Mesela diyor ki; "Ben de bu dünyaya geldim geleli / Emaneten bir don
giymişe döndüm."
Büyük bir laf. Neden yararlanmayayım bu kaynaktan. Ayrıca, diyor ki;
"Kırmızı gül sende kaldı tamahım." Bu benim şiir serüvenime uygun düşüyorsa,
hatta tırnak içinde alır kullanırım bunu. Niye kullanmayayım.

--- Ama Divan şiirinden yalnızca biçim olarak yararlanıyorsunuz.

Özleri beni ilgilendirmiyor. Biçim olarak yararlandığım doğru; biliyorsun
gazeller yazdım. Gazellerde bir ustalık meselesi vardır, o açıdan
ilgilendiriyor beni.

--- Siz eskilerin deyimiyle mısra-ı berceste'teye meraklısınız. Söz düşürmeyi
sevdiğinizden belki de gazel yazmaya yöneldiniz.

Kolaydan kaçma meselesidir, belki.. İnsan kendini bazen zora koşar..
Şiirde zora koşar; belki de odur. Ahmet Oktay benim için bir yazı yazmıştı.
"Duygu için formlarla şiir yazıyor Metin Altıok" diyor. Bu lafı çok tuttum.
Form boyunduruk gibi bir şey. Korkunç bir coşku seli şair için, şiir için
tehlikeli olabilir..

--- Bundan sonra da böyle yazmayı mı düşünüyorsunuz?

Bilemiyorum.. Bingöl'deki 10 yıllık yaşantıdan sonra kendimi frenlemem
gerekiyordu.

--- O zaman Metin Altıok şiirini "Bingöl'den önce - Bingöl'den sonrası" diye
iki döneme mi ayırmalıyız?

Bingöl bir dönemeçti. Büyük bir duygu seli yaşadım orda. Tabii insanın
hayatında duygu seli her zaman vardır. Şimdi bir başka ruh halindeyim. Şunları
yazıyorum mesela: "Bir anahtar verdindi bana, / Kabaran yüreğimi bilerek. /
Kullanıp durdum onu gönlümce, / Aşkıma kenar süsü diyerek; / Aşındırdım
dişlerini zamanla. / Geriye ben kaldım işte / Yalan olur sevmedim dersem; /
Ama yolcu yolunda gerek. / Ey ömrümün uğuldayan durağı; / Yanlış bir hesaptan
dönerek, / Benli günlerini sil istersen / Geriye sen kaldın işte."

--- Bir de son dönem şiirlerinizde "entel" tutumlara karşı öfkeli olduğunuz
seziliyor.

Züppeliğe çok kızıyorum. O tavra karşıyım. Kimi dergiler şiir istedikleri
halde göndermedim bu yüzden. Niye göndereyim. Bir yerde yaşantım var benim;
yaşadığım şeyler var. Niye ihanet edeyim.

--- Az önce şöyle birdeğindik ama, şu içki konusuna dönmek istiyorum. Örneğin
alkol-şiir ilişkisi nedir, nasıl bir ilişkidir sizce?

Bir şiirin yaratımında mantık ve düşünce çizgisi önemli bir yer tutmaz. En
önemli olan şairin yaratıcı imgelemidir. Sözü biraz daha açarsak, alkol,
insanı olaylar ve eşyalar arasında, mantık ve düşünce sınırlarını aşan
ilişkiler kurmaya yöneltir. Denilebilir ki alkol şair beynini bir imge
kaleydoskopu durumuna getirir. Eğer şair seçiciliğini yitirmezse bu sasalama
eylemiyl bu olaydan seçkin sonuçlar çıkarabilir. Bu kolay iş değildir elbette.
İmgeyle saçma arasında seçicilğini iyi kullanması gerekir şairin. Bir olay
anlatmak istiyorum burda; alkollü bir dost meclisinde gözüm birden kapı
arkasındaki askılıkta duran bastona ilişti. İşte o baston bir araç olmanın
dışında, birdenbire aksayan yaşamımın bir imgesi oldu. Şöyle bir üçlük doğdu
kafamda: "Kapı arkalarında, askılıklarda durdum / Ben, yıllarca aksak bir aşka
/ Boynu bükük baston oldum." İnanın alkollü olmasam o bastonun bendeki
karşılığını bu kadar net görüp yazamazdım.

--- Zaten şiiri hayata karışmış, hayata bulaşmış imgelerle yazıyorsunuz.
Masabaşında bulunmuş, kitap karıştırırken yakalnmış imgeler değil hiçbiri. Hep
hayatla yüz yüze.

Şiirim yaşantımdan kaynaklandı hep. Bundan da çok memnunum. Şiirin hayata
yapışık olmasını istiyorum. Başka türlüsü yapay geliyor bana. Cambazlık
geliyor.
(Yine yerinden kalkıyor Metin Altıok. Odasından bir dosya getiriyor. İlk
kez ben görüyormuşum. Bir dosya dolusu şiir. Hepsinde de biçim denemeleri var.
O kadar değişik şeyler denemiş ki, şaşırıyor insan. Bir tanesi şöyle -tabii
aynı biçimiyle alamıyorum buraya- :"Bir pazarlamacı kılığında / Uçurum
kırpışıp bulanık gözleri / Yalnızlık akşam vakitleri."

--- Şiirinizin yaşantınızdan kaynaklandığını söylüyorsunuz. Nesnel gerçekle
şiirin gerçeği diye de bir şey var. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz.

Şiir nesnel gerçekliği bozar, değiştirir.Hatta ona ters düşer. Bu doğal
bir şeydir. Çünkü şiir bir anlamda nesnel gerçeklikle boy ölçüşen bir sanat
dalıdır. Bu, şairin bir başka gerçekliğin eşiğinde olduğunu gösterir. Şairin
evreni dildir. Şair dünyaya sözcüklerle bakar ve yeni bir dünya oluşturur.
İşte bu yeni dünyadaki gerçeklik, nesnel gerçekliğin dışında, onunla gerçek
olmak bakımından yarışan bir dil olmak gerçekliğidir. Bu bakımdan, şairin
nesnel gerçekliği bozması, şiirin doğası gereğidir. Ne var ki şair bu bozuşun
hesabını okura vermek zorundadır. Bu hesap ise bozulanın yerine konanşeyle
verilir. Eğer şair bu hesabı veremezse ortaya şiir yerine saçmalık çıkar.
Okur bir şiirde nesnel gerçekliğin dışında bir olguyla karşılaştığı zaman
'olmaz böyle şey' diyememelidir.

--- İnandırmak zorundadır okuru, öyle değil mi?

Eğer şiir, okuru bir mantık çatışmasına düşürüyorsa suç şiirin ve
şairindir. Çünkü bu durumda şair, sadece nesnel gerçekliği bozmakla kalmamış,
onun yerine şiirsel bir gerçeklik getirmemiştir.

--- O zaman şairin nesnel gerçekliği bozduğu da kuşkulu değil midir?

Evet. Aslında bu şairin nesnel gerçekliği de bozmadığını gösterir. Çünkü
amaç, nesnel gerçekliği kağıt üzerinde değil; okurun kafasında, düşüncesinde
bozmaktır.
Okurun 'olmaz öyle şey' demesi, nesnel gerçekliğin onun kafasında
bozulmadığını gösterir.
İstersen şiir üzerinde somut olarak bakalım olaya.. Refik Durbaş'ın "Buse"
adlı şiiri şöyle: "Kaç / yıldır / saklıyorum / Puslu / bir / ilkyaz / gecesi /
üçüncü / sınıf / bir / sokak / aralığında / Avcumun / içinde / söndürdüğün /
sigara / yanığının / izinde / ilk / öpüştüğümüz / anın / heyecanını".
Şair tek cümleyi her sözcüğünü alt alta yazarak, şiir şekline sokmuş. Bu
şiirde bir ilk öpüşle, avuçta söndürülen sigaranın bıraktığı yanık izi
arasında bağ kurmakta, ilk öpüşün heyecanını somut bir yanık izinde
saklamakta. Bir genç kız sevgilisinin avcunda sigarasını neden söndürsün. Bu
ancak patolojikbir duyguyla açıklanabilir ki, böyle duygular sanatın
dışındadır.
Görüldüğü gibi, şiir ister istemez insanın aklına sorular getiriyor;
inandırıcılığını, sahiciliğini yitiriyor. Kaldı ki şiirde bir de Türkçe
yanlışı var; avuçta söndürülenin sigara yanığı olduğu anlamı çıkıyor.
Bir de Cemal Süreya'nın dizesine bakalım: "Babası ip yerine yılana
çekilmiş / bir çocuğun çifte korkusu böyledir." Süreya, asılma olayının
dehşetini ipin yerine yılanı geçirerek şiddetlendirmiştir. Biz bu iki mısra
karşısında bir insanın yılanla asılamayacağını hiç mi hiç düşünmeyiz. Sadece
nesnel gerçekliğin yerine getirilen şiirsel gerçeklik karşısında müthiş bir
duyguya kapılırız. Buradaki şiirsel gerçek, artık bize nesnel gerçekliği
aratmaz. Bu durum bize şiirsel gerçekliğin kendine has bir sahiciliğe sahip
olduğunu göstermektedir.

--- Şiirimizde çokça tartışılan bir konu da biçim-içerik konusu.

Pavase "Yaşama Uğraşı" adlı kitabında 6 Ekim 1935 tarihli güncesine
şunları yazmış: "Özünü yenilemek için biçim değiştirme düşüncesi, acınası bir
özenti gibi geliyor bana." Bunca yıllık şiir uğraşımda böyle bir özentiye
kapılmamış bir şair olarak, bu sözün doğruluğu vehaklılığı benim için
gerçektir. Değişik biçimlerdeki kapları suyla doldurursanız, su o kapların
biçimini alır. Ne var ki değişik biçimlerdeki kapların içindeki aynı şeydir.
Kuşkusuz bu basit benzetme, şiirde öz-biçim ilişkisini açıklamaktan uzaktır.
Ama söz konusu biçimcilikse bu basit benzetmenin bile bir gerçekliği
vurguladığını belirtmeden geçemeyeceğim: Şiire biçimsel olarak yaklaşmak ve
oyalanmak boş bir çabadan başka bir şey değildir. Şiir, şairin usuna bir dize
ya da imgeyle gelir. İşte şairin işi, o dize ya da imgedeki özü geliştirmek,
açımlamak ve o özün olanaklarını bütünüyle ortaya koyup tüketmektir. Mesela
benim öznel duygularım önemli değildir. Şiirsel duygu dışa vurulmuş duygudur.
Yani seninle paylaşır hale gelmiş duygudur. Söyleyeceğim bu.

--- Paylaşılmayan bir duygunun sizce anlamı yok o zaman..

Anlamı yok tabii. Şimdi mesela şu; birey olmak hiçbir zaman insan
yetmemiştir. Bu çok önemli bir şey. İnsan daima diğer duyan ve düşünenlerle
bütünleşmek istemiştir. Sanat, insanı insanla bağlayıcı, bütünleştiricidir.
Cervantes, Shakespeare.. ne getiriyor bunlar bize. Yüzbinlerce yıllık
geçmişten insanı. Türkiye'de normal insan hayatı 59 yıl. 59 yıl içinde insan
hiç aşık daolmayabilir, kin de duymayabilir, hiç kimseyi sevmeye de
bilir.Nerden öğreniyoruz bu duyguları: Edebiyattan.. Kardeşim bilim havadır
bana sorarsanız. Yeryüzünde edebiyattan daha önemli şey yoktur..

--- Öyleyse bu konuyu biraz daha açalım: Peki şiir neye yarar?

İnsanların duygu dünyaları arasında bağ kurarak, bu öznel dünyaların ortak
bir duygu acununda birleşmesine yarar. İnsanın hayatta olan tarihsel
savaşımının ürünü olan duygu birikmine sahip çıkmasına yarar. İnsan soyunun
evrensel tınısı olarak, kişinin her türlü yabancılaşmalardan kurtulmasına
yarar. Kötülüklerden arınmaya yarar.
Son olarak da şunu söyleyeyim: Şiir insanları sevmeye yarar...

Röpörtajı yapan:Enver Ercan

Enver Ercan
Sombahar, Kasım-Aralık 1990


Enver Ercan'ın gerçekleştirdiği Metin Altıok röportajı
http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=363
Emre Sururi tarafından, 18/03/2001 tarihinde gönderildi.
Epigraf: Online Türkçe Edebiyat Arşivi | http://epigraf.fisek.com.tr