Cemiller ve Ben / Hüseyin Yurtdaş
Geçen cuma sabahı bakkalda, çocukluk arkadaşım Cemil'e rastladım. Ooo'lardan,
kucaklaşmalardan ve kelim üzerine bir kaç küçük şakadan sonra sıra yeni
hayatlarımıza geldi: Evlenmiş beş yıl önce. Bir de kızı olmuş, görsem ne kadar
sevimliymiş. Evet, bizim mahalleye taşınmışlar, Gül Sokak'a. Peki, onu boş
verecekmişim, ben neler yapıyormuşum? Üç dört aydır işsiz güçsüz ve amaçsızca
dolandığımı, stüdyo tipi daire denen iki odalı, karanlık bir kutuda pis,
çirkin ve yaşlı bir kediyle yaşadığımı söylemedim. "Reklam metni yazıyorum,"
dedim. Bir sevgilim de vardı tabii: Neşe... Kısa bir sessizlik oldu. Güzel bir
şey hatırlamış insanların yüz ifadesini takındı aniden: Baksaymışım ya ben,
onları mutlaka ziyaret etmeliymişim. Önümüzdeki hafta salı, tamam, çarşamba da
olurmuş. Sıkı sıkı tuttu elimi, öpüştük, ayrıldık. O işine gitti: yüksek
mühendis. Ben tabii ki eve yollandım.
Zaman aktı, gün geldi. Yokuşu ağır ağır çıkarken gözlerim kapı
numaralarındaydı: otuz iki, otuz dört... Evet işte otuz altı. Dördüncü kata
çıktım. Tokmaklı bir çelik kapı... Üstünde koca harflerle yüksek
mühendisimizin adı yazıyor. Zile bastım. Kapıyı güzel ve mutlu bir yüz açtı:
Aylin Hanım. Arkasında eteğine yapışmış utangaç, şeker gibi bir kız çocuğu...
Cemil de bir odadan çıktı, geldi; kahkahalar ata ata yaklaştı, sarıldı bana.
Hoş gelmişim. Şekerin eline bir çikolata sıkıştırdım. Minik gözleriyle şaşkın
şaşkın suratıma baktı bir an. Sonra kızardı, güldü. "Öp amcanın yanağını!"
Öptü. Tuhaf bir burukluk sinsice geldi, tüm ağırlığıyla gırtlağıma oturdu. Ama
ben, güçlü ve onurlu adam, hemen toparlandım.
Şimdi hatırlayamadığım şeyler konuştuktan sonra sofraya kurulduk.
Domates çorbasının ardından güzel ve mutlu eş Aylin Hanım'ın -kutlarım- pek de
güzel becermiş olduğu lahana sarmasını iştahla yedim. Bolca yoğurt koydum
tabağımın kenarına. Çocukken yaptığım gibi tabağın tümüne yaydım sonra onu;
tüm lahanaları yoğurda buladım. Tatlıyı da (tel kadayıf) nazik bir ayı gibi üç
dört lokmada yuttum. Eveet... Doymuştum. Yemekten sonra çaylar geldi. İnce
belli bardakta Seylan çayı... Hürp!.. Ohh!.. Sigaralar yakıldı. Derin bir
nefes... "Hadi!" dedi Cemil, birden sigaramın en güzel yerinde. "Oturma
odasına geçelim." Geçtik.
Siyaset konuştuk bir süre. Bir ara kızar gibi oldu memleketin haline.
Sinirli sinirli elini kolunu salladı o zaman. Çaktırmadan bir iki küfür
sıkıştırdı araya. Ben de onayladım onu: Evet, kötüydü durumlar ve tabii darbe
hiç de olumlu bir puan sayılmazdı dış politika açısından. Spor ve ekonomi
konusunda da engin görüşlerimizi birbirimize kabul ettiriyorduk ki Aylin Hanım
-elleri ne de biçimliymiş- gelip katıldı konuşmamıza. Daha "yumuşak" konulara
geçtik yavaş yavaş. Çaylar tazelendi. Birer sigara daha...
Son çıkan popçu kızlardan birinin aslında çok kısa olduğu ama bunun
kamera hileleriyle kliplerde nasıl da belli ettirilmediği üzerine konuşuyorduk
ki Şeker girdi odaya. İyi akşamlar diledi hepimize. Babası gibi koklaya
koklaya öpmek istedim kızı ama uzak bir "tatlı rüyalar" ile yetinmek zorunda
kaldım.
Konular tükenince tavlayı çıkardı Cemil. İki kez peş peşe mars etti
beni. İşin ucunu bırakmadım ama. Bir düz bir mars da ben yaptım. Pilim bitti
sonra. Yine yenildim: beş-üç. Koltuğumun altına verdi tavla tahtasını. Çok
mutlu oldu. Güldü: "Öğren de gel koçum!" Sinirlenmiş gibi yaptım. Daha da
neşelendi. Biraz daha sinirlenip daha da sevindiriyordum ki onu, Aylin -artık
hanım değil, samimiyiz çünkü meyve getirdi; mandalina, elma, muz. Küçük bir
hüzün koru, duyarlı noktalarımda şöyle bir dolaştı elmayı dişlerken. Düşündüm.
Çok tatlı kadındı şu Aylin. Kocasını da çok seviyordu belli ki; kocası da onu.
Peki ben kimi seviyordum, beni kim seviyordu? Haksızlığa uğramış bir küçük
çocuğun öfkesiyle, hıncıyla yedim meyveleri. Fark ettirmemeye çalışarak
geğirdim. Şu gastrit de...
Televizyonda kahramanımız bir marketi soymaya çalışan üç kötü adamı
uçan-döner tekmelerle haşat ederken iyice ağırlık çöktü üstüme. Saatime
baktım; gitme zamanı gelmişti. "Eh, ben kaçayım artık!" Israr ettiler daha
kalmam için. "Yok," dedim. "Gideyim; geç oldu." Öpüştük. Yine bekliyorlarmış.
"Bana da beklerim," demedim. Çıktım.
Soğuktu dışarısı, inatçı bir rüzgar esiyordu. Kafamı omuzlarımın
arasına gömüp hızlı hızlı yürüdüm. Bakkala uğrayıp bir paket sigara, iki şişe
de bira aldım. Apartmanların arası yalnızca yüz-yüz elli metre olduğundan,
hemen eve vardım. Elektrik sobasını yaktım. Eşofmanlarımı giydim. Eski,
yıpranmış koltuğuma oturdum. Kedim geldi, kucağıma yattı. Hiç hoşlanmıyordum
gerçi ondan ama yine de okşadım tüylü kafasını. Onun da sevilmeye ihtiyacı
vardı sonuçta. "Beni kimse sevmiyor!"
Kalktım. Pencereye yaklaştım. Cemiller'in evi durduğum yerden
görünüyordu. Işıkları sönmüştü. Uyuyor olmalıydılar; belki de tabii; benim
artık unuttuğum o başka şeyi yapıyorlardı. Torbadan biramı alıp açtım. Geceye
baktım, pek öyle edebi metinlerde anlatılacak bir yanı yoktu. İçtim,
Cemiller'in şerefine.
Hüseyin Yurtdaş
-yine- Hişt, #41, haz.- tem. '98
Hüseyin Yurtdaş'ın 'Cemiller ve Ben' hikayesi
http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=334
Emre Sururi tarafından, 12/02/2001 tarihinde gönderildi.
Epigraf: Online Türkçe Edebiyat Arşivi | http://epigraf.fisek.com.tr
epigraf | Bir önceki eser: Topal Kulı / Hulki Aktunç |
Bir sonraki eser: Tamu / İhsan Oktay Anar |