Epigraf, Uzak Ülke projesinin elemanıdır

Feneri onun yüzüne tuttu: Aman Allahım! Eski sevgilisi yatıyordu yerde.Tozlanmış, örümcek bağlamış; tavan arasındaki her şey gibi. | Oğuz Atay, Unutulan

Esse Est Percipi!.. / Jorge Lois Borges'ten adapte


ESSE EST PERCIPI..!

Hastası değilse de düşkünüyüm futbolun. Daha doğrusu Cim Bom'un. Maç
kaçırdığım vaki değildir. Her haftasonu kurulurum TV'nin başına,
çay-kahve-meşrubat-bira, ne olursa içer, sigaraöı tellendirir, maç seyrederim.
Bir erkek dergisi, "seksten sonraki en büyük zevkimiz" diyor futbol için.
Benim için öyle değil, ikinci zevkim ne, karar vermek zor. Ama birinci zevkim
konusunda hiç şüphem yok: Futbol.. Aslına bakılırsa, geçen haftaya kadar
futboldu. Ama, geçen hafta dünyam değişti. "Yıkıldı" desem daha doğru galiba.
Nasıl yıkıldığının öyküsü ise bir hayli tuhaf. Anlatılır gibi değil, onun için
de yazıya sığınıyorum zaten.
Geçen hafta, nasıl olduysa, yolum Mecidiyeköy'e düştü. Ali Sami Yen
stadının önünden geçerken birden farkettim ki, stad tahta perdelerle
çevrilmiş, kocaman bir "verdiğimiz rahatsızlık için özür dileriz" yazısı
okunuyor. Meraklanmıştım. Yolun kenarındaki simitçiye yaklaşıp sordum: "Ne
inşaatı bu?"
"Tatko binası" dedi.. "E, o buraya yakın bir yerdeydi zaten" dememe
kalmadı "caddenin karşısından buraya taşınıyormuş" diye ekledi. Tahta
perdelere biraz yaklaşınca müteahhit firmanın adını gördüm: Polat İnşaat..!
Şaşıracak birşey yoktu, yabana gideceğine Adnan Polat'a gidiyordu Cim Bom'un
parası. Hem, "Adnan Polat da bir indirim yapıyordur herhalde" diye düşündüm.
Beni asıl şaşırtan inşaatın başlangıç tarihiydi: 1992..! Bu hesaba göre,
iki yıldır Ali Sami Yen'de maç yapılmıyordu. Oysa ben, daha birkaç ay önce, o
staddan naklen yayınlanan şampiyonluk maçını seyretmiştim. Hafızam mı beni
yanıltıyordu, yoksa gündüz vakti karabasan mı görüyordum?
Hemen arabama atlayıp, eski bir dostumun bürosunda aldım soluğu.
Ankara'dan okul arkadaşımdı, ünlü bir spor yazarı, üstelik ünü spor
sayfalarının dışına taşan bir gazeteci-yazar olmuştu. Uzun süredir
görüşmüyorduk, herhangi bir kırgınlıktan falan değil, uzak düşmüştük sadece.
Ama, eski hukuğumuza güvenerek tereddüt etmeden kapısını çaldım. Bu stad işi
fena halde kafama takılmıştı çünkü. Nasıl olurdu?
Hoş beşten sonra hemen konuya girdim. Ama, herkesin bildiği bir şeyi bunca
zaman geçtikten sonra yeni öğrenen, üstelik öğrendiğinde şok geçiren zavallı
durumuna düşmekten korktuğum için sözcükleri ağzımda eveleyip geveledim. Ali
Sami Yen, Tatko binası, inşaat, Polat firması, şampiyonluk maçı, TV..
Ünlü gazeteci dostum o ünlü kahkahasını patlattı. "Gel" dedi, "bunları
Başkan'ın bürosunda konuşalım, ben de oraya gidiyordum".. "Nasıl olur" dememe
fırsat kalmadı, kendimi onun arabasında buldum. TEM yolundan şehir merkezine
doğru son sürat gidiyorduk. O, renkli gece hayatından "enstantane"ler anlatıp,
arada yoldaki öteki arabaların şöförlerini kalaylarken, ben heyacanımı
bastırmaya çalışıyordum. Ne de olsa Başkan'la yüzyüze gelecektim, karşı
karşıya oturacaktım. Başka zaman olsa sevinçten ayaklarım yerden kesilirdi
ama, şimdi sadece tedirginlik duyuyordum. Şu stad meselesine fena takılmıştım.
Şehir merkezinin arka sokaklarından birindeki kulüp binasına vasıl
olduğumuzda, heyecanım biraz yatışmış, basit bir hafıza yanılgısını fazla
büyüttüğüm kanısına varmıştım.
Odasına girdiğimizde Başkan geniş masasında hafifçe doğrulup hemen söze
girdi: "Yeni sezonda yaratıcılık bekliyorum, daha yaratıcı olman gerekiyor.."
Ben orada yokmuşum gibi rahat ve açık konuşuyordu: "Pasları hep Tugay veriyor,
golleri hep Hakan atıyor, seyirci artık sıkıldı. Yeni isimler, yeni görüntüler
lazım.." Ne demek istediğini anlayamamıştım. Gazeteci dostum, ünlü kahkahasını
bir kez daha patlattı, Başkan'ın yüzü belli belirsiz gerildi, ama o
kahkahasını saygılı bir tanıştırma cümlesiyle bağladı: "Başkan, bu eski dostum
son şampiyonluk maçı hakkında görüşlerinizi almak istiyor, bileğini kesseniz
kanı benim kaşkolun renginde akar.." Başkanın gerilen yüzü derhal yumuşadı,
hatta aydınlandı: "Ne maçtı değil mi?.."
"E-evet" diye kekeledim, "Tugay, Mert.. Ben gerçi TV'de.. Maç, Ali Sami
Yen.." Başkan sözümü kesti: "Ne güzel isimler değil mi? Mert, Tugay.. Onları
ben buldum.. Hadi Mert neyse de, bugüne kadar hiç Tugay diye bir isim duymuş
muydunuz?" Cümlesini bitirir bitirmez gazeteci dostuma döndü, "işte
yaratıcılık dediğim bu, yeni isimler, kimsenin duymadığı, bilmediği isimler
bul. Hayal gücünü kullan biraz.."
Ambele olmuştum, ne demek istediklerini anlayamıyordum; gerçek kişilerden
değil, hayal kişilerden söz ediyordu sanki. Tam o sırada telefon çaldı, Başkan
ahizeyi eline aldı, ağzından tek bir sözcük çıktı: "Gönder".. Başkan telefonu
henüz kapatmıştı ki, kapı açıldı ve içeri gelmiş geçmiş en ünlü sunucumuz,
milli spikerimiz girdi. Başkan, ayağa kalkıp karşıladı onu: "Üstadım,
buyrun".. Ve anlaşılan adeti olduğu üzere, hemen konuya girdi: "Üstad, sen bu
işi bıraktın bırakalı, maçların tadı tuzu kalmadı. Yeni kuşak maç anlatırken
gerçeklik hissi veremiyor, oysa sen gerçekliği yoktan varederdin.." Platin
saçlı ünlü spikerin keyfine diyecek yoktu, çatlak sesiyle, "aman efendim" diye
başlarken gazeteci dostum sözünü kesti, ünlü spikerin koluna girdi, "biz
dışarıda başbaşa biraz konuşalım, sizin konuşmanız bitince geliriz" diyerek
Başkan'la beni odada yalnız bıraktı. Başkanın canı biraz sıkılmıştı. Soğuk bir
ifadeyle, "nerede kalmıştık" diye sordu. Kısa kesmek zorunda olduğumu
hissettiğim için doğrudan konuya girdim, "Başkan" dedim, "Ali Sami Yen'de ne
zamandan beri maç yapılmıyor?" Cevabı kısa ve neti: "1992'den beri".. Beynim
uğuldamaya başlamış gibiydi. "Ama" dedim, "son şampiyonluk maçı o staddan
naklen yayınlanmıştı".. Gülerek yüzüme baktı. "Peki" dedim, "o maç hangi
stadda oynanmıştı?" Bu sefer ters ters baktı yüzüme. "Ne stadı" dedi, "ne
maçı". İrkildim, "nasıl ne maçı, son şampiyonluk maçı, hani Tugay.."
Sıkıldığını saklamayan ve konuyu kapatmak isteyen bir ses tonuyla cevap verdi:
Stadyok, maç filan da yok, hatta Tugay diye biri yok".. "Ama, nasıl olur, ben
seyrettim" diyecek oldum.. Sabırla öğrencisini aydınlatmaya çalışan bir
öğretmen edasıyla başladı anlatmaya: "Yalnızca siz değil, milyonlarca insan
seyrediyor. Ama onların seyretmesi maçların oynandığı anlamına gelmiyor ki.
Spor yazarları yazıyor, sunucular anlatıyor. Maç yapılmış gibi yapılıyor.
Enformasyon çağı dostum. Gazeteler, TV'ler, şirket-kulüpler, hisse senetleri..
Senin oyuncu dediklerin formalı, eşofmanlı artistler. Tribünler desen, onlar
da işsiz-güçsüz takımından devşirdiğimiz figüranlar. Oyuncuların adlarını,
kişiliklerini, oyun stillerini, hatta gece hayatlarını ve yarattıkları
skandalları bile biz yazıyoruz. Yani, senin gazeteci dostun, ünlü spikerimiz
ve onlar gibi binlerce insan. Koskoca bir endüstrinin bir numaralı şirketiyiz.
Ama, büyük düşünüyoruz. Hedefimiz yalnız burada değil, sınır ötesinde
büyüklerden biri olmak. Onun için daha yaratıcı olmalıyız. Yeni isimler, yeni
görüntüler, yeni imajlar lazım. Eski futbol yok artık. Daha doğrusu futbol yok
artık. Biz varız sadece. Ve herşey daha güzel. Herkes hayatından memnun.
Sayfalarca spor yazısı yazılıyor, bütün hafta onlar okunuyor, her
çarşamba-cumartesi-pazar milyonlarca insan TV başında mutlu saatler geçiriyor.
`Keyif almak' denilen şey var ya, eskiden sadece tribünleri dolduran bir takım
futbol hastaları keyif alırdı, şimdi herkes alıyor. Herşey çok daha
demokratik.."
Başkan'ı dinlerken gözüm karardı, başka bir boyuta geçmiştim sanki.. Eski
maçlardan görüntüler geliyordu gözümün önüne. Turgay'lar, Metin'ler,
Lefter'ler, Can'lar.. Sonra o görüntüler birden silindi; yaşlı, kör bir adam
belirdi.. Kör gözünü kırpıp yabancı bir dilde bir şeyler söyledi. Ne dediğini
anlamamıştım, ama ne kastettiğini anlar gibi olmuştum. Başkan'ın masasının
karşısındaki koltuktan birden bire kalktım, veda bile etmeden dışarı fırladım.
Koşar adım merdivenleri inerken yaşlı, kör adamın sözcüklerini sayıklıyordum:
Esse est percipi.. Esse est percipi.. Esse est percipi..

Jorge Lois Borges'ten adapte
J.L.Borges'den adapte: ilhami, eXpress sayı:26, 23 temmuz 1994.


Jorge Lois Borges'in 'Esse est percipi' hikayesinin ülkemize adaptasyonu
http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=266
Emre Sururi tarafından, 08/02/2001 tarihinde gönderildi.
Epigraf: Online Türkçe Edebiyat Arşivi | http://epigraf.fisek.com.tr