Epigraf, Uzak Ülke projesinin elemanıdır

Aşığın kaçınılmaz kimliği yalnızca budur: Ben bekleyenim. | Roland Barthes

Geleceği Elinden Alınan Adamın Geçmişi de Elinden Alınacak Diye Korkuyorduk / Enis Batur


“Tutunamayanlar”ın yazarı önsözlerle, bakış açıları ne olursa olsun “Hayatı ve
Eserleri” türünden bönsözler üreten kalem efendileri ile inceden inceye alay
ediyor. Aklıma çağdaş bir düşünürün, Jacques Derrida’nın, önsözün
anlamsızlığını vurgulamak için önsözler üzerine bir kitabına yazdığı uzun önsöz
geliyor: Oğuz Atay’a gönülden katılıyorum aslında; gene de “Hayatı ve Eserleri”
için birkaç ön ya da son söz, daha doğrusu sondan birönceki söz yazma
gerekliliği duyuyorum. Bir “hak”sa bu, biraz da şundan doğuyor: Yaşamamış, onun
için de hiçbir şey yazmamış bir(kaç) kişinin “Hayatı ve Eserleri” üzerine
yazdım daha önce, neden Oğuz Atay vahasına girmeyeyim, diyorum.

Tamtamına yarım yüzyıl önce doğmuş Oğuz Atay: 1934’te. 1977’de, 43 yaşında
ölene dek, hızlı dönen bir dünyanın ne hızına, ne de ritmine ayak uydurabilmiş:
Harflerine sinen siyah ama ince alayı biraz kazıyın, herkes adına kanayan
vandal bir yürek bulursunuz orada. Doğduğu yıl, "kenarında" yaşadığımıza
inandığı Batı dünyasına deccal inmiş: Hitler'in iktidara geldiği andan
başlayarak, daralmış bir Türkiye'de geçirmiş çocukluğunu. Okuma-yazma öğrenmeye
başladığı yıl, Joyce "Finnegans Wake"i yayımlamış ve romanın sınırına değmiş.
DP'nin iktidara geldiği yıl, Ankara Maarif Koleji'nde lise öğrencisi,
İstanbul'da mühendislik öğrencisi olduğu yıllarda ise Türkiye'nin çehresi
değişiyor inanılmaz bir hızla: Yeni binalar, yeni yollar, atölyeler yapılıyor;
yeni bir çukur açılıyor Cumhuriyet'in ortasında. Mühendis çıktığı sırada "Pazar
Postası"nın içinde Oğuz Atay: Yazmayı ne ölçüde düşünüyor, yazmayı düşünüyor mu
bunu bilemiyoruz, ama şiirinde, düz yazı serüveninin de yoğun sarsıntı
geçirdiği bir dönemde, bu sarsıntının "sahne"sini oluşturan "Pazar Postası"nda
amansız bir tanık olarak, sessiz ve geride, olup biteni izlediğini biliyoruz.

1954'te "Saatleri Ayarlama Enstitüsü", 1956'da "Perçemli Sokak", 1957'de Vüsat
O'Bener'in "Yaşamasız"ı Kemal Tahir'in "Rahmet Yolları Kesti"si,
1958'de "Üvercinka", bir yıl sonra da "ishak", "Panayır" ve "Aylak Adam"
çıkıyor. Türk şairi dili ve anlamı, sözdizimi ve mantığı köktenci bir yaklaşım
içinde kurcalıyor. Düz yazıda da durum farklı değil: Şüphesiz, bir yanda Halit
Ziya'nın öte yandan Sait Faik'in açtığı koridorlarda, ama onlardan bir bakıma
telaşla uzaklaşarak anlatım ve bildiri düzlemlerinde açık bir başkalaşım
yaşanıyor. Oğuz Atay ne yapıyor, hala bilemiyoruz. Nice yıl sonra, ölüme beş
kala yazdığı gibi "biraz gecikmiş" olduğu için bu değişimi ıskalıyor mu,
yoksa "aceleciliği" sayesinde belli bir basamağında değişim sürecine yetişiyor
mu? Öyle sanıyorum ki, anı anına olmasa bile, Türk yazarının dili ile olan
yüzyüze ve kıyasıya çekişmesine Oğuz Atay'ın tanık olmadığını söylemek güç.

27 Mayıs 1960. Yeni bir dönemeç, yeni bir anayasa, yepyeni kurumsal açılımlar,
TİP kuruluyor, AP kuruluyor, TÖS kuruluyor. Avcıoğlu ve Soysal "Yön""ü, Mehmet
Fuat "Yeni Dergi"yi, Cemal Süreya "Papirüs"ü çıkarıyor. Nazım Hikmet'in şiiri
ve Kemal Tahir öne çıkıyor hızla. Türkiye'de, aynı anda, sosyalizm ve
varoluşçuluk aydınlar arasında gündeme geliyor. Türk yazarının dil ve anlatım
ile kavgası sürüyor bir yandan: "Mısırkalyoniğne", "Bakışsız Bir Kedi
Kara", "Hallaç" ve "Troya'da Ölüm Vardı" aynı yıllarda günışığına çıkıyor,
Joyce ve Faulkner çevriliyor. Öte yandan "köy gerçekliği" ile
tanışılıyor: "Susuz Yaz"dan "Yılanların Öcü"ne, "Cemo"ya edebiyatın öteki yüzü
çiziliyor.

Artık hazırlanıyor Oğuz Atay: 1970'de TRT'nin açtığı yarışmaya katılacağı, bir
jüri üyesinin deyişiyle "484 sayfalık bir emeğin ve tutkunun en açık belirtisi"
el yazması, demin kaba hatlarını verdiğimiz bir ortamda yazılmıştır. Cumhuriyet
döneminde yetişen aydın kuşaklarının biraz sarsak, daha çok da tutarsız, gamlı,
traji-komik tarihini 32 kısım tekmili birden kucaklar "Tutunamayanlar". İlk
cildin yayımlanışında bile gizli bir ürpertiyle, hoşgörüyle maskelenmiş atıl
bir öfkeyle karşılanmış olması şaşırtıcı değildir aslında: Kıdem esasına göre
düzenlenmiş bir "edebiyat ortamı"na, okulsuz ve alaysız onun için de okursuz ve
alaycı bir konuk geldi sanılmış, bu amatör hayaletin nasıl olsa 'tek' kitapta
kalacağı düşünülmüş, gene de bu 'tek' kitapla (bile) kalacağı fikri kolay kolay
sindirilememiştir.

Oysa konuk değildi Oğuz: Yüreğindeki kadar dağlayıcı bir acı vermeyen ama onu
usul usul ölüm koridoruna ihbar eden beynindeki ur ile yolcuydu düpedüz. Onun
için de, "Yedinci Mühür" deki gibi sonlu bir oyunla biraz kendini, daha çok da
ölümü oyalamayı seçti: 1970'den 1977'nin son ayına dek programına zorla giren
hastalık ve ameliyatla, zorunlu olarak giren acı, alay ve hüzünle iki roman,
bir düzineye yakın öykü, bir oyun ve bir günlük yazdı. Öldüğünde dördüncü
romanından 60 sayfa kadar yazmış, "Geleceği Elinden Alınan Adam" adını verdiği
anlatıyı da bütünüyle tasarlamış durumdaydı.

Bu küçük önsözü açıkçası büyük bir sıkıntıyla, üstelik Oğuz'u kıs kıs gülerken
görmüşçesine bir duygu içinde yazdım, şu garip Orwell yılında. Bir iki özel
tutamağım vardı, avuntum da orada. Oğuz Atay'ın çift portreli bir insan olarak
düşünülebileceği kanısındayım: Biri neredeyse "pozitivist", temel inançlarından
soyutlanması güç, "dayanıklı" insan: "Topografya" kitabını, belki de Mustafa
İnan'ın yaşam öyküsünü yazan, 1960'ların başında bir fikir gazetesi çıkartmak
için çırpınan kişi. Öteki, tam tersi oysa: Korkuyu beklerkenden tehlikeli
oyunlara bile tutunamayan, gene de o oyunlarla yaşayan, geleceği elinden
alınmış, kırgın, hatta umutsuz biri: Günü geldiğinde yazdıklarının anlamına
bile yetişemeyen Oğuz Atay. Biri gülüyorsa bu önsöze, öteki yalnızca
bakıyordur. İkisi de inanmıyordur şüphesiz. İkisi de soruyordur sonra: “Ben
burdayım sevgili okurum, sen neredesin?"

"Bir Zar Atımı"nın önsözünde şunları yazar Mallarme: "Bu not okunmasın ya da
okunduktan sonra unutulsun isterdim." Ben de bu önsöz için aynı dilekte
bulunacağım "Tutunamayanlar"ın okurundan: Romandan hemen hiç söz etmedim, kimse
yazar ile okur arasına girmemelidir; Oğuz Atay'dan, o yaşarken olup-bitenden
birkaç kıvılcım sürdüm önünüze: Bu kıvılcımlardan başkalarını çıkartmak daha
kolay olabilir, diye düşündüm: "Tutunamayanlar" belli biri tarafından, belli
tarih ve coğrafya enlem-boylamında, belli bir bağlamdan çıkıp belli bir bağlama
doğru yazılmıştır. Onu kuşatan gerçekliği onun gerçekliğinden soyutlamamak
gerek. Öte yandan, bir kitabın ön ve arka kapağı arasında belki de "hiç
kimsenin ürünü" bir metin yer alıyordur: "Çağların, depremlerin, sellerin
yazdığı" bir metin...

Oğuz'un kendisine giderayak yakıştırdığı tanımlama gerçekten yakışıyor mu ona?
Gerçekten de geleceğinin elinden alındığına inanabilir miyiz bugün? Ölümünden
yedi yıl sonra, "Bütün Eserleri"ni yayımlamayı üstlenen İletişim Yayınları'na,
genç okurlara bu geleceği göğüsleme olanağı verdiği için Oğuz Atay'ı
unutmayanlar adına teşekkür etmek isterim: Bizlerin korkusu, geçmişin de
elimizden alınması olasılığından kaynaklanmıyor muydu?

Şubat 1984, İstanbul

Enis Batur
Tutunamayanlar, İletişim Yay., Önsöz (http://members.tripod.com/NS_editor/sayi5/yazi07.html)


Enis Batur'un, Oğuz Atay'ın 'Tutunamayanlar' romanı için yazdığı önsöz
http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=485
Emre Sururi tarafından, 29/04/2001 tarihinde gönderildi.
Epigraf: Online Türkçe Edebiyat Arşivi | http://epigraf.fisek.com.tr