Epigraf, Uzak Ülke projesinin elemanıdır

Artık Jean-Sol ölmüştü ve çay soğuyordu. | Boris Vian, Günlerin Köpüğü

Hazan ile Raks'ın Hikayesi / Güldal Kızıldemir


Önce sesleri kavuştu, sonra kendileri... Ölümsüz aşklara beşiklik eden ama
mutluluğun sonsuz olmasına izin vermeyen Şark'ın çocukları, İstanbul kızı Tuna
ile Beyrut delikanlısı Nasser... Ya da November ile Tango...

.......................................................................

Bu defa bir değil, iki kişinin hikâyesini anlatıyorum: November ve
Tango'nun hikâyesini.

Yıl 1961. Beyrut Havaalanı. Kontrol kulesinde uçuş operatörü Nasser;
havacılık konu, adının 'N'sinden 'November'; yani kasım, güz, doymuş, vermiş
ve soyunmuş doğa; hazan...

Yıl 1961. İstanbul Havaalanı. Kontrol kulesinde belki de dünyanın tek
kadın uçuş operatörü Tuna; havacılık kodu, adının 'T'sinden 'Tango'; yani
neşe, macera, rehavet ve raks...

Nasser, bütün Lübnanlılar kadar Türkiye aşığı, ama ailesine bir Türk
yenge getirecek kadar eylem adamı. Dünyada tek olmayı başarmış bir Türk kadın;
sesi hülyalar yaratıyor, beyazk âğıtlara dökülmüş ifadesi ışıklı...

Tuna, bütün İstanbul kızları kadar geleceğe dönül; sınırlarına
sığmıyor, iki yüz kişi arasından sınav kazanan üç kişiden tek kadın olanı.
Olmayacak olanı oldururum diyen meydan okuyucu. Dünyanın kapıları Lübnanlı
Nasser'ın anahtarıyla açılıyor ona...

Nasser 25, Tuna 20 yaşında. Bu yaşa kadar birbirlerini tanımadan
yaşadılar. Bu ilk bölümleriydi hayatlarının.

Önce söz, sonra yazı; Ortadoğu'nun kadim değerleri onları buluşturdu
ve bir yıl içinde evlendiler. Yıl 1962.

Hayatlarının üç bölümünde ise birbirlerini tanıyorlardı: 10 küsür
yıllık Beyrut bölümünü bitiren savaş; 10 küsür yıl İstanbul, Nasser'ın tün
dünyayı dolaşıp üç ayda bir gelişleri; 10 küsür yıl İstanbul, en mutlu
yıllar...

Tuna şimdi hayatının beşinci bölümüne Nasser'sız başlıyor; Nasser'ın
hayatının beşinci bölümü yok! O öldü.

Onlar, ölümsüz aşklara beşiklik eden ama mutluluklarının sonsuz
olmasına izin vermeyen Şark'ın çocukları.

Hayır. Bu hikâye, November ve Tango'nun değil, Hazan ile Raks'ın
hikâyesi...

.......................................................................

1962'de Hürriyet gazetesine manşet oldu evliliğiniz. 1998'de ise aynı gazetede
bir ilanla hatırladık sizi. Kocanızın ağzından yazılmış bir ölüm ilanıydı;
ölümsüz aşkınız için size teşekkür ediyordu... Nasıl başladı bu aşk?


Ben İstanbul, o Beyrut havaalanı kontrol kulelerinde çalışıyorduk. Uçağın
inişine kadar güzergâhtaki bütün kulelerle konuşurduk. Nasser'la da böyle
konuşurduk. Sesimi beğeniyordu Nasser. Benim kadın olarak bu işi yapmam da
ilginç geliyordu ona. Dünyada tek olduğumu söylerdi. Tamamen uçakla ilgili
konuşulurdu. Hava durumu, alan durumu... Bir gün Nasser yazışmak istediğini
söyledi. Kabul etmedim, ama o yazdı. Önce cevap vermedim. Son derece saygılı,
sevgi dolu şeyler yazıyordu. Ben de yazdım.


Önce ses, sonra yazı...


Evet, yazdıklarımı da beğendi herhalde. Bir gün "Amerika'ya gidiyorum,
İstanbul'da sana uğramak istiyorum" dedi. Onu Arap giysileri içinde göreceğimi
sanıyordum. Uçak boşaldı, en arkadan son derece yakışıklı bir delikanlı indi.
Arkadaşlarıma "İşte bu Nasser" dedim.


Siz de ses ve mektuplardan beğenmişsiniiz ki, uçağın en yakışıklısı olmayı ona
yakıştırmışsınız. Mektuplarda fotoğrafını göndermemiş miydi?


Ben istememiştim, etki altında kalırım diye. Onun bavullarını işaret edişi, el
hareketlerinin zarafeti farklı ve incelikliydi. O olmalı dedim. O da bizim
gruba yöneldiğinde, yanımda kız arkadaşlar vardı, bana "siz Tuna olmalısınız"
dedi. Sonra bize geldi. On gün kadar sonra Amerika'ya gitmek için ayrıldı.
Döneceğine dair bir söz vermedi ama döndü. Bana evlenme teklif etti. Kabul
ettim.


O arada iyice aşık mı oldunuz?


Çok sevdim. Bir de bir macera da yaşamak istedim. Nasıl sınavda iki yüz kişi
arasında sınava girdim ve kazandım, buna da cesaret ederim dedim ve mutlu
olmayı başarırım.


Geleneksel Arap kıyafeti içinde olsaydı da sever miydiniz acaba?


Vallahi, bunu ben de çok düşündüm. Nasser niteliklerinde bir adamı, o
vaziyette de olsa severdim. Lübnan'da Hıristiyan Araplar da var, Hıristiyan
olsa da severdim.


Nikâhı, ailesini görmeden mi yaptınız?


Evet. Annem çok ağladı. "Kızımın hasretine dayanamam" diyordu. Nasser dedii
ki, "Ne kadar sıklıkta görseniz dayanabilirsiniz?" "Mesela iki ayı geçmesin"
dedi annem. İki ayı bir gün bile geçirmedi Nasser, beni 10 küsür yıl boyunca
iki ayda bir İstanbul'a gönderdi. Üç gün Hilton'da balayı yaptık ve Lübnan'a
gittik. Havaalanında iki yüz araba karşıladı bizi. Üç gün üç gece düğün de
orada yaptık.


Ailesiyle mi oturdunuz orada?


Altı ay. Bunu ben istedim. Yemeklerini, adetlerini bilmiyordum, öğrenmek
istedim.


Neticede Arap kültürüne alıştınız mı?


Alışmak değil, öğrendim. Evimi orient yapmadım. Hep Türk eviydi. Beni "Türk
Yenge" diye çok sevdiler. Bu kadar zaman geçti, ne onlar beni unuttu, ne ben
onları...


Beyrut'tan İstanbul'a nasıl geldiniz?


Savaşa kadar orada yaşadık. 1975. Çok güzel bir evimiz vardı. Ama savaşta
vurulduk, yaralandık, tedavi olduk. Nasser, "Artık sizi burada tutmam" dedi.
Bizi İstanbul'a gönderdi. O bir süre daha kaldı. Swissair'de çalışıyordu.
Sonra Beyrut Havaalanı kapandı. Swissair onu dünyanın birçok yerine gönderdi.
On beş kadar ülke dolaştı on yıl boyunca.


Siz İstanbul'da...


Ben burada çocukları büyütüyorum. O üç ayda bir geliyor. Kızım Beyrut'ta,
oğlum İstanbul'da doğdu. Nasser, bu on yılın sonunda İstanbul'a yerleşti.
Burada Ürdün Kraliyet Havayollarını kurdu ve uzun süre genel müdür olarak
yönetti. Oradan ayrılınca kendi turizm şirketini kurdu, ama yürütemedi. Otuz
yıllık kariyeri var. Son olarak özel bir turizm şirketinde yönetici olarak
çalışıyordu.


İşi ters gidince, aman çok kötü, mahvolduk dedi mi? Yani mutluluğunuz bozuldu
mu?


Bir gün bile "İşler kötü" demedi. Ama geceleri kalktığımda pencere önünde
sigara içerken görürdüm. "Ne oldu, bir derdin var" derdim. "Dert değil,
hallederim" derdi. Sıkıntı vermekten korkan, sıkıntıdan uzaklaştıran bir
adamdı. Trafikte takılırdık, "Bak Tantina" derdi, "Şu işaretten sonra açılacak
yol." Açılmazdı ama biz de güler, rahatlardık.


"Tantina" ismi nasıl çıktı, size "Tango" demez miydi?


Uzun süre o bana Tango, ben ona November dedim. Nice sonra bana "Tantina"
demeye başladı. "Tante Tuna" (Tuna Teyze) demeye getiriyor. Ben de "Nassura"
derdim. O kızımız Ferah'a "Farfura" derdi, küçük kelebek demek. Torunu Nadin'e
"Nadduna" derdi. O hayatıydı zaten. Arapça, küçük çocuklara söylenen bir şarkı
var. İşyerinde telefon açıp ona onu söylermiş. Nasser ciddi, oturaklı adamdı.
Taşkınlığını, uçarılığını göremezsiniz. Şarkı, el hareketleri de olan neşeli,
komik bir şarkı. Eminim telefonda şarkıyı söylerken el hareketlerini de
yapıyordu. "Ne diyorlar sana işyerindekiler" diye sorardım, "Kim takar" derdi.


Ciddiyetini kaybettiği hiç olmaz mıydı?


Hayır, hayır... A, bir dakika, bir kere hiç ummadığım bir şey oldu. Lübnan'da,
Fontana gazinosunda hep beraber oturuyoruz. Mısır'dan bir sanatçı gelmiş
şarkılar okuyor. Ben rahatımdır, peruğum vardı, sıcaktı, çıkardım attım.
Konuşmalar arasında, çok sevdiğimiz arkadaşlarımız İstanbul'dan gelmişlerdi.
Burhan'la Yasemen, "Bak Tuna," dediler, "Nasser sahnede." Olacak iş değil.
Herhalde şarkıcıdan çok etkilendi. Çok güzel sesi vardı, çok güzel Arapça
şarkılar okurdu. Flört zamanımızda da okurdu, bayılırdım.


Eh sahne hayatı da var.


Çok renkli kişiliği vardı. Ama mütavazıydı. Birinden bir şey isteyeceği zaman
gönlünü almadan yapmazdı. Cenazesine iş yerinden bir hanım geldi. Kahve iikram
ediliyor, kadın birden fenalaştı. Ben yanaklarını öptüm. "Neden bu kadar
ağlıyorsun, bak ben çok üzgünüm, karısıyım" dedim. Dedi ki, "Kimi zaman beni
çağırır, "Beni seviyor musun Tumay" derdi. Ben de "Tabii Nasser Bey" derdim.
"O zaman bana bir kahve yapar mısın?" derdi. Kahveyi görünce onu hatırladım."


İnsanlara temas etmekten hoşlanır mıydı?


Evet. Hep dokunarak konuşurdu. "Neden?" derdim, kıskanırdım, "Neden kadınlara
elini koyuyorsun?" "Ama," derdi, "onlarla sevgi alışverişi yapıyorum. Sana da
dokunuyorum, nasıl sevdiğimi anlamıyor musun?"


Şiir de yazıyor olmalı...


Evet, yazardı. Arapça. O defteri bulmalıyım.


Alıngan, kırılgan mıydı?


Hiç bana alındığını görmedim. Hiç kavga etmezdik ki. Hiç yüksek sesle
konuşmazdık. Çocuklar, "Kavga etmez misiniz Allahaşkına" derdi. Oğlum evlendi.
Eşi hırçın bir kadındı. "Anne bizi öyle alıştırmışsınız ki, yüksek sesle
konuştuğu zaman dayanamıyorum" derdi.


Boşandı mı?


Evet. Nereden tahmin ettiniz...


O kadar huzura alıştıysa, ne yapsın çocuk. Eşiniz biraz da içine atan biri
sanki...


Sanırım. Belki de birbirimizi kırdığımız olmuştur. Ama bir gün bana, "Bana da
şunu söyledin" dememiştir. Görüyorsunuz, ben çok şişmanım. O ise
evlendiğimizde bir seksen beş boy, seksen dört kiloydu, bir gram almadı.


Özenmediniz mi ona?


Özenmez olur muyum? Sorardım ona, "Sen hiç zayıf kadın istemedin mi? Şöyle
çıtı pıtı..." "Ne yapayım," derdi, "Şu kafası güzel olsun insanın." Bir gün
bile "Şişmansın" demedi. "Zayıflayamıyorum" derdim. "Birazcık yeme istersen,
belki ondan olmuştur" derdi. "Bu günlerde biraz sıhhatli görünüyorsun."
Yüksünmeden zayıflama harcamalarıma para verirdi. Ama zayıflayamazdım.
Zayıflayamazdım da "Yazık oldu paraları" mı derdi? Hayır, gözünden sevgi eksik
olmadı. Ne doğumgünü, ne evlilik yıldönümü unutulur. Ben unuturdum. Kapı
çalınır, koca bir çiçek. Kartları bir görseniz: "Senin büyük aşkın..."


En çok neye para harcardı, sizin zayıflamanız dışında?


Hah ha... Seyahati severdik. Her yeri gezdik. Üç dört yıldızlı otellere
gitmezdi. Derdim ki, "Niye bu lüks yerlere geliyoruz. Burada bizi kimse
tanımaz." Tanınmak önemli değil" derdi. "Siz iyi yaşamalısınız." Hepimize
arabalar aldı. Hiçbir şeyden mahrum olmamızı istemedi. Çok zengin biri
değildi. Öldüğü hastanenin parasını, oğlumun arkadaşı Mustafa Çağlar başta,
eşe dosta borçlandık.


Önemli bir rahatsızlığı var mıydı?


Hayır. 62 yaşında çok sağlıklıydı. Kimse eğilerek yürüdüğünü görmemiştir.
Cumartesi eve iş getirmişti, çok çalıştı. Pazar sabahı uyandıktan sonra oldu.
Aort yırtılmasıymış. O, "Bacaklarıma dağ yerleşti," diyordu. Aort
patlamalarında kurtuluş sıfır.


Ameliyata kadar şuuru yerinde miydi?


Evet. Ameliyathaneye çıkınca beni çağırmış. "Neredesin?" dedi, "Veda etmeden
gitmek var mı?" Koştum sarıldım. Ama anladım, bu gidişin dönüşü yok. Şu zinciri
çıkarmış boynundan, avucuna almış. Elime tutuşturdu. Sonra uzaklaştırdılar.
Bana parmaklarını avcunun içinde doğru bükerek el salladı. Ben de aynını
yaptım. Sonra daha sağ görmedim.


Sahiden hiç kırılmadınız mı ona?


Hiç. Şimdi diyorum ki, keşke bir gün bana "Tuna, şu sigarayı neden buraya
koydun?" deseydi de kırılsaydım. İşyerinde yoğun iş, kavga gürültü, kıyamet
kopuyor. Ben telefon açıyorum, sesi kadife gibi, değişiyor. Onlar anlatıyor.
"Biz hemen alıyorduk, ya karısı, ya kızı, ya oğlu... Sesi değişiyordu." Bazen
evde bir not bulurum: "Ben şuraya gittim, birazdan geleceğim...." Ama mutlaka
sonunda "Seni çok seviyorum." O küçük kağıtlar...


Siz onu kırdınız mı?


Umarım kırmamışımdır. Ama kırıldığını bana hissetirmedi. Herkese söylüyorum,
sevgililer birbirinden bir şey saklamasın, birbirine yalan söylemesin ve her
şeylerini paylaşsın... Ve o sözünü ettiğim küçük kağıtları bir yerlere koysun.

Güldal Kızıldemir
Radikal, 30 Ağustos 1998


Güldal Kızıldemir'den 'Hazan ile Raks'ın Hikayesi' (röportaj)
http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=326
Emre Sururi tarafından, 12/02/2001 tarihinde gönderildi.
Epigraf: Online Türkçe Edebiyat Arşivi | http://epigraf.fisek.com.tr

epigraf     Bir önceki eser:   Türkiye / Küçük İskender
<<< -- Rasgele bir eser -- >>>
   Bir sonraki eser:   Deli Kızın Türküsü / Gülten Akın