Epigraf, Uzak Ülke projesinin elemanıdır

Yine kış, yine kış, bütün emelleri bir ağlayan duman sarmış... | Ahmet Haşim

Caïque / Mehmet Günsür




Kaş kanalını geçerken güneş doğmaya başladı. Öğleden önce Kekova'ya demirlemek istiyordum.

Çok geç gelip, hemen yatmışlardı. Havaalanında çantaları kaybolmuş, beklemişler. Onlar uyumadan yola çıkmıştım.

Belçikalı bir adam ve kızı. Adam benden on yaş kadar büyük görünüyor. Kız, yirmi yaşlarında. Gece karanlığında ikisini de doğru dürüst göremedim. Paket çorba içip, kamaralarına yerleştiler. Adam, yanına bir şişe viski, mum ve küçük bir bardak aldı. Şimdi uyuyorlar.

Perşembe günü Köy'ü arayıp, iş çıktığını söylemişlerdi. Ben de bu tekneyi istemiştim. Yeniydi, merak ediyordum. Adı hoşuma gidiyordu: Caïque. Bildiğim kadarıyla, Arapça'dan Fransızca'ya geçmiş bir kelime. Bildiğimiz kayık.

Güneş iskele tarafında, tepelerin ardından doğuyor. Rüzgâr neredeyse sıfır. Dümen suyumda karabataklar. Düşük devirde, dört-beş mille gidiyorum. Kahve ve sigara içerken, iki yolculu turlarda çıkabilecek sorunları düşünüyorum. Alışveriş listesinde –ve şimdi dolaplarda– çok fazla alkollü içki var. Adam taksiden indiğinde aksi bir sarhoşluk sezmiştim. Birbirleriyle hiç konuşmamışlardı. Bunun gibi şeyler.

Nisos Kastellorizon'u sancağımda bırakıp, Meisti'ye biraz yaklaştım. Karasuları ve sahil koruma botlarıyla oynamak eğlencelidir. Dürbünle baktım. Hiç bir hareket yok, uykudalar.

Pruvamda yunuslar çıktı. Bir süre izleyip sonra kayboldular. Sudan karaya doğru hafif bir rüzgâr başladı. Kıyıda, kireçli kayalar, koyu lacivert bir buğu içinde. Yüksek, sert kayalar. Büyük Ege depreminin kıvrımları. Derin yarlar ve mağaralar arasına sıkışmış çok küçük kumsallar geçiyoruz. Hareketli, siyah ve beyaz lekeler halinde keçiler. Uykusuzum, gözlerim yanıyor. Dümeni kilitleyip, aşağı iniyorum. Bir kahve daha. Adam, derinden, kesintili bir horlamayla uyuyor, duyuluyor. Kamaraların kapıları kapalı. Salondaki masanın üstü karışık: İki fotoğraf makinesi, sigara paketleri, boş çorba kaseleri, bir Türkiye broşürü, uçak biletleri, oyuncak ayı, Grekçe gazeteler, yarım ekmek, küçük yeşil bir çanta –makyaj malzemeleri?– ve diğer yolculuk artıkları.

İki yıl kadar önce, Köy'e yerleşirken, yapmak istediğim tek şey vardı: Bir şeyler yazmak. Çok küçük bir hayat. En temel olanlarla yetinerek; zeytin, zeytinyağı, şarap, çay, balık, pirinç ve o köyün ekmeği, sebzeleri. Yanıma tek kitap almıştım: Braudel'in "Akdeniz ve Akdeniz Dünyası", iki cilt. Kendim için yazmak istiyordum. Hatırlamak için. Ya da bazı şeyleri kayda geçirmek için. Yazın üç-beş tur alıyordum, kötü para değildi, kışı karşılıyordu. Zeytin ağaçlarının arasındaki balkonlu taş evde çok rahattım. Sayfalar, cümleler, kısa metinler yazdım. Venedik Terra Ferma'sını, Kastilya Transhümansı'nı, Hecin Devesi ve Orta Asya Devesi'ni; Arap ve Türk İstilaları'nı, Mevsimler'i, Atlantik ve Sahra'yı ve daha yüzlerce başlığı defalarca okudum. Yalnızca bunları yaptım. Yazdıklarımı, benden başka kimse okumadı, iyi çalıştım.


......


Üçağızlar'ın karşısındaki dar boğazdan geçip, Geyikova adasını sancağıma aldım. On dakika sonra, "Kale Restaurant & Pansiyon" un önüne demirledim. Büyük Salih'in yeri. Salih Çan. Çocuklar botla gelip, Caïque'ı iskeleye bağladılar. Biraz ortalığı toplayıp, denize girdim. Kıyıya yüzdüm. Lokantaya çıkıp, kahvaltı istedim: Üç yumurtalı, maydanozlu ve keçi peynirli omlet, çay, bal ve tereyağı. Yemeğimi yerken Salih'le biraz konuştuk. Sezon, gelen-giden, belediye seçimleri, "mark çok yükseldi", "balık kalmadı", "sarnıçlar yetmiyor" gibi her zaman konuşulan şeyler...

Adamın güverteye çıktığını gördüm. Etrafına bakındı.

"Botu al da gel" diye bağırdım.

İri yarı, bıyıklı, beyaz, çok kısa saçlı, sert suratlı bir adamdı Belçikalı. Hiç de acemi olmayan bir telaşla bota bindi, koltuk ipinden çekerek iskeleye yanaştı, bağladı.

"Nerden buldun burayı skipper? Dünyada böyle yerler kaldı mı?" diye bağırarak bottan indi.

" Burası üç bin yıllık bir korsan sığınağı".

Heyecanlı görünüyordu. Masaya oturmadı. Salih'ten bira isledi. Şişeyi alıp, köyün içine, yukarılara doğru yürüdü. Kız da güverteye çıktı. El salladım.

"Oraya nasıl gelinir?" diye bağırdı.

"Çocuklar seni alır" dedim.

Mayosunun üzerine çok renkli bir Hint kumaşı bağlamıştı. Dik ve güvenli bir duruşu vardı. Uzun saçlarını toplamış.

"Baba nerde?" diye sordu masaya oturunca.

"Oralarda, yukarıda, Likyalı'ları arıyor".

Yoğurt, bal ve ekmek istedi. Açık kumral, yeşil gözlü, küçük burunlu kız. Nerede olduğuyla pek ilgilenmiyor gibiydi.

"Buralarda kekik bulunur mu?" diye sordu.

"Ne için?".

"Fotoğraflar çekmem lazım"

Ziraat mühendisliği okuyormuş, Roma'da. Annesi İtalyan. Yazları turist rehberliği yapıyor. 22 yaşında.

Adam döndü. Ter içinde, birası bitmiş. Salih'e işaret edip şişe istedi.

Kız "Burası neresi?" diye sordu.

"Üç bin yıllık bir korsan limanı" diye cevapladı baba.

"Sen Fransızca'yı nerde öğrendin skipper?"

"Lisede. Bana skipper demen gerekmiyor. Adım Mehmet, zor gelirse Mee-mee diyebilirsin. Yamyam ismi gibi."

"Peki Mee," dedi, "denizciliği nasıl öğrendin?"

"Deniz kuvvetlerinde".

"Ne yani, sen subay mısın?"

"Hayır, artık değilim, istifa etmiş bir yüzbaşıyım."

"Nerede yaşıyorsun?".

Onlara Köy'ü anlattım. Yazı yazdığımı söylemedim.

"Sen ne yaparsın?" dedim.

Atina'da yaşıyormuş. On yıldır. Estetik cerrah. Belçikayı sevmiyormuş.

" Atina'da bir klinikte, zengin kadınların memelerini düzeltiyorum işte..."

"Bi'şeyler yesene"

"Ne yenir bur'da?"

"Balık çorbası ister misin? Dün geceden, hatta bir önceki geceden kalmıştır. Azaldıkça, un, pirinç, otlar, yağ, su ve müşterilerin bitirmeyi beceremedikleri balıklardan parçalar, kafalar, kılçıklar eklenir. Tencere sezon boyunca kaynar. Çok güzel çorbadır."

Durdu. Bir an konuşmadı. Bıyıklarıyla oynadı, kafasını kaşıdı. Gülmeye başladı.

"Nerden çıktın sen be?" dedi.

"Arkadaşım çorba istiyor" dedim Salih'e.

"Kale bugün açılmaz mı?" diye sordu kız. Bilemediğimi söyledim. "Ben kekik aramaya gidiyorum" dedi ve kalktı.

"Bu kızı çok seviyorum, biliyo'musun" dedi adam. "Bunun annesiyle on yıl kadar evli kaldık, İtalyan. Roma'da oturduk. Benden birkaç yaş büyüktür. Üniversite'de, felsefe kürsüsünde hoca. Bu kız çok akıllı, ikimize de benzemiyor, ikimizden de daha güzel. Sakin ve duru bir mantığı var. Ben insanlara, insan ilişkilerine çok düşkünüm. O, dünyada yalnızca insanların yaşamadığını düşünüyor. İnsan, merkezde değilmiş."

"İnsanı merkeze koyunca, 'üstün insanın her şeye hakkı vardır'a kadar gidiliyor sanıyorum" dedim. Beni pek dinlemiyordu. Kafasındakileri toparlamaya çalışıyor gibiydi.

"Yani, bulmuş bu kız. Bunun yaşı olmaz ki! Arıyorsan, tek bir şeyi bulman yeter. Tek bir kesinlik yeter. Bu bulduğundan bütün sonuçları çıkarırsın. Çıkarabilirsin. Çıkaramaya da bilirsin, işte ne mal olduğun burada anlaşılıyor."

"Sen bulamadın mı?".

"Buldum, sonra kaybettim. Şimdi arıyorum".

Sustuk. Ben börülce salatası ve bir bardak beyaz şarap istedim. Akşam için balık sordum. İki kiloluk bir lagos varmış.

"Onu bize ayır" dedim.

Bizden başka üç tekne daha vardı. Fransız bayraklı iki Gypsee ve bir Fethiye guleti. Gulette kalabalık bir Alman grubu. Genç insanlar. Dire Straits dinliyorlar.

"Bu gece burada uyuruz, yarın da Shenandoah'ı görmeye gideriz" dedim.

"O ne, ya da neresi?"

" Yüzbaşının sürprizi"


......


Kız, elinde kekikler ve başka otlarla döndü.

"Biliyo'musun baba. Yılan gördüm, benden kaçmadı. Kara, kör yılan çünkü. Dört tane kedi gördüm. Bur'da çok kedi var." diye heyecanla anlatıyordu. Sonra İtalyanca konuşmaya başladılar. Kendi kızımı özledim. Asmanın altındaki hamağa, uyumaya gittim.


......


Uyandığımda saat beşi geçiyordu. Serin ve rahat bir uyku. Rüya görmüştüm: Shenandoah'ın kaptanıymışım. Pasifiği geçiyorum. Ama ben aslında ben değilmişim, Helikopterler saldırıyor. Tayfalar çok uzun namlulu eski tüfeklerle helikopterlere ateş ediyorlar. Korsan helikopterleri. Hasta zenci, Narcissus'un zencisi, bağırarak güverteye çıkıyor, denize atlıyor. Ben Shenandoah'ı getirip buralara saklıyorum, ikinci Dünya Savaşında Hamidiye'nin yaptığı gibi. Sonra lagos buğulama pişiriyorum, mantarsız ve unsuz.

"Nerde bizimkiler?" diye Salih'e sordum.

"Botu alıp adaya gittiler. Adam çok bira içiyor" dedi Salih.

"İçsin... Hadi birer tane de biz içelim".

Sonra çocuklar beni sandalla tekneye götürdüler. Çocuklar, teknelere kenarları işlenmiş yemeniler satan kız çocukları. Benim kızım yaşındalar. Hep gülüyorlar. Bana da, kenarlarına çok küçük deniz kabukları işlenmiş koyu lacivert bir yemeni sattılar.

Güverteyi, havuzu yıkadım. Acenta'yı arayıp her şeyin yolunda olduğunu söyledim. Shenandoah'ı sordum. Yarın sabah, Gemiler adasından kalkıp, bu tarafa doğru geliyormuş. Öğlene doğru görebileceğiz.

Caique'ı iyice sevmeye başlamıştım. On iki metrelik, beyaz, Marsilya yapımı bir fiber tekne. İçi, çok kullanışlı. Buz dolabı, buzlukları geniş. Yelkende nasıl gidiyor, yarın anlaşılacak.

Kendime bir kahve yapıp oturdum. Biraz okudum. "Sağduyun/ Toprağa verilişin/ Seni üçüncü kez gördüm orada/ Kar yağıyordu/ Bense, tabutunun ardında, taşıyıcılarla çekişiyordum bahşişleri yüzünden/ Bu acunda iki şey sevdin/ Bir papağanla/ Ekselansın pembe tırnaklarını/ Yoktur umut /Ve çalışmak gerekir/ Kapalı yaşamalar daha yoğundur/ O gizli dokular" satırlarını, Belçikalı'ya vermek üzere bir kâğıda yazdım. Hiç bir şeye sığınmadan yaşayabilmenin güçlüğünü ve doğruluğunu düşündüm yazarken. "Yoktur umut ve çalışmak gerekir."

Saat yediye doğru baba-kız döndü. Güneşten kızarmışlar. Başka bir sürü otlar daha toplamışlar. Deniz kabuklu yemeniyi kıza, Cendrars'ın satırlarını da adama verdim.

"Bir saat sonra, kıyıda balık yiyeceğiz" dedim. Bir bardak şarap ve bir elma alıp güverteye çıktım.


......


" Ben hayatım boyunca zengin kadınların memelerini mi düzelttim sanıyorsun?" dedi adam. Üçüncü şişe şarabı açmıştık. Kız, Salih'in karısıyla birlikte Rodos televizyonunu seyrediyor ve yemeni işliyordu. Adanın üzerinden yarım ay doğmuştu.

"Nerden bileyim senin hayatını?" dedim.

"Ama umut olmadığım biliyorsun" dedi.

Altmışlı yıllarda Güney Amerika'da operatörlük yapmış, Gerilla kamplarında.

"Ben çok kol, bacak diktim biliyo'musun?" diye başladı anlatmaya: "Sonra dört yıl, tek başıma bir hücrede yattım. Soğuk, ıslak, filimlerdeki gibi bir hücrede."

"Aynı günün sabahında özgürlüğümü, kadınımı, umutlarımı, sağlığımı kaybettim." diye devam etti.

" Bir kaç dakika içinde herşeyi kaybettim. Güzel bir sabahtı. Güneş, yeni doğmaya başlamıştı. Ben daha uyumamıştım. Çinli sevgilimle yataktaydım. Çok uzun saatler geçmişti. Ufacık bir kızdı. Yani kırkbeş kilo, bir elli boy. Çok uzun... çok uzun bir geceydi işte. Her gecelerimiz gibi. Pencereden içeri giren fujerler ve beyaz bir ay ışığı vardı. Ahır kokuları. Çiçek kokuları... Bizim kokularımız. Önce geri tepmesiz topların tok seslerini duydum. Sonra MP5'ler başladı. Bizimkiler cevap verdiler: Kaleşnikofların kararlı takırtısı... Donumu giyip yataktan fırladım. Çocukları barakadan alıp, bodruma saklamak için. Bahçeye çıktım. Çocuklar uyanmıştı. Pencerelerdeydiler. Eğilerek koşuyordum. Vuruldum, düştüm. Sürünmeye çalışıyordum ama canım çok yanıyordu. Başım dönüyordu. Ağzımdan kan geliyordu. Çinli kız, bir yandan tabancayla ateş ediyor, bir yandan da bana doğru koşuyordu. Dimdikti, büyümüştü. Vuruldu. Sanıyorum karnından vuruldu. Düştü. Bir süre çırpındı... evet. Sonra öldü."

Belçikalı sustu. Bardağını üst üste iki kez doldurup içti. Ay iyice yükselmişti. Rodos televizyonunda rebetler çalıyordu.

"Sonra askerler geldiler" diye devam etti. "Beni görmediler, fujerlerin arasına düşmüştüm. Çocukları sürükleyerek barakadan çıkarmaya başladılar. Bizimle yaşayan bir rahibe vardı. Askerleri engellemeye çalışıyordu. Kızı, ellerindeki kısa palalarla parçaladılar. Ben yalnızca seyrettim... Kayboldum, kaybettim... Hastahanede, ayağımdan karyolaya zincirlenmiş uyandım."


......


Onlar elbiselerimi alıp botla gitmişlerdi. Ben biraz yüzdüm. Ay, uzaktan gelen jeneratör sesi, suların sonsuzluğu, müzik kırıntıları, köpek havlaması, lacivert gökyüzü... Deniz ılık ve karanlıktı. Tekneye yaklaştım. Adam mırıldanarak şarkı söylüyordu. Kız, ağız armonikasıyla ona eşlik ediyordu, iyice yaklaşınca duydum, şöyle bir şeydi:

"I'll drink you under the table
be red rose go for walks

....

the old haunts what I want
is red beans and rice
and wear the dress Ilikesowell
meet me at the old saloon

....

make sure there's Dixie moon
New Orleans, I'll be there."


Tekneye çıktım. Kurulanıp havluya sarındım. Adam bana küçük bir bardağa viski doldurup verdi. Kız, uyku tulumunu alıp baş tarafa uyumaya gitti. Uzunca bir süre sustuk.
"Kara öfkeyi bilir misin?" dedi adam. Cevabımı beklemeden hızla, sert bir sesle devam etti:

"Kara öfke, Grekçe 'melaina kole'. Siz şimdi melankoli diyorsunuz, istisnai kişilik. Büyük insanların, büyük akılların ulaşabileceği bir durum. Bunları ben söylemiyorum. Sizin Aristo söylüyor. 'Beni öldürmeyen her şey daha güçlü kılar'. Bunu da, bıyıklı söylüyor. Cahilsin. Bunları anlayabilmen mümkün değil. Sen balık isimleri say. Kayaları, topukları ezberle. Evet, bay Mee, kaybetmeye alışmışsın. Kaybetmeyi kabul etmişsin. Korkmaktan korkuyorsun. Otlar haşlayıp ye. Rüzgârı kolla. Jeneratörün platinlerini tamir et. Rota çiz. Harita okumaya çalış. Peki senin rotan var mı? Bana, kaybetmeyi öğretemediler. Öğrenmedim, kabul etmedim. Kaybetmeye karşı, yerine koyacak karşılık bilmiyorum. Kaybettiğim her şey, herkesin kaybettiği her şey, benim varlığımın kaybı. Senin o aptal köyde oturup, saçma sapan bir inziva yaşaman da benim varlığımın kaybı, anlıyor musun! Sen git denize işe. Ilık, karanlık denizde yüz. Suyun içine kus. Ananın rahmindeki ıslak, ılık, mutlu ve aptal aylarını hatırla. Sabahları da ipleri topla. Aman çok düzgün topla. Denizcilik geleneğini kolla. Tahtaları sula, fırçala. Kıza bak, içini çek, konuşama. Oreganoya kendi dilinizde 'kiikik" diye tuhaf bir şey dediğinizi söyle ve sırıt. Bu sana üç saat yeter! Mutlu aptal! Ordu artığı!"

Lodos, pupadan saatte on yedi mil esiyor. Kızla birlikte ana yelkeni ve cenovayı açıp ayı bacağı yaptık. Kuzeye, Shenandoah'ı görmeye gidiyoruz... Adam içerde uyuyor. Gece, üçe kadar konuşmuştuk. Daha doğrusu, daha çok o konuşmuştu. Bir şişe viski bitmişti. Birbirimize gençlik fotoğraflarımızı göstermiştik. Kaleşnikof'la G3'lerin temel farklarından, Amsterdam'daki genelevden, Tom Waits'ten, "Sürekli Devrim"den ve daha bir çok şeyden söz etmişti.

Kız, bana ve kendisine çay ve sandviç getirdi. Güzel bir rüzgâr var. Sakin ve hızlı gidiyorduk. Sancak tarafında, suyun üzerinde dinlenen bir Caretta-Caretta'ya rastladık.

Çatal adaları dönünce O'nu gördük. Kırkar metrelik üç direğindeki bütün yelkenlerini ve floklarını açmış, bize doğru orsa geliyordu.

Kıza dürbünü verdim. Shenandoah'ın rüzgâr altına doğru dümen kırdım.

O'nu bu kadar yakından, bu kadar gerçek göreceğim için çok seviniyordum. Denizciliğin yaşayan efsanesi. Bu denizlere, elli yıl sonra ilk kez geliyordu. Yüz elli altı feetlik maun bir dev. 1902'den beri yelken yapıyor. Üzerinde güneş batmayan imparatorluğun son gövde gösterisi. İyice yakınlaştık. Bir kaç dakika, yan yana, aksi yönlere doğru seyrettik.

Sonra, beyaz, pırıl pırıl bir kuyruklu yıldız gibi uzaklaşıp gitti.

O arada adam güverteye çıkmıştı. Dürbünü alıp, güneye doğru inen Shenandoah'a baktı.

"Bizim kayık daha iyi. Bunu yapmak için koca bir maun ormanını kesmişlerdir" dedi ve kızdan bir kahve istedi. Üçümüz birlikte altı gün daha geçirecektik.


Göçek/Yeniköy 1994


______________

(Blaise Cendrars'ın dizeleri D Yayınlarının Günümüzün Şairleri dizisinden 1964'de yayımlanan Sait Maden çevirisinden alınmıştır. Adamın söylediği şarkı. Tom Waits'dendir. Yağmur Köpeği adlı kitaptan alınmıştır Elvan Okaygün'ün çevirisi şöyle: "seni masanın altında içeceğim/kırmızı bir burunla yürüyüşe çıkıp/ eski hatıralar, istediğim/ kırmızı fasulye ve pirinç/ ve o çok hoşlandığım elbiseyi giyebilmek/ benimle eski salonda buluş/ gökle dolunayın parladığından emin ol/ New Orleans, gelecegim.")


Mehmet Günsür
nar:/Edebiyat Ürünleri Dergisi, Sayı:3, 1995


Mehmet Günsür'ün Caïque hikayesi
http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=756
Ahmet Faruk Şengenç tarafından, 03/10/2001 tarihinde gönderildi.
Epigraf: Online Türkçe Edebiyat Arşivi | http://epigraf.fisek.com.tr

epigraf     Bir önceki eser:   Yapraktı / Can Yücel
<<< -- Rasgele bir eser -- >>>
   Bir sonraki eser:   Saçları / Özdemir Asaf