Epigraf, Uzak Ülke projesinin elemanıdır

Seninle yatarken aldatmıyorum seni. Bu bile çok değil mi? | Tezer Özlü, Kalanlar, YKY

Annemin Göğüs Uçları / Robert Hass


Tüm yer değiştirmelerin başladığı yerdeler.
Squaw vadisinin yukarı çayırını buldozladılar,
ahırdaki atların, iki doru, bir beyaz,
yaz sabahları ıslak çimen buğusu ve kokusu içinde otladığı
ve ayın yükselerek, baykuşun gölgesini,
toprağın gündüz sıcağıyla gece havasına yaydığı
adaçayı kokusunun içinde çömelmiş duran
yaban ve tahta farelerinin üzerine düşürdüğü.
Ve derin-köklü yaban otlarını söküp attıktan,
ıslak, alkali-kokulu toprağı iki yana iteledikten
ya da uzaklara kamyonladıktan sonra, üzerine beton döküp
yol yaptılar-bahar güneşi altında güzel katran kokuları-
düzenlemeciler çiviler çakmaya başladı,
elektrik ve su tesisatçıları müteahhitle ayrıntıları konuşmaya
geldiler, birisi gelip üzerinde dağ papatyaları resimleri olan
yeşil bir tabela dikti: Squaw Vadisi Çayırları.

*

"Kafasını dağıtmak istiyordu", dedi kadın,
"ben de ona annesinin göğüsuçlarıyla ilgili yazmasını söyledim."

*

Evren yurttaşının konuya ilişkin şarkısı:

Alors! les nipples de ma mére!

Romantiğin şarkısı:

Daha zarif ne olabilir ki
Les nipples de ma mére?

Ütopyacının şarkısı:

Cömertçe paylaşacağım
les nipples de ma mére.

Filozofun şarkısı:

Burası her zaman oradaydı onunla
les nipples de ma mére

Anamalcının şarkısı:

Hissesi elli bin lira

Ermişin şarkısı:

Kaldır gözlerini ve yakar Tanrıya

İnsandüşmanının şarkısı(*):

Zor dayanıyorum onlara

Karaduygulunun şarkısı:

Hiçbir zaman orda olmadılar
les nipples de ma mére.
Hiç bir yerde de yoklar.

Kızılderili'nin şarkısı:

Ve böylece Anasının Memelerini Seven diye çağırdıkları çocuk
Dağlara vurdu kendini, üç gün üç gece oruç tuttu
Dördüncü gün kanatları kırılmış kızıl kuyruklu bir doğan gördü
Beşinci gün bir çukurda, boynuzla yaralanmış,
bağırsakları kayaların üstüne saçılmış,
bükük boynuyla gözlerini ona dikmiş bakan dişi bir karaca.
Altıncı gün boyunca sersem gibiydi ve karnı ağrıdı.
Yedinci gün avuç etini üç derin kesikle yardı. Öğleye doğru açıldı acıya.
Ve bir kartal yanına geldi, dişi karacanın çiftleşme öncesi toynaklarını
yumuşak toprağa konuşlandırarak çıkardığı ilintiye benzer üç çığlıkla.
Eve döndüğünde onu Üç Kere Kartal diye çağırdılar o günden sonra.

Taşralının şarkısı:

Los Pekos.
Siera çamlarıyla
Kaynayan Vadi arasında uzanan
meşe koruluğu.

*

Göte, ünlü, bütün şiirler raslansal şiirlerdir gözlemini
annesin göğüsleri üzerine bir yazı yazmasının istenmesi
üzerine yapmıştır.

*

Pembe, yumuşak kuşkusuz; bir kızın.
Helen Wills'in moda haline getirdiği biçemde
beyaz muslin tenis takımları giyerdi.
Sıkı atletik mayolar.
Ufak tefek, dinç bir beden. Fotoğraflarda
kumsalda, dik durmuş,
eller kalçalarda, sırıtıyor,
daha o zamandan kederli gözleri.

*

Bin dokuz yüz kırklarda anneler emzirmezdi çocuklarını.
Onu hiç çıplak görmedim. A! evet, gördüm,
bir kez, ama anımsayamıyorum. İstemediğimi
anımsıyorum.

İki anı. Annem günlerdir içiyordu, ben de akşam yemeği yattı diye düşünüyordum,
Yalnız Kovboy(**)'u amcamların televizyonunda izleyemeyecektim. Fakat gittik
akşam yemeğine. Teyzem tiz sesine annem yanındayken takındığı yüce gönüllü
tonu takındı. Her zaman yaptığı gibi işlemeli küçük cam tabaklara renkli
şekerlemelerden koymuştu. Mutfaktan büyüklere su getire götüre yedik
yemeklerimizi. İngiliz aksanıyla bizi güldüren amcamdan başka kimse konuşmadı.
Uzun boylu bir adam. Çok sertçe sırtıma vurur, "Sicilya'lı Robert, Urbane
Baba'nın kardeşi" derdi. Yemekten sonra tertemiz oturma odasında televizyon
açıldığında, Silver(***) hızından yeleleri dalgalanarak karlı ekranın bir
ucundan öbürüne koşarken, kapı zili çaldı. Beyaz önlükler içinde iki adamın
içeri girmesiyle annemin masadan fırladığı gibi mutfağa, oradan da arka
kapıdan dışarı kaçması bir oldu. Adamlar arkasından gittiler. Arka merdivenler
iki ev arasında kuyuya benzer bir yere açılıyordu. Mutfağa girdiğimde
çığlıklarını duyabiliyordum annemin, "Hayır! hayır!", ses evlerin arasında
yankılanıyor, yankılanıyordu. Geçenlerde ağbime böyle bir şeyin gerçekten olup
olmadığını sordum.

Bir kaç yıl sonra. Ya on ya on birim. Napa Vadisi'ndeki devlet hastanesinin
parkımsı bahçesinde annemi ziyaret ediyoruz. Yine bir pazar günü. Yeşil
çayırlar, kan portakalı çiçeklerinin ağır, tatlı kokusu. Hastaların bir çoğu,
yalnız ya da aileleriyle, patikalarda yürüyüşe çıkmış. Bir adam bir ağaca bir
şeyler anlatıyor. Anneanneme, annemin içki sorunu varsa niye, böyle demem
öğretilmişti, niye delilerle birlikle buraya kapatılmış olduğunu sormuştum.
Babama da sorabileceğim bir soruydu, fakat onun vereceği bir yanıta pek
güvenilemeyeceğini anlayabiliyordum. Anneannem, güçlükle, alnına düşen küçük
kızıl lüleleri vardı, çok düzgün giyinmişti, bunu babana sorsan daha iyi olur
dedi. Sonra üzerinde biraz düşününce, Ona bir tedavi programı uyguluyorlar,
yavrum, belki yararı olur, dedi. İçimden yineledim bu deyişi, tedavi programı.
Annem bir bankta oturuyordu. İnanılmaz üzgün görünüyordu, ufalmış gibiydi.
Alnının üstünden arkaya atılmış, filmlerdeki Teresa Wright gibi beyaz bir
bereyle toplanmıştı saçları. Ağbim ve ben hemen bankta yanına oturup ağlamaya
başladık. Babam kızkardeşimin elini tuttu. Anneannem ve dedem bir yanımızda,
bizden ayrı durup, yanyana bizi izlediler. Sonradan, onlar aralarında
konuşurken, yan bankta oturmuş kendi kendine yabancı bir dilde konuşan orta
yaşlı bir kadını inceledim. Çiçek desenli bir elbise giymişti. Arada bir
çevresine bakınarak, küçük çabuk sinsi gücenik bakışlar atarak, kendisiyle
neredeyse bir fısıltı halinde ama arzu dolu konuşuyordu. Kendini o kadar
umursamıyordu ki öne doğru eğildiğinde göğsünü görebiliyordum, kahverengi
göğüsucunu. Bakmak istemedim, ve baktım, ve kaçırdım bakışlarımı.

*

Sıcak Siera sabahı.
Brenda bir başka odada çalışıyor.
Çayırlıkta ağır makinaların gürültüsü,
kuşların kopardığı yaygara, alakarga, ardından
ardıç kuşunun kulakları delen üç notalı ötüşü.
Çiftleşiyorlar şimdi. Diğer zamanlar suskunlar.
Annelik ediyorlar. Anne şarkıları.
Anne-anne-anne şarkıları.

*

Çok gülerdik, ağbim ve ben kolejdeyken,
çukulatalı keke. Gülmekten gözlerimizden yaşlar gelirdi.
Biz dilbilgisi okulundayken, ne zaman içmeye başlasa,
panikler ve durumu kurtarmak için çukulatalı kek yapardı.
Ve, kuşkusuz, eve geldiğimizde, çukulatanın o mutlak koyuluğunun
ağır, tatlı kokusu gelirdi burnumuza
Karnımıza ağrılar girerdi yemekten(****).

*

Gördüğüm ilk kadın göğüsleri
sebze tüccarının kızı Linde Hen'inkilerdi.
Ay ışığında solgun. Pembe uçlu, küçük çıkıntılar.
Nefesimi içime çekerkenki efiltinin yavaş sesini
hala duyabiliyorum. Bayılmak üzereydim sanırım.

*

Merhametin ikiz vaftiz kurnaları, böyle derlermiş eskiden
kilise ayinlerde Kutsal Bakire'nin göğüslerine, İrlandalı rahiplerin
bedensel bir gönderme olduğundan pek de bir anlam veremediği.
Zerafet pınarları, şefkatin
kaynak suları. Yanlış anımsamıyorsam,
İsa'nın yaralarının göğüsuçları olarak betimlendiği
bu havada yazılmış barok şiirler vardı.
İç ve yaşa: Oğul'un kanıdır bu.

*

Kuru incirler, gül şekerleri

Yaşlı kadınların göğüsleriyle ilgili ne söylenebilir ki,
ki sonuçta, konuyu son derece
yakışıksız bulurlardı.

Dün akşamüstü sıcağında çayırlığın yanı boyunca
koştum. Çimenlerle iç içe bunca çok yaban çiçeği.
Bunca çok çimen-sazlık çimeni, kıvrık çimen,
bodur çimen, cılız kaya çimeni,
tavşanbıyığı, beşparmak-yeşil, mor-yeşil sıkı başaklarda
saplarından saçılan tohumlar
ama gevşeyiveren.

Kendi kendime dedim:
Bu hayatta tomurcuklanmıyor bazı şeyler.

Bir öykü yitirdiğimiz, dedim
ve bir şarkı
hiç bir zaman sahip olamadığımız.

Babam öldüğünde, annemin ne derece rahatlayıp ne derece kendini yitireceğini
merak ediyordum. Tüm o babamın öldüğü günler boyunca, yatağının yanında durup
hangi çocuğu yanındaysa kafeteryadaki yemeklerden ya da hemşirelerin
memleketlerinden konuştu-"Portland'danmış, ne kadar ilginç değil mi? Owen
balık pazarında çalışırken Nell halan Portland'da kalıyordu."-ve arada bir,
yarı bilinçli, gözleri morfin bulutlarıyla kaplı babama dönüp, bebek konuşması
bir sesle "Tamam hayatım. Herşey yolunda." diyordu. Ölümünden sonra sersem
gibiydi, rahatlamış mı yoksa yitmiş mi olduğunu kendisi de kesinlikle
bilmiyordu. Acıdım ona, kendini bilme alışkanlığı yoktu, nasıl yapılır onu da
bilmiyordu. İçmeye başlamak için bizim gitmemizi bekliyordu. Yalnız bir an
uyanıklaştı. Cenaze işlerinden genç bir adam gelip sigorta ve emekli aylığı
için evlilik cüzdanının bir kopyasının gerektiğini açıkladığında, canlandı
gözleri, huzursuzlandı. O an, çok ender doğruyu söylemesine rağmen son derece
başarısız bir örtbasçı olduğunu ayrımsadım. Gözleri bir genç kızınki gibi
olmuştu. Peki, diye sordu, ya birisi evlilik cüzdanını bulamazsa ne olacak?
Ufak bir ayrıntı gibi gözüküyordu, istisnalar olmalı. Bir kaçış yolu bulmaya
çalıştığını görüp ne yani? Hiç evlenmemişler miydi? diye düşündüm. Bu
gerçekten gülünç olurdu. Endişelenmemesini söyledim. Ben bulurdum. Üzerinde
biraz düşündükten sonra "Bu iyi olur" dedi. Bir karar verdiğini
görebiliyordum, ardından yine huzursuzlaştı.

Böylece, Kaliforniya'ya döndüğümde, annemin anlattığı öyküye göre-ilk kez
duyuyordum bunu -annemlerin 1939'da evlenmek için evden kaçarken San
Fransisko'dan Santa Roza'ya yaptıkları yolculuğun izini sürerken bir merak
kapladı içimi. Sonoma kasabası kayıt müdürlüğü kuru yaz sıcağında hala açmayı
sürdüren pembe bodur zakkumlarla manzaralanmış pembe cüruf briketi bir binanın
içindeydi. Annemler bir fotorafını gördüğüm eski, (ben öyle hayal ediyorum)
krem rengi üstüaçık Packard'larıyla bu yolu katederken belki de yağmur
yağıyordu. Masadaki kadından Şubat 1939 tarihli evlilik cüzdanına bakmasını
istedim. Acaba süpriz ne olacak diye merak ettim, küçük bir taneydi. Sorun
yok, dedi Bayan Minh. Yalnız tarihi yanlış söylemişsiniz, bulmam biraz zaman
aldı. Ekim olacak, Şubat değil. San Fransisko'ya geri sürerken, bu bilgiyi
gözden geçirecek zamanım oldu. Ağbim 1939 Aralığında doğmuştu. Babamın
yazgısınından kaçmak için oldukça çaba harcadığından başka bir şey çıkarsamak
güç. Onlara çok acıdım. Böyle bir şeyi bizden sır olarak saklamak gerektiğini
düşündükleri için. Daha çok da, anımsanmak istenmeyecek kadar acı dolu bir
anlaşmayla başladıkları için birlikteliklerine. Annemin, kesin bir
alınyazısıyla, ilk çocuğu gebelik döneminin koşullarını öğrenmesin diye,
cüzdanı benim almama izin vermesi. Utancı için üzüldüm onun, ve babamın paniği
için. İlişkilerinin başlarında romantik ya da esrik bir dönem olması umudumun
kısık ışığını da söndürdü bu; tomurcuklanan bir dönem, belki kuzey yazları
kadar kısa, ama yine de tomurcuklanan bir dönem.

Bir şarkıydı hep eksikliğini duyduğumuz
gerçekten bizim olan tek şey de bir şarkı.

Çayırda bodur çimenlerin tatlı kokusu.
Dağ gölleri kadar mavi bir gökyüzünde
dağların etekleri üzerinde toplanıyor bulutlar.
Yani bazı yerler var bu dünyada
baştan sona ve sondan başa temiz
ve aralarında bir yerlerde çeşit çeşit tomurcuklanmalar,
onca şeyin onca tomurcuk hali
çiçeğe dönüşüyor ya da dönüşemiyor,
rüzgar nasıl dağıtırsa artık.

Her türlü boşluklar var, doluluklar,
şarkı söyleyen ve söylemeyen.

Dedim: Annenin söylediği şarkısın sen.

Bir parkta kendinden geçmişti. Okuldan eve döndüğümde yoktu ortalıkta. Hangi
içgüdü beni oraya sürükledi bilmiyorum. Sanırım orası birisi saklanmak
istediğinde gidebileceği tek yerdi aklıma gelen. Çayırlar içinde bir yamaçtı.
Bir portakal ağacının altında kendinden geçmiş, kıvrılmış yatıyordu. Yüzü,
kızarmış, gözkapakları şişmiş, yıkık bir haldeydi. Neler olduğunu bir an önce
anlamam gerektiği halde, bakmaya zor dayanıyordum. Onu uyandıramayınca,
uyanana kadar yanında oturmaya karar verdim. On yaşında olmalıyım: ılık güneş
ışığı ve portakal çiçeklerinin kokusu içinde uyuyakalmış bir anne, ve
annesinin yanında oturmuş da hayallere dalmış, belirli bir şey düşünmeyen bir
çocuk olmayı istedim sanırım.

Sen annenin söylediği şarkı değilsin,
o ise bir şarkıya hüznünü veren şey.

Şarkıdaki susuşlar o.

Mavi gökyüzünde süzülen doğan,
Granit dağ eteklerinin grisi,
buğulu sedirler, çamlar.

Sevdiği bir yer var mıydı diye yokladım anılarımı.

Yalnızca lise yıllarından
mutlulukla söz ettiğini anımsıyorum.

Çeviren: Cem Duran

(*) Özgününde "misanthrope" olarak geçen bu sözcük "insanlardan nefret eden" anlamına geliyor.
(**) Özgün yapıttaki karşılığı "Lone Ranger".
(***) Silver: Televizyon dizisindeki atın adı.
(****) Orijinalinde “and be too sick to eat it,” denildiğine göre, doğru çevirisi “yiyemeyecek kadar midemiz bulanırdı” olmalıydı (Z.E.)

Robert Hass
web sitesi


Robert Hass'in 'Annemin Göğüs Uçları' denemesi
http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=504
Zeynep Ersel tarafından, 06/05/2001 tarihinde gönderildi.
Epigraf: Online Türkçe Edebiyat Arşivi | http://epigraf.fisek.com.tr