Epigraf, Uzak Ülke projesinin elemanıdır

Bu kimsenin suçu değil... Ben sadece yalnızım, o kadar. | Emre Sururi

Demirciler Çarşısı Cinayeti / Yaşar Kemal


Dünyayı dolaşan genç adam güzel bir şehre geldi. Gözleri Emir Sultanın
gözlerine benzerdi. Kaşları çatık, rengi yanık sarı, kalın dudakları soluk.
İnce, uzun boylu. Erkeğin yakışıklısı dünyadaki en güzel yaratıktır. Dünyada
bir arap atının tayı güzel olur, bir de erkeğin yakışıklısı. Genç adam atından
indi, baktı ki bu şehir başka, öteki şehirlere hiç benzemiyor.

Şehrin insanları dünyanın en kanı sıcak, en cana yakın insanları.
Konuk için dersen deli divane oluyorlar. Fıkarası yok gibi, zengini de cömert.
Bet bereket dersen yedi iklim dört bucaktan taşıyor. Bütün şehrin insanlarının
yüzyıllardan beri büyük bir mutluluk içinde oldukları besbelli. Bura halkının
hiç mi hiç bir şeyden şikayetleri yok. Bir şikayetleri varsa o da ölümden.
Herhal ölüm bile güzel olur bu şehirde. Yolcu böyle düşündü.

Bu şehirde bir de çok güzel atlar vardı. Küheylan, seklavisi, cins
cins, don don. Dorusu doruların en parlağı, alı kırı, kulası, abeşi,
demirkırı, yağızı da öyle. Burada atların donları da bir başka. Her bir atlar
ki tüyleri yıldır yıldır. Her birisi sürmeli gözlü ceren gibi. Tıpkı.

Adam bu güzel şehre, bu iyi insanlara, bu cins atlara hayran kaldı. Bu
şehirde bir süre kaldı. Sonra ayrıldı. Bundan sonra da nereye gittiyse, kimi
gördüyse yıllar yılı bu şehri, bu insanları, bu atları söyledi. Dilinden
düşürmedi. Hayranlığını bir ömür dile gitirip, bütün insanları da bu şehre
hayran kıldı.

Adam çok yaşlandı. Günlerden bir gün kendi kendine dedi ki, ölmeden,
şu güzelim dünyayı terketmeden varayım da o güzel şehri, o iyi insanları, o
soylu atları bir daha göreyim de, hiç olmazsa, şu dünyadan ağız tadıyla
ayrılayım.

Ora senin, bura benim günlerce yol tepti, bir sabah iyi insanların,
güzel atların mutlu şehrine geldi.

Geldi ki ne görsün, şehir ne oeski şehir, insanlar ne o eski insanlar,
atlar da yok. Her şey değişmiş, her şey bambaşka.

O eski konuksever, her bir sözleri cana can katan kişiler verdiği
selamı bile almıyorlar. Geldi ki ne görsün, yalnız selamını almamak değil,
yüzüne bile bakmıyorlar. Yüzleri kara, karanlık, mutsuz.

Şehrin büyük çayıları, ovası, tarlaları, ahırları da bomboş. O ceren
gibi atların imi timi yok.

Adam şaşkınlığından, kederinden ne edeceğini bilemedi. Beli büküldü.
Issız, yıkık, bir örene dönmüş şehri lal-ü ebkem dolaşırken o eski, mutlu
günlerden kalmış yaşlı bir adama rastladı. Adam sırtını bir hanın yıkık
duvarına vermiş, güneşleniyordu. Ak sakalı kir içinde, kızarmış hastalıklı
gözlerine sinekler üşüşmüş.

Kederinden dişleri kenetlenmiş, sakalı ak, sakalı kirli, aydınlık
yüzlü, geniş alınlı duvar dibinde güneşlenen yaşlı adama sordu:

"Bir zamanlar bu şehirde konuksever, sıcak yürekli, dost canlısı iyi
insanlar, ceren gibi, kırmızı mercan gözlü, uzun boyunlu, kalem kulaklı, suna
gibi cins atlar vardı. Onlara ne oldu?"

Yaşlı adamdır ki, azıcık doğruldu, ak saklı kirli, titredi, yüzü eski
bir ışıkla parıldadı, derin bir aaah dedi, ciğeri söken. Aaaah! Duvara sırtını
iyice verdi.

Neden sonra gözlerini açtı:

"O iyi insanlar," dedi, "o güzel atlara bindiler çekip gittiler...
Aaaah! Aaaaah! Aaaaaah!"


Yaşar Kemal, Demirciler Çarşısı Cinayeti.

=======================================================================

"Uso, dedim, Uso kalk yürü. Kalk yürü Uso. Kalk ayağa."

Orada, çadırın önünde kınalı tüyleri kıvırcık bir tazı duruyordu.
Bacakları uzun, güçlü, beli yay gibiydi. Büyük gözleri sürmeli, kulakları
düşük, boynu inceydi. Gölgesi çölün kumlarına uzanmıştı. Boz bir eşek
kulaklarını havaya dikmişti. Bir at eşiniyordu, uzun bacakları üstünde. Başını
havaya dikip, burun deliklerini açıyor, çölün havasını kokluyordu.

Çöl sıcaktı. Tazı olduğu yerde öylecene duruyordu. Sarı bir çiçek
açmıştı, iri. Çölün sıcağına yayılmıştı. Sarı çiçek sıcak arttıkça
dallanıyor, yapraklanıyor, büyüyor, ışıltısı yoğunlaşıyordu.

Uso, tazının, çadırın, obanın yöresinde dönüyordu. Kırılmaz, kopmaz
bir urganla bağlamışlar gibi. Arap kadınları çığlık çığlığa türküler
söylüyorlardı, düz sesleriyle, çöl gibi geniş, yaygın, bitip tükenmez
sesleriyle.

Uso, dedi, Uso kalk, kalk, kalk yürü. Altı üstü bir kınalı tazı.
Tazının kınalı tüyleri yıldırıyordu. Orada kara kıl çadırın önünde derin,
dalgalı kumun ortasında. Kara çadırlar eski zamandan, çadır icat olunduğu
çağlardan kalmışlardı. Kara kaşlı, kara gözlü, uzun bacaklı Arap kadınları. Ve
uzun, çökük yüzlü, avurtları avurtlarına geçmiş, beli hançerli, savrularak
yürüyen, uzun adımlı, çok iri, yalım karası gözlü erkekler... Uzun parmaklı.

Uso dağlardan gelmişti. Uso düş içindeydi. Uso çölü seviyordu. Usonun
çölden ödü kopuyordu. Uso, dedi, Uso kalk yürü, Uso. Uso koşarak, obanın
uzağında, çepeçevre, keskin gözlerini tazıdan ayırmayarak, tazının tüyleri bir
kınalı bir kırmızı, bir sarı, bir belli belirsiz, uçacakmış, uçup dağılacakmış
gibi çöl mavisi, yokolmuş, ince bir dumanda bir mavi, gene böyle bir yeşilde
yıldırdıyarak parlıyordu. Uso, dedi, Uso kalk yürü. Usoyu tazıya
bağlamışlardı. Tazının ekseninde dolanıyordu Uso...

"Ver bana bu tazıyı ver bana Ağam, ölene dek sana kul olayım. Emirler
emiri bu tazıyı ver bana. Tutuldum."

Ve süzgün gözlü ve ak ipek agelli, dik bakışlı, ince bıyıklı, kömür
karası, kartal burunlu, kıvırcık sakallı, susuyordu.

"Ver bana. Ne istersen veririm sana. Ne, ne istersen."

Sabahtan gün batımına kadar Arabın önünde diz çöktü Uso, Arap
konuşmadı. Durgun, öyle uzaklara, sonra da bir tazıya, bir Uso'ya baktı. Sonra
da çölün uzağına, kanatları geniş bir kuş dönüyordu çadırların üstünde. Arap
bir süre kuşa, bir süre da yağız, soylu atına baktı. Gene sustu.

Uso, dedi, Uso kalk yürü.

Uso çölün gecesine karıştı. Uso atına bindi. Usonun atı güzeldi.

"Al bu atı, ver tazıyı, ver tazıyı. Soylu bir attır. Üç yüz yıldan bu
yana gelip durur soyu, gelip durur."

Arap gene konuşmadı. Yüzü donuk, öyle kalakaldı.

Uso, kalk yürü.

Uso çok öfkelendi.

Ve gecede, çok iri yıldızlar şavkırken, Uso tazıyı kazıktan çözdü,
kucağına aldı, atını geceye sürdü. Gece seslerle çığlıklarla doldu bir anda.
Çölün tanyerleri kızıltılar içinde kumları, göğü, yıldızları, çadırlarıyla
ışırken Usonun arkasından sünen atlarıyla Araplar ulaştılar. Uso tazıya
sarılmıştı. Gelenler ucu sivri hançerlerini tanyerinin kızıltısında çektiler.
Kumlar kızıltılarla savruldu.

Uso, dedi, Uso... Usoyu tazıdan kopardılar. Uso çölün ucunda öyle
boylu boyunca uzanmış kalakaldı. Soylu atı başında, kederli, iri gözleriyle...
Ve dişini Usonun giyitlerine taktı ve Uso'yu kaldırdı sırtına attı, tazıyı
götürenlerin ardınca koştu, yel gibi. Ve Uso gece yarısına doğru atın sırtında
uyandı, geldi tazıyı gene kucağına aldı. Çölün ucunda, sarı çiçeğin açtığı
yerde, kokusu dalga dalga çölü alırken, kumlar inceden eserken ona gene
ulaştılar.

Uso, dedi, Uso kalk yürü. Bu sefer tazı yoktu Usonun kucağında. Uso
atının üstünde üç gün üç gece tazıya ağıtlar söyledi ve çöle armağanladı.

Süphandağına geldi. Sivri, ulu dağ orada, Van gölünün mavisinde, çok
uzak, başı görünmez, keskin, göğe, gölün mavisine ağmıştı.

Uso, dedi, Uso kalk yürü. Ve orada, uzun kavak ağaçlarının altında
uzun, belik belik saçlarıyla bir kız duruyordu. İri, ceren gözlüler.
Gözlerinde keder, ışıltı. Uzun kuğu boynu. Turnalar, uzun bacakları üstünde,
uzun yeşil boyunları, sarkan, kıvırcık, renk renk tüyleri, toparlak, kadınsı
kalçaları, Patnos ovasının ağzına kadar çiçek dolu toprağında, tepedeki ulu
Süphandağının şavkı mavi göle, yeşil, ağzına kadar çiçek dolmuş ovaya
vururken... Van gölü bir an süt mavisinda, cam göbeğinde, şimşek kızıltısında
yıldırım gibi akıp giderken, saydam yeşilde, koygun turuncuda balkırken, bir
an sütbeyazda donarken, tepede, uzaklarda, bir aklık mavi göğe ağıp gider
yiterken, salınırken orada Süphandağının dibinde uzun, kuğu boynu, azıcık
dışarıya doğru ak dişlerii, yüzünü bşr çocuk tazeliği, saflığı, güzelliğiyle
en cana yakın soldururken, iri, söbe, ışıltılı, dünyanın tekmil kederlerinin
balkıdığı göz kenarları kırışırken, bir küsmede en sıcak olurken, yüreğe ılık
ılık değerken, yüzü gittikçe en güzelde incelirken, Uso, dedi, Uso, Uso, Uso,
Uso... Uso bağırdı. Dağlara, sulara, turnalara bağırdı. Her şey silindi gitti
ve gün doğarken, gökyüzü bin misli maviledi. Van gölü maviledi. Gök, Van gölü,
ak Süphandağı, yeşil Patnos ovası, Erciş, Muradiye ovası maviledi. Kırmızı
Esrük dağı, ovalarca saçılmış kırmızı kayalıklarıyla Sor ovası maviledi.
Ağaçlar, kuşlar, yeraltı köylerinden karıncalar gibi toprağın üstüne, güneşe
çıkan insanlar maviledi, ışık, kuşlar, güneş, bulutlar maviledi. Sor deresinin
kıpkırmızı toprağından kınalı keklikler uçtu. Eski, yoğun, hiç bitmemiş,
tükenmemiş türkülerle... Mavi turnalar gökte, bir ışık selinde mavilediler. Ve
yalımdan bir yaprak düştü gecenin, mavinin, ışığın ortasında döne döne. Gökte
salınarak, kızılladı.

Kapkara, yıldırdayan, büyük bir göz kaldı mavinin ortasında. Yalım
kırmızısı yaprağın yanında, iri yaprağın damarları daha kırmızı, daha da
yanan, kırmızı mercan ışıltısında maviyi oyan, yakan...

Uzun kuğu boyunlu, Uso, dedi, Uso bu hal ne haldir Uso?

Uso ince uzun bacakları üstünde yaylanarak, kıvırcık sakalı
dalgalanarak, çökük avurtları, ak dişleri, kalın kırmızı dudakları,
gamzesiyle Uso güzelleşerek, hep gülerek, sevinç içinde, yöresini sevince
boğarak uzun kavakların yanına geldi. Kavaklar mavi oldular. Son maviye ak
Süphandağı şavkıdı.

Uso toprağa diz çöktü. Katar katar turnalar geçti gökten. Bir ceren
sürüsü vurdu aklığına dağın ve atlar vurdu. Ve yalın kılıçlar ışıldadı,
gölgeleri akın üstüne düşerken. Adın ne, adın ne, dedi Uso. Kız sustu. Uso,
toprağa, ağaca buluta dağa, cerenlere, atlara, sulara, turnalara söyledi: Adın
ne, adın ne senin? Kız çok sustu. Uso sevda toprağına diz çöktü, yüz bin
yıllık sevda dağına başını dayadı. Yağmur yağdı, som mavi. Uso yanan alnını
kadim yağmura dayadı. Adın ne, adın ne? Yağmur Gazele, dedi. Bulut, su,
çiçekler, turnalar, karıncalar, kuşlar, Sor deresinin kırmızı toprağı,
doludizgin, ayağa kalkmış taşları, yanan ateş, dalgalanan mavi, Gazele, dedi.
Kızın gözleri ceren gözlerine benziyordu. Tekmil cerenler, uzak çölden
seslendiler. Gazele, Gazele! Ve Uso kızın adını Gazele koydu. Ve Uso çölde
kalan tazının adını Gazele koydu. Atının, anasının, pınarının, sevdiği her
şeyin adını Gazele koydu. Ve Uso, kırk gün kırk gece türküler söyledi,
Gazelenin karşısında kırk gün kırk gece el bağlayıp divan durarak, bin yıllık
sevda toprağına diz çökmüş. Ve sonra Uso, üç kere Gazele, Gazele, Gazele,
dedi. Yüreğinden en güzel türküler koptu bütün yeryüzüne yayıldı. Uso, her
yerde, her şeyde Gazeleyi gördü. Her sözde, her türküde.

Uso, dedi, Uso kalk yürü! Uso, Uso, Uso! Usonun yüreği bir yangın
gibiydi. Usonun kanında Gazele akıyordu. Uso, Uso! Uso, dünyanın sevincinde
fışkırdı. Usonun eli nereye değse orayı yaktı. Ve Gazele Usoya göre ceren
sürülerin karıştı. Ol sebeptendir ki gözleri ceren gözlerine benzer.

Uso... Ve tanyerindeki ışıklar çok maviydi. Uso unutmadı. Hiç, hiç,
hiç bir zaman... Üç kızı oldu, üçünün de adına Gazele dedi.



Ve orada, kasabanın çarşısında, nalbantın çalıştığı ağacın altında Uso
tazısıyla duruyordu. Orada, ak çakıltaşından kaldırımda, saydam gelin
böcekleri bir karış yukardan uçarak yeri koklarken, köşede, ardında üç
candarmayla, Uso yüzbaşıyı gördü. Sağ ayağı onda, boyalı çizmelerinin altında
suretler parlar... Uso çok korktu. Bir kötülük heybeti gibiydi yüzbaşı Uso
için. Yüzbaşıyı görmüş, tazısını tutmuş tam ağacın ardını dönerken yüzbaşı
kınalı tazıyı gördü. Hoşuna gitti.

"Dur," diye komut verdi, "dur köylü!"
Uso durdu.
"Bu tazıyı nereden buldun?"

"Çölden, Arabistandan getirdim Beyim. Çok düştüm peşine. Babasını
anasını vermediler. Bu yavru daha."

"Güzel güzel, ver tazıyı candarmaya. Alın onu bizim eve götürün. İyi
iyi, güzel, güzel."

Sağ ayağı öndeydi. Sarışın bir kurda benziyordu. Dimdik... Ağaca,
toprağa, karıncaya, ya da hiç bir şeye, bir boşluğa bakar gibi bakıyordu
Usoya... Bir korkuya, karmaşıklığa, öfkeye, küçülmüşlüğe, acıya bakar gibi,
yabanıl bir uzaklık, bir küçümseme gibi bakıyordu Usoya. Bir taşa, toprak
parçasına bakar gibi.

Uso tasmasından yakalamıştı tazıyı. Candarma onu tekmeliyordu. Öteki
candarmalar da vardılar tekmelemeğe başladılar Usoyu.

"Vay alçak vay! Bir yüzbaşıya... Cumhuriyetin bir yüzbaşısına. Vay
alçak vay, bir tazıyı çok görüyor bana, yüzbaşısına..."

Yüzbaşı sarışın, köpürmüş, delirmiş, gururu incinmiş bir kurda
benziyordu.

"Vay alçak vay! Bir yüzbaşıya... Cumhuriyetin bir yüzbaşısına... Vay
dil bilmez vahşi köpek vay! Serin serin onu yere, serin!"

Oraya, ağacın altına, nalbant tezgahımım yanına çarşının tüm
kalabalığı bir anda hıncahınç dolmuştu.

Az bir sürede üç candarma Usoyu yere serdiler. Kalabalıktan utkulu bir
uğultu yükseldi, çarşıyı doldurdu, indi. Yüzbaşı yerdeki Usonun üstünde
döğünür, çizmeleriyle yere yamyassı yapışmış adamı çiğnerken, kalabalıktan
arada sırada sevinç çığlıkları geliyordu.

"Bir tazıyı, bir tazıyı, bir yüzbaşıya..."

Yüzbaşı sarışın bir kurda benziyordu. Şikarını çiğneyen, yutmadan
önce...

Yüzbaşı tazıyı tasmasından tuttu. Kalabalığa döndü, gülümsedi. Mavi
gözleri ışıldadı. Usonun üstünden indi. Kalabalıktan en küçük bir ses bile
çıkmadı. Yüzbaşı önce kalabalığa gülümsedi, onların onayını istedi, kalabalık
duvar gibi, taş gibiydi.

"Alçaklar," dedi gürleyerek. Kalabalığı yararken, sağına soluna
dönerek, hep "alçaklar," diyordu. "Bir yüzbaşıya bir tazıyı siz de, öyle mi?
Bir tazı, tazı, tazı, tazı öyle mi?"

Kalabalığın ortasında durdu. Sağ ayağını öne uzatıp yere heybetle
vurdu. Sarışın, taştan bir kurt heykeline benziyordu.

"Haydi, dağılın siz de... Köpekler..." dedi.
Kalabalık sessizca dağıldı.
Uso, dedi, Uso, kalk ayağa yürü!

Ve orada, o dağın dibinde... Uso dört döndü. Usonun tazısı aklından
çıkmadı. Tazının da adına Gazele demişti.

Ve bir yıl sonra, bir çiçek açımında yüzbaşı çarşının ortasında, sağ
çizmeli ayağını toprağa çakıp durdu. Arkasına döndü. Üç gün kendisini izleyen
adamı gördü. Gerçekten adam onu adım adım izliyordu, gölge gibi. Yüzbaşı çok
korkmuştu. Geriye dönünce onu gölge gibi izleyen adamı gözleri bir yerlerden
ısırır gibi oldu. Korkusu azıcık geçti, ikircikli adamın üstüne yürüdü. Adam
ona gülen gözleri, sevinç içindeki yüzü elleriyle gülümsüyordu. Adamın
gülümsemesine yüzbaşı da sevindi. Yüreğindeki korku adamın gülümsemesiyle
silinmiş gitmişti.

Yüzbaşı daha adamın kim olduğunu çıkaramıyor, gülümsemesini
sürdürüyordu.

"Merhaba! Ne istiyorsun?"
"Uso," dedi. "Uso... Van gölünden. Tazı," dedi, "tazı... Gazele."

Yüzbaşı birden kaya gibi kesildi, yüzü kapkara oldu, kan tepesine
sıçradı, öfkeden kudurdu.

"Köpek, seni köpek oğlu köpek! Bak şuna bir iti, bir tazıyı bana çok
görüyor da, ta buralara kadar geliyor Süphandağından, Patnos, Patnos
ovasından, Van gölünden..."

Azıcık yumuşar gibi oldu, meraktan:

"Nasıl geldin ta oralardan buraya? Benim burada olduğumu nereden
buldun, kimden öğrendin?"

Usonun gözlerinin içi güldü yüzbaşı yumuşayınca.

Konuştu, uzun anlatıı. Onu bulmak için nerelere, nerelere başvurmamış,
ne zorluklara katlanmamıştı. Ta Vanden buraya, Akdeniz kıyısına, İskenderuna
yürüyerek gelmişti bir buçuk ayda.

"O tazı benim iki gözümdür. Ver tazımı yüzbaşım."
"Bir tazı ha! Bir iti, bana ha!... Çok gördün ha! Candarmalar!"

Ve çarşının ortasında, dört candarma, Usoyu yere serinceye kadar...
Sonra yüzbaşı hırslı çizmeleriyle kalabalığın ortasında yere yamyasıı yapışmış
Usonun üstünde dolaşarak... Sureti çizmenin parlaklığına çıkarak, ala kanı
sert çimentonun üstüne sızarak... Yüzbaşı yöresindeki suskun kalabalığa baktı.
Gülümsedi, kalabalık suskunlaştıkça suskunlaştı, duvar gibi oldu. Yüzbaşının
sırtı ürperdi, öfkelendi. Dişlerini sıktı, dişleri gıcırdadı. Kalabalıktan hiç
bir yankı gelmedi. Yüzbaşı titredi. Kalabalığı yardı, çıkarken, ötede,
kalabalığın ucunda durdu. Kalabalık ona bir öç gibi geldi.

"Bir tazıyı çok görüyor bana. Bir yüzbaşıya... Dil bilmez, vazalak bir
yaban adamı, beni bir yıldır izliyor, nereye gidersem. Ta Vandan buraya kadar
gelmiş, sözüm ona bir tazı için... Bir tazıyı koskocaman bir devletin bir
yüzbaşısına çok görüyor. Ona böyle davranmasan, bir tazı için böyle yapan bir
insan, bir tazı için Süphandağından yürüyen bir insan daha önemli işler için
ne, ne, ne yapmaz? Öyle değil mi? Son Türk devletinin varlığına kastetmez mi?
Son, son, son..."

Konuştu, konuştu, köpürdü, coştu bağırdı, kalabalıktan çıt çıkmadı,
yüzbaşının yılan yeşili gözleri kıvılcımlandı, öfkesi kudurdu.

"Haydi yallah," diye kalabalığın üstüne kollarını savurdu. "Haydi
yallah, dağılın."

Kalabalık kavuşan günle birlikte, denize doğru ağır ağır dağıldı. Uso
orada, çimentonun üstünde, kanı sıcağın altında sasılanarak, sızarak kaldı.

"Uso," dedi, "Uso, kalk yürü. Kalk ayağa da yürü Uso."

Uso ağaca, taşa toprağa, ne ki güzel gördü, doğan güne, batan aya,
tanyerlerine, en şavklı yıldızlara, her an bir renk güzelliğinde değişen Van
gölüne, bir anda bir uçtan girip kırmızı bir ok gibi öteki uçtan çıkan ışığa,
geyiklere, turnalara, ne ki güzelse, ne ki güzel göründüyse gözüne Gazele
dedi. Türküler söyledi uzun uzun, günlerce, gecelerce.

Uzundu, usuldu tazının boyu. Karnı bir yay gibi gerilmişti bacakları
üstünde. Kınalı kulakları, daha kınalı, kırmızı bacakları, uzun burnu, iri
güzel gözleriyle tazı düşlerinde uçuştu. Arabistan çölünden Patnos ovasına,
Van gölüne yalımlarca sündü.

Uso uyuyamadı. Uso gene İskenderuna geldi. Yüzbaşı yok, dediler,
başka bir yere atandı. Uso yüzbaşıyı aradı. Bulursam bu sefer yüzbaşıyı,
tazımı bana verecek, diyordu. O da insan, baştan sona ona tazıyı anlatacağım.
Bir tazı ne ki onun için, ne kadar sevse de bir tazı bir tazıdır. Benim için
bir tazı başka bir şeydir. Bir tazı tüm kara gözlü Arabistan çölüdür. Tüm
Gazele, Van gölü, Patnos ovası ve evimin dirliğidir.

Ve böylece türküler düzdü. Her şeyi yüzbaşıya türküyle söyleyecekti.

Araya sora yüzbaşıyı burada, bu kasabada, ulu Torsun eteğinde buldu.
Uso Düldül dağını gördü. Bakırdan oyulmuş, ala karlıydı. Süphandağına
benzetti. Ve tazılar gördü. Çukurovada ay karınlı.

Gitti yüzbaşının avlu kapısında asmanın altında, gölgesinde durdu. İki
gün yüzbaşı her sabah her akşam önünde geçti, onu görmedi. Üçüncü günün sabahı
yüzbaşı bir türküyle uyandı, yanık, keskin, acı, gür, çın çın öten, çığlık
çığlığa... Pencereden baktı. Bağdaş kurup yumulmuş, elini kulağına atmış,
ığranarak türkü söyleyeni gördü. Adam kupkuruydu. Bir deri bir kemik kalmış,
boynu da incelip uzamış, türküyle birlikte boynu da sünüyor, inceliyordu.
Gözleri adamı bir yerlerden ısırıyordu ama, adamı bir türlü tanıyamadı. Kalktı
giyindi. Yumulmuş türkü söyleyenin yanına geldi, yanına gelmesiyle adamı
tanıması bir oldu. Kahkahalarla gülmeğe başladı. Kasıklarını tuta tuta, boyun
damarları şişerek, yüzü kırmızı olarak...

"Tazı için geldin gene, değil mi?" diye sordu. "Tazı için? Kınalı
tazı, öyle mi? Tazıyı öldürdüm, öldürdüm," dedi bağırarak. "Bir kurşunda..."

Uso bir çelik yay gibi yerinden fırladı, parmakları yüzbaşının boynuna
kenetlendiler. İkisi birden yere düşüp, altalta üstüste toprakta
yuvarlandılar. Yüzbaşının boynuna kenetlenmiş Usonun elleri sıktıkça, onun
gözleri biraz daha şişiyor, pörtlüyordu. Dudakları morarıyor, yüzü sararıyor,
pörtlemiş gözleri yuvalarından fırlamış sünüyordu, kopacak gibi. Yüzbaşı yarı
canlı kalıncaya kadar Usonun elleri onun boğazını sıktılar. Sonra Uso korkuyla
dağlara doğru aldı yatırdı.

Ve Uso dağları gördü. Ulu Süphandağını. Ulu kervan yollarını gördü.
Uso mitralyöz, Uso bomba, Uso çok tüfek, çok candarma, çok asker gördü. Uso
yedi yıl dağlarda gezdi.

Yaşar Kemal
Demirciler Çarşısı Cinayeti


Yaşar Kemal'in 'Demirciler Çarşısı Cinayeti' romanından Uso ile ilgili bir bölüm
http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=44
Emre Sururi tarafından, 13/11/2000 tarihinde gönderildi.
Epigraf: Online Türkçe Edebiyat Arşivi | http://epigraf.fisek.com.tr

epigraf     Bir önceki eser:   Machine / Violent Femmes
<<< -- Rasgele bir eser -- >>>
   Bir sonraki eser:   Akdeniz Salgını / Edip Cansever