Epigraf, Uzak Ülke projesinin elemanıdır

Biliyorsun, ben hangi şehirdeysem / Yalnızlığın başkenti orası. | Cemal Süreya

Bir Sokak Çeşmesinin İçinden / Doris Lessing


Şöyle başlayabilirdim hikayeye; bir zamanlar ... şehrinde oturan bir
adam varmış... Oysa benim için bu hikaye bir sisle başlıyor. Paris'te sis,
Londra seferi yapan bir uçağın kalkışını birkaç saat geciktirmiş, böylece bir
grup yolcu kahve içip vakit geçirmek üzere bir masanın etrafında toplanmıştı.

Teksaslı bir kadın, bir hafta önce şansı açılsın diye Roma'daki
çeşmelerden birinin yalağına bozuk paralar attığı günden beri başına sürekli
küçük aksilikler geldiğini gülerek anlatıyordu. Kanadalı bir adam da üç gün
önce tatilde çok fazla para harcadığını farkedince, kimsenin bakmadığı bir
anda aynı çeşmedeki paraları bir mıknatısla toplamaktan kendisini alamadığını
anlattı. Bir başkası, çnceki gece Berlin tiyatrolarından birinde, muhteşem bir
küstahlıkla sahnede paralar saçan bir genç kızı seyrettiğini söyledi. Sonra
da, paranın üzerinde tepinilip çinendiği, yakıldığı, etrafa savrulduğu ya da
başka törenlerle, aşağılandığı durumlardan söz açıldı; bu da oldukça GARİp
çünkü bu tür jestlere gerçek hayatta hiç rastlanmaz. New York'lu bir öğretmen
hiç de öyle olmadığını, sırf nefretlerini kanıtlamak için kaldırımın üzerinde
para yakan Çiçek Çocuklarını kendi gözleriyle gördüğünü söyledi; ama ona göre
bu olay o çocukların çok zengin aileleri olduğunu gösterirmiş, yalnızca.
(Hikayenin ya da hiç değilse sisin rastladığı tarih de belli oluyor böylece.)

Paranın hepimizin hayatında oynadığı role bakarsak yazarların
dolarlara, rublelere, sterlin banknotlarına hakaret eden pek çok karakter
yaratmalarında GARİP bir şey var. Bu, kitaplarını kapattıktan ya da eve
döndükten sonra okurların, izleyicilerin kendilerini o nesneden arınmış
hissetmelerini mi sağlıyor? Aşmalarını mı?

Oysa bize anlatıldığına göre eskiden sultanlar, ülkenin üzerindeki
kara bulutların dağıldığı, şölenlerin verildiği günlerde etrafa çil çil altın
saçarlarmış insanlar da sevinç içinde bunları kapışırmış; krallar gözde
bakanlarına sel gibi altın akıtırmış; ya da gökyüzünden mücevher yağacak olsa
kimsenin aklına üzümün bağını sormak gelmez herhalde.

İçimizden biri bu krallara yaraşır davranışa benzer bir olay
hatırladı. Londralı bir gazete patronu, kendisinin (yani patronun) çok
beğeneceği bir yazı getiren, gelecek vaadeden genç bir gazeteciyi
ödüllendirmek için gizli bir ulakla eline içi beş sterlinlik banknotlarla dolu
bir zarf ulaştıracağını ilan etmişti. Ama bu cins hikayeler çok acımasız
yorumlara açıktır: armağanı alacak kişinin hakkında söylenebilecek şeylerden
duyacağı korku ve gazetedeki arkadaşlarının uğrayacağı hayalkırıklığı bir
arada düşünülürse, belki bu tür olayların neden hep böyle tersinden sahneye
konduğu anlaşılabilir. Ya dasanın aklı başındayken hep pişmanlık duyduğu bir
ilişki yaşarken büyülü bir çeşmenin başında durup, tıpkı sevgiliye yazılan bir
aşk mektubunu zarfın içine kaydırır gibi, yalağa tek bir madeni para
atmamaızın nedeni de böyle açıklanabilir. Büyüyle - ama küçücük bir büyü,
mini-büyü - kurulan duygudaşlık, Altınlar Tanrısının yardıma çağrılmasının en
sinsi biçimi. Ve o çeşmenin içinden bir el uzanıp bize paralar, mücevherler
atsa, yakın dönemlerin edebiyatının bize verdiği terbiye yüzünden, şöyle
tepeden bir bakışla hepsini kafasına çalarız sanki.

Şimdi de daha önce hiç konuşmmayan bir adam, İtalya'da şehir
meydanlarından birinde, tozun dumanın içine mücevherlerin savrulduğu bir olay
bildiğini söylüyordu. Savrulan mücevherleri kimse geri vermemiş. Adam
cüzdanından, mücevhercilerin kullandığı türden katlanmış bir kağıt çıkardı.
Üzerinde tek bir kıvılcım ya da ışık zerresi vardı. Bu süt beyazı -ve-
gökkuşağı renginde bir opal parçasıydı. Evet, oradaydım, diyordu. Parçayı
yerden almış, saklamıştı. Değerli değildi elbette. Kimbilir hangi nedenle onun
için çok değerli olan bu hikayeyi, zaman olsa bize anlatacaktı ama şimdi
aceleye getirip tadını bozmak istemiyordu. Tam bu sırada lokantanın cam
duvarının ardında yeniden, ipekten bir sis sarmalı oluşmuştu ve bir kez daha
uçusun ertelenmesini önleyemediklerini bildiren bir duyuru yapıldı.

Böylece hikayeyi anlattı. Bir gün birisi bana II. Dünya Savaşı
sırasında doğöuş, Nikki adında (ya da istediğiniz herhangi bir ad
koyabilirsiniz) bir genç tanıştıracak. Babası bir savaş kahramanıymış annesi
ise şimdi... Elçisiyle evli. Ya da belki de bir otobüste giderken, bir akşam
yemeği davetinde de olabilir, boynundaki zincirin ucunda bir inci sallanan bir
genç kıza rastlayabilirim ve o genç kıza incisinin güzelliği üzerine sorular
sorulduğunda, şöyle bir şey söyleyebilir: bu inciyi anneme hemen hemen hiç
tanımadığı bir erkek vermiş o da bana verdi ve dedi ki... Bir gün böyle bir
olay olacak ve ondan sonra bu hikaye artık bir sisle değil bambaşka bir
biçimde başlayacak...

Johannesburg'da oturan Ephraim adlı bir adam vardı. Babası, tıpkı
ondan öncekendi babasının da yaptığı gibi elmas işiyle uğraşırdı. Bir göçmen
ailesiydi bu. Yüzyıllık bir şehir olan Johannesburg'da bugün yaşayan
insanların hepsi için hala geçerlidir bu. Ephraim ortanca erkek çocuktu. Ne
akıllı ne aptal, ne iyi ne kötü. Göze çarpan bir özelliği yoktu. Kardeşleri
elmas tüccarları oldular ama Ephraim'in belirli bir eğilimi yoktu böylece
sonunda onu elmas kesme zenaatını öğrensin diye amcalarından birinin yanına
çırak verdiler.

Elması en kusursuz biçimde kesmek, bir samurayın kılıç darbesi ya da
usta bir okçunun hedefi bulması gibi bir iştir. Değerli bir elmasa biçim
verilirken insan bir haftasını, hatta birkaç haftasını bütün dikkatini,
hafızasını, sezgisini yoğunlaştırarak bu taş parçasını incelemekle
geçirebilir: Taşın tam orasına, gerilimin odak noktasına hafif bir darbeyle
-fazla değil- dokununca, tam istediği yerden ayrılacağını bildiği ana gelene
kadar.

Ephraim bunu yapmayı öğrenirken Johannesburg kasabalarından birinde
oturuyordu. Erkek kardeşleri, kız kardeşleri, çoktan evlenip aile sahibi
olmuşlardı. Evlenme konusunda işi ağırdan alan tek erkek evlat oydu. Önceleri
bütün aile zor beğenir diye işi alaya vuruyordu, sonra konu büsbütün
kapatıldı. Ama başkaları, doğanın olağan bir amacını yerine getimreyi reddeden
kadınlara ve erkeklere karşı kullanılan bildiğimiz o asabiyet, kötülük ve
hatta biraz da korku taşıyan ses tonuyla konuşmaya devam ettiler. Daha temiz
yürekli olanlar ise, iyi bir evlat olduğunu, amcası Ben'in yanında güzel
çalıştığını, evde namuslu bir hayat sürdüğünü, pazar akşamları bekar
arkadaşlarıyla poker oynadığını söylerdi. Yirmi beş yaşındaydı, sonra otuz
oldu, otuz beş, kırk. Annesiyle babası yaşlanıp öldüler, aile evinde yalnız
başına yaşamaya başladı. İnsanlar onunla meşgul olmaktan vazgeçtiler. Artık
kimse ondan bir şey beklemiyordu.

Ve sonra önemlice biri hastalandı ve bu yüzden onun yerine Ephraim'in
bir uçakla İskenderiye'ye gitmesi istendi. İskenderiyeli zengin bir tüccar,
yakında evlenecek olan kızına armağan etmek üzere bir parça brüt elmas
almıştı. Bu elmasın en yi biçimde yapılmasını istiyordu. Bu olay sırasında,
dünyanın en usta elmas kesicilerinden bir olarak adı ortaya atılan Ephraim bir
uçağa atlayıp Mısır'a gitti. Tüccarın evinde birkaç gün sakin bir odaya
kapanıp taşla yoğun bir ilişkiye girdikten sonra, onu üç nefis parçaya ayırdı.
Biri yüzük, ikisi, küpe için.

Artık memleketine dönme vakti gelmişti ama tüccar onu bir akşam
yemeğine davet etti. Talihin garip bir cilvesi, olağandışı. Bu kendi içine
kapalı varlıklılar dünyasına dışarıdan girebilen insan azdır. Kimbilir belki
de o sessiz odada Ephraim'in elmasla neredeyse bütünleşme halinde geçirdiği
bir haftanın yarattığı gerilim tüccara da bulaşmıştı.

Yemekte Ephraim mücevherlerin gelecekteki sahibiyle tanıştı.

Ve sonra - ama bunu izleyen onbeş gün üzerine ne söylenebilir ki?
Elbette, Johannesburg'lu küçük esnafın modern bir tüccar prensin kızına,
Mihrène'ye aşık olduğu söylenemez. Bu kadar basit bir şey değil. Ve
Mihrène'nin tutucu bir adam olan tüccar babasının, tepkisi de, işin çok
sıradan bir yanı olduğunu gösteriyordu.

Tutucu, sıradan, banal... Mihrène Kantannis'in ait olduğu takım, ya da
sınıf için kullanılan sıfatlardır. Onlar, uluslararası modayı izleyerek,
gerektiğinde Paris'i, gerektiğinde Londra'yı tutarak, New York'a, Roma'ya
yolculuklar yaparak, yazın canlarının çektiği bir kıyıda ama bir tür grup
güdüsüyle o yılın en gözde yerini seçerek, insanı hiç sıkboğaz etmeyen
hoşgörülü kanaatları paylaşarak Akdeniz kıyılarındaki bütün şehirlere
serpiştirilmiş küçük cemaatler halinde yaşarlar; çok zengindirler ama belirli
incelikleri de önemserler. Bunlar zenginlikleri dışında hiçbir dikkate değer
yanları olmayan insanlardı ve hala da öyledirler. Ephraim'in ilk kez bir
fıskiyenin başında işlemeli beyaz bir muslin sisi içinde gördüğü Mihrène, aynı
gee örneğin İskenderiye'de onlarca, Mısır'da binlerce, başka ülkelerde yüz
binlercesine rastladığımız ve hepsi onun tipini -güzel tipini: ince kemikli,
siyah saçlı, kayısı tenli, esnek vücutlu -çeşitlendiren kızlardan ne daha
güzeldi, ne daha yetenekli.

Bu titizlikle seçilerek oluşturulmuş lüks atmosferi içinde yirmi yıl
yaşamıştı. Annesi ve kızkardeşleriyle hem sevişir hem didişirdi; babasını,
sayardı; Güney Amerikalı bir gençle, Paulo'yla evlenmeye hazırlanıyordu.
Onunla tıpatıp aynı hayatı ama başka bir şehirde Buenos Aires'te sürdürecekti.

Mihrène açısından bu, sıradan bir akşamdı, babasının bir ahbabının da
katıldığı, bir aile yemeği. Elmaslardan haberi yoktu. Onlar sürpriz olacaktı.
Üzerindeki elbise geçen yıldan kalmıştı, boynuna kelepçeli, sahte inci bir
gerdanlık takmıştı. O yıl, sahte inci takıp sahicisini tuvalet masasının
üzerinde duran bir mahfaza içinde bırakmak şıklık sayılıyordu.

Kuyumcu oğlu Ephraim kızın boynundaki sahte incileri gördü ve içi
sızladı.

Ama neden? Johannesburg güzel kızlarla doludur. Ama Ephraim çok az
yolculuk yapmıştı ve Johannesburg kaba bir şehirdi, altın üzerine inşa
edilmişti, sanki altının gücüyle soluk alıyor, altının getirdiği servetle
genişleyip daralıyordu (bu hikayeye de uyuyor bu). Heyecan uyandıran bir yanı
olabilirdi, şiddet dolu, titreşimli olabilirdi ama esrarengiz değildi, hayal
gücüne hiçbir şey bırakmazdı, görünmez boyutları yoktu. Ama İskenderiye...
Örneğin bu ev, usulca beyaza boyanmış dış duvarları, her şeyi, bir cinayeti ya
da maiyetiyle birlikte sürgün edilmiş bir kralı bile saklayabilirdi. İçinde
gizli bahçeler, çeşmeler ve bütün bunlara uyan soluk bir ay beyazı renginde
giysileriyle Mihrène vardı ve o... her neyse, o bu akşam en iyi halinde
değildi belki de. Pek çirkin bir kahkahası olduğunu söyleyenler vardı. Bazen
de evdekiler, onunla ilgili bir şaka yapmak istediklerinde allahtan hiçbir
zaman ekmek parası kazanmak zorunda kalmayacak derlerdi. Yemeğin bir anında,
biraz da davete katılımını belirtmek gereğini duyduğu için bir arkadaşı
hakkında oldukça yavan hatta biraz da haince bir hikaye anlattı. Fena halde
içinin sıkıldığı belliydi, bir iki kere esnedi, bunu saklamak için de fazla
bir çaba göstermedi. Johannesburg'lu kuyumcu gözlerini ondan ayırmıyordu,
yemek yemeği unutmuştu ve iki kere ona sert bir yakınma tonuyla neden sahte
inci taktığını sordu. Mihrène onun köylü olduğuna karar verdi ve -artık onu
unuttu.

Ephraim eve dönmedi, telgrafla para gönderilmesini istedi. Geldiğinden
beri hiç para harcamamıştı, istediği kusursuz tek bir inciyi satın alabilmesi
için cebinde yeterli para vardı. Günlerce aradıktan sonra, nihayet Kahire'de
bir arka odada istediği gibi bir inci bulmuştu. Yaşlı bir İranlı tüccarla
günlerce, kahve üstüne kahve içerek, çekişe çekişe pazarlık etmişti. İhtiyar
İranlı, mücevher konusunda en az kendisi kadar bilgili olduğundan inciyi takas
etmek için değerinin tam karşılığının verilmesini istiyordu.

Mücevheri alınca Mihrène'nin babasının evine gitti. Duvarları yasemin
sarmaşıklarıyla örtülü, ve havuzunda nilüfer çiçeklerinin yüzdüğü bir iç
avluya bakan bir odaya kabul edildikten sonra, inciyi genç kıza vermek için
izin istedi.

Babanın bu esnafı akşam yemeğine davet emesi oldukça garip bir
davranuştı. Şimdi bu işe kızmaması da çok garipti. Baba kurnaz bir adamdı:
hayatı kurnazlık üzerine kurulmuştu. Eğer bir bakışta, bir ses tonunda, bir
cümlenin bitişinde, en ufak bir ticari ima varsa, buna en doğru biçimde
karşılık vermemesi imkansızdı. Konuk olarak evlerine yalnızca zenginlerin
geldiği bu acaip zengin adamın karşısında küçük bir elmas-kesicisi oturmuş,
kızına inci biçimine bürünmüş küçük bir servet vermeyi teklif ediyordu, ve
karşılığında hiçbir şey beklemiyordu.

Birer kahve içtiler, sonra viski, mücevherlerin dünyadaki durumundan,
yaklaşmakta olan düğünden söz ettiler ve Ephraim ikinci defa akşam yemeğine
davet edildi. Yemekte Mihrène babasının iş arkadaşı olan yaşlıca adamın
(Ephraim kırkbeş yaşları civarındaydı) karşısına oturdu. Önce sıradan bir
nezaket gösteriyordu: babasının uyarıcı bir bakışından sonra biraz daha nazik
davranmaya başladı. Yemekte, Mihrène, babası, nişanlısı Paulo ve Ephraim
vardı. Annesi ve kızkardeşleri başka bir yere gitmişlerdi. Sofrada hiçbir şey
olmadı. Genç çift, yaşlı ikiliyle pek ilgili değillerdi. Sonunda Ephraim
cebinden bükülmüş bir kağıt parçası çıkardı ve içine sardığı, bir gül yaprağı
ya da yirmisinde bir kız gibi ışıldayan, kusursuz inciyi masaya bıraktı. Bu
inciyi, sahte inci takmaması gerektiğini belirterek Mihrène'ye verdi. Gene
sertti sesi: kusurlu bir kusursuzluğu ayıplar, ya da bundan yakınır gibi. Mum
ışığında, beyaz şam ipeğnden bir kumaş parçasının üzerinde duruyordu inci.
İncinin üzerine vuran ışığa Ephraim'in yüzü girmişti. Onu son gördüğünden beri
yalnızca iki hafta geçmiş olmasına rağmen Mihrène bu yüzün hatlarını çok büyük
bir güçlükle hatırlayabildi.

Tabii çok olağanüstü bir andı bu. Ama dramatik olduğu söylenemez -
hayır, Ephraim'in elmasa o küçük darbeyi indirdiği, ya da okçunun yayı
bıraktığı andaki gibi doruk noktasına ulaşmış bir kararlılık yoktu bu anda.
Mihrène bir açıklama bekler gibi babasına baktı. Tabii nişanlısı da. Babası
şaşırmış ya da mahcup olmuş gibi görünmüyordu hiç; daha çok kendini böyle bir
durumu değerlendirmeye yetkili görmediği için kenara çekilmeyi yeğlemiş
gibiydi. Mihrène'nin kendisi de herhalde daha önce hiç karar verme
özgürlüğüyle karşılaşmamıştı.

İnciyi ipekli kumaşın arasından alıp avucunun içine koydu. O,
nişanlısı ve babası hepsi, inciye bakıyorlardı ve hepsinin değerini anlayacak
kadar bilgili oldukları bir konuydu bu, ve Ephraim çok ciddi bir yüzle
Mihrène'ye bakıyordu. Sonra Mihrène uzun siyah kirpiklerini kaldırıp ona
baktı- bir soru mu soruyordu? Yalvarıyor muydu, kendisini bıraksın diye?
Ephraim'in gözleri yargılıyordu, hayal kırıklığı belirtileri vardı: gözleri de
daha önce sözleriyle belirttiği şeyi tekrarlıyordu: Neden ikinci sınıf
şeylerle yetiniyorsun?

Saçma...
İmkansız...

Sonunda Mihrène, bu gece pembe organzalarla örtülü omuzlarını çok
hafif silkeleyerek Ephraim'e döndü, "Teşekkür ederim, çok teşekkür ederim,"
dedi.

Masadan kalktılar. Kahvelerini terasta, İskenderiye mehtabının vahşi
çağrıları altında içtiler. Dolunay olmasına iki gece vardı ve bu keskin
Johannesburg gecelerinde parlayan aya hiç benzemiyordu. Mihrène inciyi
avucunda bırakmış, ay ışığını yansıtmasını seyrediyordu. Arada bir kara
gözleriyle Ephraim'in gözlerini yakalamaya çalışıyordu -ama onun gözlerinin
rengi şimdiye kadar olduğu gibi şimdiden sonra da kimseyi ilgilendirmeyecekti-
ve onun uyaran, hatırlatan hatta tehdit eden bir insan olduğundan artık
şüphesi kalmadı.

Ertesi gün Ephraim Johannesburg'a döndü, Mihrène'nin masasında ise
içinde kusursuz tek bir inci bulnan küçük gümüş bir kutu duruyordu.

Üç hafta içinde evlenecekti.

Olayın aile arasında konuşulması "Mihrène'ye vurulan şu ufak tefek
Yahudi..." biçimini aldı. Mihrène'nin inciyi kabul etmesinden büyük bir
incelik ve iyi yüreklilik olarak söz edildi. "Çok iyi davrandı Mihrène,
zavallı ihtiyara..." Böylelikle, orasından burasından törpüleyerek kendi
hayatlarında, düşünce tarzlarında hiç yeri olmayan bir olayı kabul edilebilir
hale getirdiler. Ama tabii, hepsi biliyordu, özellikle de Mihrène biliyordu,
aslında bambaşka bir şey olmuştu.

Paulo'yla evlenmeyi, oldukça terbiyeli ve sevimli bir biçimde
reddettiğinde, anne ve baba Katannisler kadir bilmezliği, hata ettiği falan
gibi kalıplaşmış sözlerini söylediler ama bu tür nişanlanmalarda, taraflardan
hiçbirinin kalbinin kırılması beklenemez, çünkü evlilikler hanedanların
önceden tasarlanmış evlilikleri gibidir. Paulo ile evlenmezse ona benzer bir
başkasıyla evlenecekti, ve daha hala çok gençti.

İnci olayından beri Mihrène'nin çok değiştiğini söylediler. Baba bir
daha bir gecelik misafirleri sofrasına kabul etmeyeceğine dair kendi kendine
söz verdi. Mihrène'nin İstanbul'daki kuzenlerinin yanına gitmesi ayarlandı.

Bu sırada Johannesburg'da bir elmas kesici zenaatını icra etmmekle
meşguldu, nişan yüzükleri, broşlar, kravat iğneleri, kolyeler bilezikler
yapmak üzere elmas kesiyordu. Elmas gibi parlayan kristal bir kase içinde
güller hayal ediyordu. Ama güllerin hepsi beyazdı, beyazın tonundaydı. Mermer
soğukluğunda beyaz, kahverengine çalan beyaz, bazı kelebeklerin kanatları gibi
yeşilimsi beyaz, yüzü kızaran bir beyaz, krema beyazı, beje çok yaklaşan
beyaz, neredeyse sarıya dönmüş beyaz güller görüyordu. Gül biçiminde yüz tane
beyaz hayal etti. Bunların hepsini sıkıştırıp kristal bir tabağa doldurup
verdi -Mihrène'ye mi? Ephraim daha o zamanlarda bile Mihrène'yi sık sık
düşünmüyordu herhalde. Nasıl çeşitli beyaz tonlarda mücevher toplayıp
bunlardan mükemmel bir mücevher, bir bilezik, gerdanlık ya da saç tokası
yapacağını hayal ediyordu -Mihrène'ye mi sunacaktı? Kimin için olduğu önemli
miydi? Opaller satın aldı, bunlar ışığın üzerinde oynayıp solduğu, camın
arkasındaki sise benziyordu; ya da içinde ateş gömülü süte; ya da kırağı
tutmuş bir gecede, genç bir kızın soluğunun donmasına. İnciler satın aldı, her
birini tek tek arayıp buldu, her biri kusursuz. Sedef parçaları satın aldı.
Buğulu elmaslara benzer aytaşları aldı. Hatta birilerinin ışığı çok iyi
yansıtabilecek biçimde kestiği cam topakları bile aldı. Beyaz yeşimtaşı,
kristal satın aldı ve elmas kıymıkları topladı, bunlarla inciyle opalin içine
sıkışmış bastırılmış ateşi parlatarak donukluklarını karşılayacaktı. Bu
mücevherleri katlanmış düz bir kağıt üzerinde toplayıp, önce küçük bir sigara
kutusuna koydu, sonra boğaz pastillerinden boşalan daha büyük bir kutuya daha
sonra da daha da büyük olan bir püro kutusuna aktardı. Bu cevherlerle oynuyor,
rüyasında görüyor, kafasında binbir şekle sokuyordu. Bazan ayışığı buğusu
giyinmiş olağanüstü nefis bir kız hatırlıyordu: bu hayal gitgide duygusal bir
kartpostala ya da modası geçmiş takvim yapraklarındaki bir resme benziyordu.

İstanbul'da Mihrène evlendi. ailesinin onayı olmadan. Olağan
hayatında, hiç karşılaşmayacağı cinsten genç bir İtalyan mühendisti bu.
Mihrène'nin amcası bir yat yapımı işine karışmıştı; Mihrène amcasının bürosuna
geldiğinde mühendis onunla bu işi tartışıyordu. İlk hareket Mihrène'den geldi;
öyle olmak zorundaydı. Yirmi yedi yaşındaydı, maaşından başka bir geliri
yoktu, belirli planları da yoktu. Adı Carlos'tu. Siyasetle uğraşıyordu. Yani,
açıkça söylenecek olursa, devrimciydi, gizli örgütlerle ilişkisi vardı.
Siyaset Mihrène'nin dünyasında yoktu. Daha doğrusu, servetleri yönünden
bakılırsa öyle aileler SİYASETİN KENDİSİDİR de denebilir; ama bu yalnızca
ticari anlaşmalarda açıkça görünür: ve öylesine geniş çaplı işlerdir ki
bunlar, tarafların anlaşma ya da çatışma halindeki ülkeler gibi uluslararası
kaşeleri ve itibarları da olmak zorundadır.

Mihrène ağırbaşlılığıyla onu etkilemeye çalıştığı anlarda Carlos ona
"beyaz kaz" derdi. "Küçük zengin orospu" derdi. Mihrène'nin bir ricasını
yerine getiriyormuş gibi onu bazı toplantılara götürürdü. Bu toplantılarda
fena halde ciddi genç kadınlar, genç erkekler yaklaşmakta olan savaşı -1939
yılıydı- tartışırlardı. Tam anlamıyla bu tür aşkların geleneğine oturan bir
ilişkiydi bu: ailesi onun kendini mahvettiğine inanıyordu; Carlos ve
arkadaşları da Carlos'un mahvolduğuna. Mihrène bu genç kahramana layık biri
olduğu konusundaki kararlılığını sürdürebilmek ve biraz cesaret bulmak için,
içinde ipek kumaşın arasına gömülü incinin durduğu küçük bir gümüş kutuyu açar
ve kendi kendine şöyle derdi: "O benim bir değerim olduğuna inanıyordu..."

Carlos'la evlendiği hafta Paulo Fransız hanedanından bir kızla
evlenmişti: Mihrène Roma'ya gitti, hizmetçisi bile olmadan, küçük bir villaya
yerleşti. Neyin nesi olduğu belirsiz yaşlıca bir adamın anısından başka hiçbir
dayanağı yoktu. Uzun ve sıkıcı iki akşam yemeğinde karşısında oturup, sanki
ona bir ders verir gibi çıkarıp bir inci veren adamın anısı. Hayatı boyunca,
ondan başka hiç kimsenin kendisinden bir şey beklememiş olduğunu, kendisinden
hiçbir şey istenmemiş olduğunu, ve hiçbir zaman ciddiye alınmadığını
düşünüyordu.

Savaş başladı. Buenos Aires'te, onun yerini alan gelin lüks içinde
yaşadı. Yoksul bir ev kadını olan Mihrène, faşist Mussolini'ye karşı
komploloara karışmış olan kocasının önce Mussolini'nin ordusuna yazıldığını,
sonra da kendisi birinci çocuğunun doğumunu beklediği sıralarda, savaşmak
üzere evden ayrıldığını gördü.

Savaş onu yutmuştu. Tekrar kendisninden haber alındığında kahraman
ölmüştü, birinci çocuğu da ölmüştü ve birkaç ay içinde Carlos'un son izne
geldiğinde olan çocuğunun doğması bekleniyordu. Orta İtalya'nın bir şehrinde,
gururundan başka hiçbir şeyi olmadan yaşıyordu: ailesinin gözüne girmek için
kendi şartlarından başka hiçbir şeyi kabul etmemeye yemin etmişti. Gelin
gittiği aile ise savaşta çok sarsılmıştı: halalardan birinin evinde bir odada
kalıyordu.

Almanlar İtalya'dan çekiliyorlardı: Müttefiklerin muzaffer orduları
onları peşlerinden kovalıyordu... ama bu anlatım resmi savaş tarihine çok
benzedi.

Bir daha deneyelim: yıkılmış, harabeye dönmüş, kıtlık çekmiş, bir
yarım ada üzerinde, buranın yerlilerine bütünüyle yabancı, iki erkek ordusu
harekat halinde; biri Avrupa'nun göbeğine doğru geri çekiliyor, öbürü onu
kovalıyor. Öyle coğrafi yerler vardı ki buralarda bu iki karşıt gövde, tam
anlamıyla birbirine karışıyor, yalnızca üniformalar ayırd edici bir unsur
olabiliyordu. Her iki ordu da iyi besleniyor, iyi giydiriliyor, alkol ve
sigara ihtiyaçları güzelce karşılanıyordu. Yerli halkın ne yakacağı, ne
giyeceği, ne yeterli miktarda giyeceği ne de sigarası vardı. Ama bol bol alkol
vardı.

Ordulardan birinde, biraz yaşlıca olduğu için muharip olmayan ama
levazım mekanizmasında görevlendirilen Ephraim adlı biri vardı. Çavuş
rütbesindeydi ve sivil hayatta olduğu kadar orduda da silik biriydi. Çoğunluğu
kuzey Afrika'da geçen dört yıllık askerliği boyunca bir özel ilgisini ya da
saplantısını terk etmemişti. Bu saplantı, yeni bir şehre vardığında il iş
olarak, cebinde yassı bir teneke kutuda taşıdığı ışıklı parlak maddeye bir
yeni zerre daha katmasına yarayacak insanları ya da yerleri arayıp bulmaktı.

Askerlik arkadaşları onu da uğraşını da biraz komik buluyorlardı.
Başkalarında tehlike duyguları ayaklandıracak kadar yoğunlaşan bir tedirginlik
yaratmadığı için kimsenin hedefi olmamıştı; ne bu kadar çok seviliyordu ne de
bu kadar çok nefret ediliyordu. Alay edip, deli demiyorlardı ona. Belki daha
çok bölüğün sevilen köpeği gibiydi. Bir kez ganimetini sakladığı teneke kutuyu
kötü bir yere koyduğunda bu adamlardan birkaçı ona kutuyu geri getirmek için
küçük tehlikeleri bile göze almışlardı; bazan bir arkadaşı pazarda bulduğu bir
şey alıp getiriyordu, amber, yeşimtaşı, muska gibi. Onlara pazarlık etmesini
öğretti; memlekette bıraktıkları karıları kızları için süslü taşlar almak
istediklerinde de onlarla beraber gezerdi.

HERŞEYİN TAM ANLAMIYLA ÇÖZÜLDÜĞÜ o hafta İtalya'daydı. Savaşın içinde
ya da yakınında olan herkes (o sıralarda bu herkes, hiç değilse Avrupa ve
Asya'daki herkes demekti) o zamanları bilir; bir hafta, birkaç gün ya da bazan
yalnızca birkaç saat içinde, her şey dağılır, her tür düzen erir, düşmanla
düşman arasındaki fark bile kaybolur. Bu sırada, bütün eski, birikmiş öcler
alınır. Bunlar "sevilmeyen" subayların bir kazada ölüverdiği günlerdir. bir
adamın hoşlanmadığı bir adamı öldürdüğü, ya da dövdüğü zamanlardır. Bir kadını
isteyen bir adamın bulursa onun, bulamazsa başka bir kadının ırzına geçtiği
günlerdir. Kadınların ırzına geçilir: bunu isteyenler ırza geçmenin olduğu
yerlerde bulunurlar. Bir kadın bir kadından nefret ediyorsa ona bir kötülük
yapar. Kısacası bu anarşi, talan, kundakçılık ve zarar vermek için zarar verme
zamanıdır. Alışılmış düzen dışı davranışların egemen olduğu bu zamanın savaşın
asıl sebebi olduğuna inananlar bile vardır; savaşı haklı çıkaran gizli
sebeplerin bunlar olduğunu savaşın amacı ve yasasının bizim gördüğümüzün
dışında bambaşka bir düzenden kaynaklandığını öne sürenler vardır. Daha sonra,
bu sırada olanların hiçbir kaydı bulunmaz. Kayıt tutacak kimse yoktur: herkes
ya olaya katılıyordur ya da kendini korumak için bir yerlere saklanmıştır.

Bu savaş bu aşamaya geldiğinde Ephraim Floransa yakınlarında küçük bir
şehirdeydi. Aynı yerde gene Johannesburglu ve Ephraim'in mücevher dolu
kutusundan ne zaman söz açılsa gözleri parlayan bir onbaşı vardı. Oradaki her
insanın ya avcı ya avlanan durumunda olduğu, herkesin bir çıkar için
manevralar yaptığı, çıkar kokularının izinden gittiği bir akşam, sivil
hayatında bir mağazada tezgahtar olan bu adam, karşıdaki odadan Ephraim'e
baktı ve sırıttı. Ephraim neler olabileceğini anladı. Herkes biliyordu neler
olabileceğini -böyle anlarda eski içgüdülerle birlikte insanın en eski
bilgileri de ansızın yüzeye çıkar. Ephraim odasından -alelacele askerlerin o
hafta kalabileceği şekle sokulmuş bir dershaneydi bu- dışarı çıktı ve korkudan
terkedilmiş sokakların erken bastıran karanlığına daldı. Yakınlardaki
çarpışmalar yüzünden duvarlar hala sarsılıyor, toz bulutları uçuşuyordu. Ama
ortalık aynı derecede sessizdi de. Terörün mide bulandıran sessizlikleri
insanların ağızlarını görünmez ellerle kapatır... Bu sokaklardan geçen tek tük
insanların gözleri iniktir, ağızları sımsıkı kapalıdır. Böyle iki insan
karşılaştığında birbirlerine bakmazlar, ancak merak yüzünden şiddetli bir
çarpışma gibi bir an göz göze gelirler. Her camın, her pancurun her kapının
ardında oturan, ayakta duran ya da dizlerinin üzerinde sürünen insanlar vardı;
ellerinde silah ya da kesici aletlerle bu düzen dışı zamnın sonunun gelmesini
bekliyorlardı.

Bu sokaklardan geçti Ephraim. Onbaşı onun çıktığını görmemişti ama şu
sıralarda kokusunu mutlaka almış olmalıydı. Her an ona yetişebilirdi. Ephraim
elinde küçük teneke kutusuyla yürürken duvarlardaki, kaldırımlardaki oyuklara
bakıyor, yarısına kadar moloz dolmuş kiliselerin kapı aralıklarından içeri
gözatıyordu. Şarapnellerin dağıttığ toprakları inceliyor hatta geçerken
rastladığı ağaçların dallarına, kapı önlerinde büyüyen otlara dikkatlice
bakıyordu. Sonunda, taş parçalarıyla tıkanmış bir çeşmenin önünden geçerken
bir an yere çömeldi ve elindeki tenekeyi çamurun içine kaydırıverdi. Hızlıca
yürüdü, kendisini gören olup olmadığını bilmek istemediği için arkasına
bakmadı ve Kilisenin köşesine geldiğinde Onbasşı Van der Merwe ile karşılaştı.
Ephraim düşmanına iyice yaklaşınca boş ellerini ona doğru uzatıp hiç
kımıldamadan durdu. Kurnazlığının gücünü belirten öfkeli bir bakış vardı
adamın gözlerinde. Bakışları tıpkı, bu küçük adsız sansız adamın hiçbir sebebi
olmaksızın kızına değerli bir inci vermeyi teklif ettiğini duyduğu zaman
Mihrène'nin babasının bakışları gibiydi. Ephraim bu bakışları gördüğü an
birdenbire teslim olan bir suçlu gibi ellerini kaldırdı ve Van der Merwe onun
üzerini aradı. Ephraim'in pekala öldürülebileceği bir an oldu: terazinin iki
kefesi de eşitti. Ama sokakta bir grup asker bir başka kilisedeki resimleri
değerli eşyaları talan ediyordu, ve Van der Merwe'nin dikkati onlara yöneldiği
için Ephraim'in yürüyüp gitmesine kayıtsızca baktı, sonra koşup talancılara
katıldı.

Bu anarşi mevsimi sona erdiğinde, Ephraim, birkaç yüz mil daha
kuzeydeydi. Altı ay sonra, kendinden küçük rütbeli bir asker tarafından
öldürülmekten kıl payı kurtulduğu (ama bul olay artık silinmişti, başka bir
zamanın yabancı dokusu ya da boyutunda gömülüp gitmişti) bir şehrin on mil
uzağındaydı. Bir gecelik izin alıp V..'ye gitti. Burada terkedilmiş sokaklarda
dolaşıp içi talaş ve moloz dolu çeşmeyi ve çömelip elini pis suya daldırınca
küçük hazinesini bulabileceğini umuyordu.

Ama oraya vardığında meydanın insanlarla dolup taştığını gördü.
Kahvehanelerde kimyevi maddelerle tatlandırılmış su ve kötü bir fincan kahve
dışında bir şey bulunmadığı günler olmasına karşın iki kahvehaneye de aç ama
artık normal hayat tarzına dönmüş insanlar doluşmuştu. Tabii ucuz şarap su
gibi akıyordu. Herkes ya sarhoş ya da içkiliydi. Bir şarap ülkesinde, yiyecek
bulunmadığı zaman, şarap bir tür yemek yerine geçer ve gıda gibi aranır.
Ephraim çeşmenin yanından geçerken, yalakta birikmiş suyun içinde ne olduğu
anlaşılmayacak kadar pis olduğunu farketti. İçindeki taşların hazinesiyle
birlikte temizlenip temizlenmediğini anlamak bile mümkün değildi.

Dikenli bir çalının altında kaldırıma yerleştirilmiş çatlak tahta
masaya oturup kahve söyledi. Kahvedekiler arasında tek askerdi; ya da tek
üniformalı. Asker akını bu küçük şehrin bir başka köşesine çekilmişti.
Üniforma, takas demekti, yiyecek demekti, elbise, sigara demekti. Çok geçmeden
kendisine kız teklif eden bir sürü küçük oğlan çocuğu etrafını sardı.
Çevresinde her yaştan kadın salına salına yürüyor kendilerini göstermeye,
onunla göz göze gelmeye çalışıyordu. Şehrin kadın nüfusunun büyük çoğunluğunun
içinde bulunduğu durum öyle korkunçtu ki bunu tarif etmek için günümüzün
aşağılık dünyasında şöyle bir kısaltma bile kullanıyoruz: "Kadınların bir
sigara için kendilerini hemen satmaya hazır olduğu günler". Yaşlı kadınlar,
erkekler, sakatlar, her türlü insan önünde durmuş, çakmak, saat, eski toka,
şişe, ya da göğüs iğnesi gibi işe yarar mı yaramaz mı belli olmayanbir sürü
nesne uzatıyor, karşılığında çukulata ya da yiyecek almayı umuyordu. Ephraim
yanında, yumurta, ya da konserve gibi bir şeyler getirmediğine üzülerek
oturdu. Hiç aklına gelmemişti. Keskin yüzleri şaraplı bir ateşle parlayan aç
insanlar üzerine geliyor, kadınlar kendilerini ona gösterecek biçimde çeşitli
pozlarda etrafında oturuyordu. Midesi bulandı. Neredeyse kalkıp gidecekti,
cevher dolu kutusunu unutmak üzereydi. Sonra, iyice solmuş, elbisesinin eteği
gebelikten ötürü önde daha kısa duran, yorgun yüzlü bir kadın gelip masasına
oturdu. Ephraim onun kendisini satmak için geldiğini düşündü ve hiç yüzüne
bakmadı, hamile bir kadının bu duruma gelmiş olmasına dayanamayacaktı.

Kadın: "Beni hatırlamıyor musun?" dedi.

Şimdi onun yüzünü araştırıyordu, kadın da onunkini. Ephraim Mihrène'yi
arıyordu; öbürü de, kendi hayatını değiştiren şeyin ne olduğunu bu yüzde
görmeye, elbisesinin içine dikili bir kumaş parçası içinde taşıdığı o incinin
ne olduğunu keşfetmeye çalışıyordu.

Karşılıklı haber değiş tokuş etmeye çalıştılar ama ortak konuları o
kadar azdı ki: falanca nasıl yaptı falancaya ne oldu, gibi soru bile
soramıyorlardı.

Şehrin aç yerlileri biraz geri çekildiler, çünkü bu asker belirli bir
kişi olmuştu, kendi arkadaşları Mihrène'nin arkadaşıydı.

Bşrkaç saat orada kaldılar. Her şeyden çok birbirlerine karşı bir
mahcupluk duygusu içinde oldukları söylenebilirdi. Artık ikisi de, aralarında
geçen olay her ne idiyse, anlık ya da değil (bunu bilecek durumda değillerdi),
bunun gün ışığındaki kendilerine yabancı bir alemde ya da düzlemde yer
aldığını biliyorlardı. Mesele, İskenderiyeli unutulmaz kızın savaş yıkıntısı
bir şehirde doğum yapmayı bekleyen kasvetli bir kadın haline gelmiş olması
kesinlikle değildi; öbürünün de dört yıl savaş boyunca onun için aldığı
mücevherleri yanından ayırmaması değildi: bazıları değerli, bazıları az
değerli, bazıları değersiz bu madde parçacıklarının bir tek ortak yanı vardı:
bunların değeri keyfi bir şekilde ve kısa bir süre için MIHRENE adını almış
olan başka bir varlığa bağlıydı.

Kavrulmuş nohut taneciklerinden yapılma kahveyi içip, açlıktan kırılan
bu şehre boş elle gelen askerden gözlerini ayırmayan insanların ortasında
oturmak dayanılmaz hale gelmişti. Birazdan gitmesi gerekiyordu. Başka bir araç
bulunmadığından bu şehre, bir at arabasının arkasında gelmişti ve bunun gibi
bir şey uyduramazsa gece yarısından önce birliğine varmak için on mil yürümek
zorunda kalacaktı.

Meydanın üzerinde beyaz, zayıf, kendi ülkesindekinden çok farklı
Mısır'ın vahşi mehtaplarına hiç benzemeyen bir ay doğuyordu. Sonunda ayağa
kalktı ve pis pis kokan çeşmenin başına gitti. Kenarından üzerine eğildi,
elini daldırdı, bir sürü kaygan şey, muhtemelen ölü fareler, kediler, hatta
ölü insan parçalarını elledi ve biraz daha yokladıktan sonra teneke kutusunun
tanıdık biçimini hissetti. Kutuyu çıkardı, oraya uçmuş bir gazete parçasıyla
üzerini silip kuruladı, masaya dönüp oturdu, kutuyu açtı. İnciler ışık ve
havayla beslenir. Opal derinliğini gösteren ışıktan mahrum yaşamayı sevmez.
Ama kutuya hiç su sızmamıştı, içindeki parlak, ışıl ışıl yığını çatlak tahta
masanın üzerine döktü.

Etraflarındaki aç insanlar yemek görmüş gibi mücevherlere bakıyor,
üzerlerine abanıyorlardı.

Mihrène koynundan bir kumaş parçası içine dürülmüş inciyi çıkardı. Ona
uzattı.

"Satmadım," dedi.

Şimdi Ephraim ona bakıyordu -ciddi bir yüzle, daha önce baktığı gibi.

Dadılardan öğrenilen şirin bir İngilizceyle, "Bazan yiyeceğe ihtiyacım
oldu, açtım, biliyor musun! Hiç hizmetçim de yoktu" dedi.

Ephraim ona bakıyordu. Ah, Mihrène'nin ne kadar iyi tanıdığı bir
bakıştı bu! Bunu hafızasına ne çok tekrarlamaya çalışmıştı! Asabı bozulmuş,
canı sıkılmış, acı duyuyormuş gibi bakıyordu. Bunların hepsi ve hepsinden de
çok hayal kırıklığına uğramış gibiydi. Bunlardan da çok, bir uyarı bir
hatırlatma vardı bu bakışta. Şöyle dediğini hissediyordu: "Aptal, beyaz kaz!
Küçük zengin orospu! Beş para etmez zavallı küçük şey! Neden her zaman her
şeyi yanlış anlıyorsun? Neden bu kadar aptalsın? Bir inci nedir ki, yerini
tuttuğu şeyle karşılaştırılır mı hiç? Karnın aç, paraya ihtiyacın varsa,
satarsın onu elbette." İnsanın ağlamamak için mücadele ettiğini hissettiren
bir durgunluk içinde oturuyordu Mihrène. Güzel gözleri dolmuştu. Sonra
dikkafalı bir tavırla: "Hiçbir zaman satmayacağım. Asla!" dedi.

Ötekisi ise homurdanıyordu: Yiyecek bir şeyler getirmem gerekirdi.
Aptalın tekiyim. Bunlar ne işe yarar ki...

Ephraim etraftaki aç insanların gözünden okuyordu, ne düşündüklerini:
Kıtlık dönemlerinde bile altın ya da mücevher verip karşılığında gizlenmiş
yiyecekleri satın alabilen insanlar her zaman vardır!

"Alın," dedi çocuklara, kadınlara, yaşlı insanlara.

Onu anlamadılar, inanmadılar.

Tekrar, "Hadi, alın, alsanıza!" dedi.

Kimse kımıldamadı. Bunun üzerine ayağa kalkıp incileri, opalleri,
aytaşlarını, her tür mücevher parçasını havaya savurmaya başladı. Birkaç
dakika herkesin birbirine çarpıp düğüm olduğu çılgın bir sahne oldu sonra
meydan boşaldı ve herkes tozun içinde yakaladığı şeyi alıp kendi köşesine
çekildi. Daha o zamanlar bu hikaye efsaneleşmemişti: şehre bir asker geliyor,
açıklanmaz bir biçimde çeşmenin içinden bir hazine çıkarıyor, sonra bir kral
ya da sultan gibi bunu havaya saçıyor. Hazinenin mahiyeti hem belirsiz hem çok
doğurgandı çünkü biri bir elmas parçası kapabilir ama sonradan bunun bir cam
parçasından fazla değeri olmadığı anlaşılabilirdi ama bir başkasının aldığı
küçük bir inci, aslında çok dikkatli seçilmiş olduğu için birkaç aylık
yiyecek, hatta bir küçük ev ya da çiftlik bile getirebilirdi.

"Artık gitmeliyim," dedi Ephraim, yanında oturduğu kadına. Mihrène
başını öne eğdi, karşılaştığı eski bir tanıdığa veda eden biri gibi. Saçları
ağarlaşan, ufak tefek, bodur bir adamın kalkıp, bir çeşmenin, bir kilisenin
yanından geçerek gözden kaybolmasını seyretti.

O gece daha sonra, inciyi çıkarttı, avucunda tuttu. Satarsa ömrünün
sonuna kadar kendi ailesinden bağımsız, rahatça yaşayabilirdi. Burada, ölen
kocasının çevresinde kalırsa yeniden bir mühendis ya da memurla evlenebilirdi:
çocuklu bir dul olarak bile evlenilmeye değer biri olabilirdi. Tabii ailesinin
yanına dönerse gene yeniden evlenebilirdi: Tanrıya şükür sona ermiş olan o
korkunç savaşta bir çocuğuyla dul kalmış, zengin bir genç kadın olarak.

Kafasından böyle düşünceler geçiyordu: sonunda ne yapsa aynı kapıya
çıkacağını düşündü. Ephraim'in müdahalesi hayatında nasıl bir işlev gördüyse,
bu, onun Paulo'yu reddedip Carlos'la evlendiği, İtalya'ya gelip, içlerinden
biri önemsiz bir çocuk hastalığından, sadece savaşın beslenme ve kötü bakım
koşulları yüzünden ölen iki çocuk doğurduğu zaman sona ermişti. Şimdi yapacağı
hiçbir şey onu daha önceki konumuna geri getiremezdi. İtalya'da kalması ya da
doğduğu çevrelere dönmesi çok bir şey değiştirmeyecekti.

Ephraim'e gelince, savaş bitince o Johannesburg'a döndü, elmas kesmeye
ve pazar akşamları poker oynamaya devam etti.

Bu hikaye, uçağa davet edildiğimiz duyurusuyla sona erdi. Işıklar
altında tutam tutam beliren sis parçalarının hala dağılmadığı aprondan uçağa
giderken Teksaslı hanım, hikayeyi anlatan adama, yoksa Ephraim siz misiniz,
diye sordu.

"Hayır," dedi Dr. Rosen, 60 yaşlarında Johannesburg'lu, çevik, iyi
giyimli, dünya vatandaşlarının çoğu gibi dikkat çekici hiçbir özelliği olmayan
adam.

Hayır, çok vurgulu bir şekilde, Ephraim değildi.

Öyleyse nereden biliyordu bütün bunları? Belki orada bulunmuştu?

Evet, orada bulunmuştu. Ama o korkunç, her şeyin alt üst olduğu hafta
-ah korkunçtu! korkunç!- hangi sebeplerle bulunması gereken yerden 100 mil
uzakta, o şehirde olduğunu anlatmaya kalksa bu hikaye şimdi bize anlatılandan
çok daha uzun olurdu.

Hiç değilse NEDEN orada olduğunu bize anlatamaz mıydı?

Belki o da Ephraim'in kutusunun peşindeydi! İstersek böyle
düşünebilirdik. Böyle düşünmemiz mazur görülebilir. O kutunun içinde bir
servet yatıyordu ve birlikteki herkesin bundan haberi vardı.

Öyleyse Ephraim'in arkadaşıydı? Tanıyordu Ephraim'i.

Evet, böyle de söylenebilirdi. Ephraim'i, dur bakalım, 50 yıldır
tanıyordu. Evet, Ephraim'in arkadaşıyım diyebilirdi.

Uçakta Dr. Rosen, bize artık bir şey anlatmadan oturup kitabını okudu.

Ama bir gün, Nikki, ya da Raffele adlı bir gençle tanışacağım: ya da
boynundaki altın zincire bir inci asılı olan bir genç kızla: ya da, incilerin
insana kötü şans getirdiğini düşünen, kendisi asla inciye el sürmediğini
söyleyen orta yaşlı bir kadına rastlayacağım: bir zamanlar küçük kızkardeşine
bir adam bir inci vermiş ve o olay kardeşinin bütün hayatını alt üst etmiş.
Böyle bir şey olacak ve bu hikaye bambaşka bir şekil alacak.

Doris Lessing
Evlenmeyen Adamın Hikayesi, İletişim, 1. Baskı, Çev: Taciser Belge


Doris Lessing'in 'Bir Sokak Çeşmesinin İçinden' hikayesi
http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=386
Emre Sururi tarafından, 24/03/2001 tarihinde gönderildi.
Epigraf: Online Türkçe Edebiyat Arşivi | http://epigraf.fisek.com.tr