Epigraf, Uzak Ülke projesinin elemanıdır

Eskitiyorum eskitiyorum kalıyor ne kadar güzel olduğun. | İlhan Berk

Hepimiz Onu Bekliyoruz / Orhan Pamuk


Hepimiz O'nu bekliyoruz. Hepimiz yüzyıllardır O'nu bekliyoruz.
Bazılarımız, Galata köprüsü üzerindeki kalabalıktan bunalıp Haliç'in kurşuni
mavi sularına kederle bakarken, bazılarımız, Surdibi'ndeki iki göz odayı bir
türlü ısıtmayan sobaya odun atarken, bazılarımız Cihangir'in arka sokağındaki
Rum apartmanının o hiç bitmeyen merdivenlerini çıkarken, bazılarımız ücra bir
Anadolu kasabasında, meyhanede arkadaşlarla buluşma saati gelsin diye,
İstanbul gazetesindeki bulmacayı çözerken, bazılarımız da o gazetede sözü
edilen ve resmi basılan uçaklara binmeyi, aydınlık salonlara girmeyi, güzel
gövdelere sarılabilmeyi hayal ederken, O'nu bekliyoruz. Ellerimizde yüz kere
okunmuş gazetelerden katlanmış kese kağıtları, en ucuz plastikle yapıldığı
için, içindeki elmaları da sentetik bir kokuyla kokutan torbalar, avuç
içlerimizde ve parmaklarımızda morumsu izler bırakan pazar fileleri, çamurlu
kaldırımlarda hüzünle yürürken de O'nu bekliyoruz. Cumartesi akşamları
şişeleri ve camları kıran erkeklerle, dünya güzeli kadınların doyum olmaz
maceralarını seyrettiğimiz sinemalardan yalnızlık duygusunu arttıran
orospularla yattığımız kerhanelerin sokağından, küçük saplantılarımız var diye
acımasız arkadaşlarımızın bizimle alay ettiği meyhanelerden ve gürültücü
çocukları bir türlü uyuyamadığı için radyolarındaki tiyatroyu bile tadını
çıkararak dinleyemediğimiz komşu evinden dönerken, hepimiz O'nu bekliyoruz.
Bazılarımız O'nun arsız çocukların sapanlarıyla sokak lambalarını kırdıkları
arka mahallelerin karanlık köşelerinde ilk görüneceğini söylüyor, bazıları da
Milli Piyango, Spor Toto, çıplak kadınlı dergi, oyuncak, tütün, prezervatif ve
her türlü ıvır zıvır satan günahkarların dükkanlarının önünde. Nerede, ama
nerede ilk görünürse görünsün, ister küçük çocukların günde on iki saat kıyma
yoğurduğu köfteci dükkanlarında, ister binlerce gözün tek bir isteğin
bakışıyla yanarak tek bir göze dönüştüğü sinemalarda, ister melek kadar
günahsız çobanların mezarlıklardaki servilerin büyüsüne kapıldığı yeşil
tepelerde ilk ortaya çıksın, O'nu ilk gören talihlinin hemen tanıyacağını ve
sonsuzluk kadar uzun ve bir göz kırpma kadar kısa süren bekleyişin sona erip,
kurtuluş vaktinin geldiğinin hemen anlaşılacağını söylüyor herkes.
Kuran bu konuda yalnızca harfleri okumasını bilenler için açık (`El
İsra' Suresinin 97. ayeti, `Ez-Zümer' Suresinin Allah'ın Kuran'ı "birbirine
benzer ve çift inzal" ettiğini söyleyen 23. ayeti vs.) Kuran'ın inişinden üç
yüz elli yıl sonra yazan Kudüslü Mutahhar İbn Tahir'in `Başlangıç ve Tarih'
adlı kitabına göreyse, bu konudaki tek kanıt, Muhammed'in "adı, görünüşü ya
da işi benimkini tutan birinin yol göstereceği" yolundaki sözleri ya da bu ve
benzeri hadislere kaynaklık eden öbür tanıklıkların şahitlikleri. Bundan gene
üç yüz elli yıl sonra, Şiilerin Samarra'daki Hakim-ül Vaki Türbesinin yer
altındaki mahzeninde, O'nun zuhur etmesinin törenlerle beklendiğini İbn
Batuta'nın `Seyahatname'sinde kısca değindiğini biliyoruz. Otuz yıl sonra ise,
Firuz Şah'ın kâtibine yazdırdığına göre, Delhi'nin sarı ve tozlu sokaklarında,
O2nu ifşa edeceği harflerin esrarıyla birlikte bekleyen binlerce mutsuz
varmış. Yine aynı yıllarda, İbni Haldun'un O'nun ortaya çıkışıyla ilgili
hadisleri aşırı Şii kaynaklarından ayıklayarak tek tek ele aldığı
`Mukaddime'sinde, bir başka noktanın yeniden üzerinde durulduğunu biliyoruz:
O'nunla birlikte Deccal'in, Şeytan'ın ya da frenklerin anlayış ve diliyle
söylersek Anti-Christ'in görüleceği ve o kıyamet ve kurtuluş gününde O'nun
Deccal'i öldüreceği.
Şaşırtıcı olan şey ise, ücra bir Anadolu kasabasındaki evinde
kurduğu bir hayâli bana yazan değerli okurum Mehmet Yılmaz'dan, ondan yedi yüz
yıl önce, bu hayâli kurup `Ankayı Mugrib'inde yazan İbn Arabi'ye, bizden bin
yüz on bir yıl önce, O'nun kurtardıklarını peşine takıp İstanbul'u
Hristiyanlardan feth edeceğini rüyasında gören filozof El Kındi'den, çok
sonraları gerçekleşen bu rüyanın arka sokağında, Beyoğlu'ndaki bir
manifaturacı dükkânında makaralar, düğmeler ve naylon çoraplar arasında O'nun
düşünü kuran tezgâhtar kıza kadar, herlkesin büyük kurtarıcıyı düşlerken ve
beklerken O'nun yüzünü bir türlü hayâl edememesi.
Oysa Deccal'i çok iyi hayal edebiliyoruz: Buhari'nin `Enbiya'sına
göre, Deccal tek gözlü ve kızıl saçlıdır, `Hacc'ına göre, yüzünün üzerinde
kim olduğu yazılıdır; Tayalisi'ye göre kalın boyunlu olan Deccal, ondan bin
yıl sonra, İstanbul'da hayâl kuran Hoca Nizamettin Efendi'nin `Tevhid'ine göre
ise kırmızı gözlü ve kemiklidir. Benim ilk gazetecilik yıllarımda Anadolu'da
çok okunan Karagöz gazetesindeyse, bir Türk cengâverinin serüvenlerinin
anlatıldığı çizgi romanda, Deccal, yılık ve çarpık ağızlı çizilirdi. Henüz
fethedilmemiş Konstantinopolis'in dilberleriyle sevişen cengâverimizin,
inanılmaz hileleriyle boğuştuğu (bazılarını ressama ben önerirdim) Deccal,
geniş alınlı, iri burunlu ve bıyıksızdı. Deccal'in hayâl gücümüzü bu kadar
hareketlendirmesine karşılık, hepimizin beklediği kurtarıcıyı, O'nu bütün
renkleriyle canlandırabilen tek yazarımız Doktor Ferit Kemal'in eseri `Le
Grand Pacha'yı Fransızca yazıp, ancak 1870'de Paris'te yayımlayabilmesini
bazılarımız edebiyatımız için bir kayıp olarak görüyorlar.
O'nu bütün gerçekliğiyle tasvir eden bu tek eseri, `Le Grand
Pacha'yı Fransızca yazıldığı için Türk edebiyatının bir parçası olarak
görmemek ne kadar yanlışsa, `Şadırvan' ya da `Büyük Doğu' gibi Doğucu
dergilerde, bazılarının bir eziklik duygusuyla, Rus romancısı Dostoyevski'nin
`Karamazov Kardeşler'indeki Büyük Engizitör parçacığının bu küçük risaleden
yürütüldüğünü ileri sürmeleri de o kadar acıklıdır. Doğu'dan Batı'ya, ya da
Batı'dan Doğu'ya yürütülmüş eserler efsanesi, bana hep şu düşüncemi
hatırlatır: Dünya dediğimiz rüyalar âlemi, bir uykudagezerin şaşkınlığı içinde
kapısından giriverdiğimiz bir evse eğer, edebiyatlar da, alışmak istediğimiz
bu evin odalarına asılmış duvar saatlerine benzerler. Şimdi:
1. Bu düşler evinin odalarındaki tıkırtılı saatlerin birinin doğru
ya da yanlış olduğunu söylemek saçmadır.
2. Odalardaki saatlerden birinin öbüründen beş saat ileri olduğunu
söylemek de saçmadır, çünkü aynı saatin yedi saat geri olduğu sonucu da aynı
mantıkla çıkarılabilir.
3. Saatlerden biri dokuzu otuz beş geçeyi gösterdikten her hangi bir
süre sonra, evdeki başka bir saatin dokuzu otuz beş geçeyi göstermesinden,
ikinci saatin birincisini taklit ettiğini sonucunu çıkarmak da saçmadır.
Sayısı iki yüzü aşan mutasavvıfane kitap yazan İbn Arabi, İbn
Rüşd'ün Kurtuba'daki cenazesinde bulunmadan bir yıl önce Fas'taydı ve Kuran'ın
yukarıda sözünü ettiğim (dizgici şimdi sütunun üstündeysek "yukarıda" değil
"aşağıda" yaz!) `El İsra Suresi'nde anlatılan, Muhammed'in bir gece Kudüs'e
götürülüp oradan merdivenle (Arapçası Miraç) göğe çıkması, Cenneti, Cehennemi
iyi bir syretmesi hikâyesinden (rüyasından) ilhamla bir kitap yazıyordu.
Şimdi, İbn Arabi'nin rehberi eşliğinde göğün yedi katını nasıl dolaştığını,
oralarda gördüklerini, rastladığı Peygamberlerle neler söyleştiklerini
anlatışına ya da bu kitabı tam 35 yaşında (1198) yazışına bakıp, Nizam adlı bu
rüyalardan çıkma kızın doğru, Beatrice'in yanlış; ya da İbn Arabi'ni doğru,
Dante'nin yanlış; ya da `Kitab al İsra ile Makam al Asra'nın doğru, `Divina
Commedia'nın yanlış olduğuna hükmetmek, demin sözünü ettiğim birinci cins
saçmalığa örnektir.
Endülüslü filozof İbn Tufeyl'in ıssız adaya düşen bir çocuğun
doğayı, nesneleri kendisine emziren bir geyiği, denizi, ölümü, gökleri ve
`ilahi gerçekleri' tanıyarak, orada tek başına yıllarca yaşayışını ta on
birinci yüzyılda kaleme almasına bakıp, Hayy İbn Yakzan'ın Robinson Cruzoe'dan
altı yüz yıl ileri olduğuna karar vermek; ya da ikincisinin eşyaları ve
araçları daha ayrıntıyla anlatmasına bakıp İbn Tufeyl'in Daniel De Foe'dan
altı yüzyıl geri olduğunu söylemek de ikinci cins saçmalığa örnektir.
Üçüncü Mustafa devri şeyhülislâmlarından Hacı Veliyyüdin Efendi,
1761 yılı Mart ayında, bir cuma akşamı evine gelip yazı odasındaki muhteşem
dolabı gören geveze bir dostunun, "Hoca Efendi, dolabın da aklın kadar
karışıkmış!" yolundaki saygısız ve münasebetsiz sözü üzerine, ani bir ilhama
kapılıp, hem aklında, hem de ceviz dolabında her şeyin yerli yerinde olduğunu,
ikisini birbirine benzeterek kanıtlayan uzun bir mesnevi yazmaya başlamış. Bu
eserde, iki kapaklı, dört gözlü ve on iki çekmeceli Ermeni işi o şahane
dolapta olduğu gibi, aklımızın içinde de, saatleri, mekânı, sayıları,
kâğıtları ve bugün `nedensellik', `varlık', `zorunluluk' dediğimiz nice ıvırı
zıvırı saklayan on iki göz olduğunu Alman Filozof Kant'ın saf aklın on iki
kategorisini sıraladığı o ünlü eserini yayımlayışından yirmi yıl önce
göstermesine bakıp Almanın onu taklit ettiği sonucunu çıkarmak da üçüncü cins
saçmalığa örnektir.
Doktor Ferit Kemal, hepimizin beklediği büyük kurtarıcıyı, O2nu
bütün canlılığıyla resmederken, yüz yıl sonra soydaşlarının kendisine bu
türden saçmalıklarla yaklaşacağını bilseydi şaşmazdı; çünkü bütün hayatı
kendisini bir rüyanın sessizliğine bırakan bir ilgisizlik ve unutuluş
halesiyle çevriliydi zaten. Bugün, onun hiçbir fotoğrafta göremediğimiz
yüzünü, bir rüyadagezerin hayâletimsi yüzü gibi düşleyebiliyorum ancak: Bir
esrarkeşti. Kendisi gibi, Paris'teki birçok hastasını afyonkeş ettiğini
Abdurrahman Şeref'in `Yeni Osmanlılar ve Hürriyet' adlı küçültücü
çalışmasından çıkartıyoruz. 1866'da -evet, Dostoyevski'nin ikinci Avrupa
yolculuğundan bir yıl önce- belli belirsiz bir isyan ve hürriyet duygusu
yüzünden Paris'e gitmiş, Avrupa'da yayımlanan Hürriyet ve Muhbir gazetelerinde
bir iki makalesi çıkmış, ama Jöntürkler sarayla uzlaşıp tek tek İstanbul'a
dönerlerken, o Paris'te kalmış. Başka bir iz yok. Kitabının önsözünde
Baudelaire'in `Paradis Artificiels'inden sözettiğine göre, benim çok sevdiğim
De Quincey'den haberliydi belki; belki de, afyonla deneylere de girmişti; ama
O'nu anlattığı sayfalarda bu deneylerin değil, tam tersi, bugün bizim
ihtiyacımız olan kuvvetli bir mantığın izleri görülüyor. Bu yazıyı, bu mantığı
tartışmak, silahlı kuvvetlerimizin yurtsever subaylarına `Le Grand Pacha'daki
karşı durulmaz düşünceleri tanıtmak için yazıyorum.
Ama bu mantığı anlamak için, önce kitabın havasına girmek gerekiyor.
Mavi ciltli, 1861'de Paris'de yayımcı Poulet-Malassis tarafından kalınca bir
saman kâğıda basılmış bir kitap düşünün. Yalnızca doksan altı sayfa. Bir
Fransız ressama (De Tennielle) çizdirilmiş, o zamanın İstanbul'undan çok,
bugünün taş binalı, kaldırımlı, parke kaplı İstanbul sokaklarına benzeyen, o
zamanki taş hücrelerden ve ilkel işkence aletlerinden çok, bugünkü beton fare
deliklerini ve askılı, manyetolu işkence aletlerini hatırlatan çevrelerin,
eşyaların ve gölgelerin resimlerini düşünün.
Kitap, bir geceyarısı, İstanbul'un arka sokaklarından birini
tasvirle açılıyor. Bekçilerin kaldırımları döğen bastonlarından ve uzak
mahallelerde birbirleriyle boğuşan köpek çetelerinin ulumalarından başka
hiçbir ses yok. Ahşap evlerin kafeslerle kaplı pencerelerinden hiçbir ışık
sızmıyor. Bir soba borusundan çıkan belli belirsiz bir duman, kubbelerin
üstüne inmiş inceceik sise karışıyor. Bu derin sessizlik içinde, boş
kaldırımlarda yürüyen ayak sesleri duyuluyor. Herkes bir müjde gibi duyuyor bu
tuhaf, yeni, beklenmedik ayak seslerini; hırka üzerine hırka giyip soğuk
yataklarına girmeye hazırlananlar da, kat kat yorganlar altında rüya görenler
de.
Ertesi gün ise, gecenin kasvetinden uzak güneşli bir şenliktir.
Herkes O'nu tanımış, herkes O'nun O olduğunu anlamış, herkes karamsarlık
zamanlarında hiç bitmeyeceğini sandığı acılarla yüklü sonsuzluk saatinin
dolduğunu kavramıştır. Bu bayram havası içinde dönen atlıkarıncalar, barışan
eski düşmanlar, elma şekeri ve macun yiyen çocuklar, birlikte şakalaşan
kadınlar ve erkekler, çalıp oynayanlar arasındadır O. Güzel günlere
götüreceği, zaferden zafere koşturacağı mutsuzlar arasında yürüyen üstün bir
Kurtarıcı'dan çok, kardeşleri arasında yürüyen bir ağabeydir O. Ama, bir
kuşkunun gölgesi de vardır yüzünde; bir düşüncenin, bir sezginin. İşte o
zaman, sokaklarda böyle düşünceli düşünceli yürürken O, Grand Pacha'nın
adamları O'nu yakalayıp şehrin taş kemerli soğuk zindanlarından birine
tıkarlar. Geceyarısı, elinde bir kandil Grand Pacha O'nu hücresinde ziyarete
gelir, bütün gece konuşur.
Kimdi Grand Pacha? Buna yazar gibi, ben de, okuyucunun kendi
özgürlüğüyle karar vermesini istediğim için, bu çok kendine özgü kişinin adını
bile büsbütün Türkçeye çeviremiyorum. Paşa olmasına bakıp bir büyük devlet
adamı, bir büyük asker ya da büyük rütbeli herhangi bir asker olduğunu
düşünebiliriz. Sözlerindeki mantığın doğruluğuna bakıp, aynı zamanda bir
filozof ya da bizde çok görülen ve kendinden çok devleti, milleti düşünen
kişilerde hissettiğimiz bir tür bilgeliğe erişmiş yüce kişi olduğunu da
düşünebiliriz. Bütün gece o zindan hücresinde Grand Pacha anlatacak, O
dinleyecektir. İşte Grand Pacha'nın O'nu susturan ve ikna eden mantığı ve
sözleri:
1. Herkes gibi ben de hemen senin O olduğunu anladım (diye sözlerine
başlar Grand Pacha). Bunu anlamam için yüzlerce, binlerce yıldır yapıldığı
gibi, harflerin, rakkamların sırlarına, gökteki ya da Kuran'daki belirtilere
başvurmama gerek kalmadı hiç. Kalabalığın yüzündeki sevinci ve zafer
heyecanını görünce anladım senin O olduğunu. Şimdi, acıları ve kederi
unutturmanı, kaybettikleri umudu vermeni, onları zaferden zafere koşturmanı
bekliyorlar senden, ama sen bunları verebilecek misin onlara? Yüzyıllarca önce
Muhammed mutsuzlara umut verebilmişti, çünkü kılıcıyla zaferden zafere
koşturmuştu onları. Oysa, bugün imanımız ne olursa olsun, İslâmın düşmanların
silâhları bizimkilerden çok daha güçlü. Hiçbir askeri başarı imkânı yok!
Kendilerini `O' diye tanıtan düzmece Mehdi'lerin Hindistan'da, Afrika'da
İngilizlere, Fransızlara bir süre kök söktürmelerinden sonra, ezilip yok
olmalarından, daha büyük yıkımlara yol açmalarından da belli değil mi bu? (Bu
sayfalardan, yalnızca İslâmın değil, Doğu'nun Batı önünde büyük çaplı bir
zafer kazanmasının da artık bir hayâl olduğunu gösteren askeri, iktisadi
karşılaştırmalar var: Grand Pacha, Batı'nın zenginlik düzeyiyle Doğu'nun
sefaletini gerçekçi bir siyasetçinin yapacağı gibi dürstçe karşılaştırıyor ve
O, bir şarlatan değil, gerçekten O olduğu için, çizilen bu iç karartıcı resmi
sessizce ve hüzünle onaylıyor.)
2. ama bu içler acısı sefalet, mutsuzlara bir zafer umudu
verilemeyeceği anlamına gelmez tabii (diye devam ediyor Grand Pacha sözlerine,
vakit geceyarısını çok geçmişken). Yalnızca `dış' düşmanlarımıza karşı savaş
açamayız. Ama ya içerdekiler? Bütün sefaletin, acılarımızın kaynağı içimizdeki
günahkârlar, tefeciler, kan içiciler, zalimler ya da öyle oldukları halde
sureti haktan gözükenler olmasın sakın? Mutsuz kardeşlerine bir zaferin ve
mutluluğun umudunu yalnızca içimizdeki düşmana karşı açacağın savaşla
verebileceğini sen de görüyorsun değil mi? O zaman, bu savaşın kahraman
askerlerle, gazilerle değil, muhbirle, cellâtlarla, polisle, işkencecilerle
birlikte verilecek bir savaş olduğunu da görüyorsun demektir. Umutsuzlara
sefaletin sorumlusu olan bir suçlu göstermeli ki, onun başının ezilmesiyle
cennetin yeryüzüne ineceğine inanabilsinler. Kardeşlerimize umut verebilmek
için aralarındaki suçluları gösteriyoruz onlara. Onlar da, ekmek kadar umut da
istedikleri için inanıyorlar. Suçluların aralarında en zeki ve en dürüst
olanları, her şeyin bu mantıkla yapıldığını yapıldığını gördükleri için,
cezaları infaz edilmeden önce, varsa eğer, küçük suçlarını bire on katıp
anlatıyorlar ki, mutsuz kardeşleri hiç olmazsa biraz daha umutlanabilsinler.
Bazılarını af bile ediyoruz, aramıza katılıp suçlu avına çıkıyorlar. Kuran
gibi, umut da, yalnız vicdani hayatımızı değil, bizim dünyevi hayatımızı da
ayakta tutuyor: Umudu ve özgürlüğü, ekmeği beklediğimiz yerden bekleriz çünkü.
3. Senden beklenilen bütün bu güç işleri başarabilecek kadar
kararlı, kalabalıklar içinden suçluları gözünü kırpmadan çekip çıkarabilecek
kadar adil ve pek istemeden de olsa, onları işkenceden geçirebilecek kadar,
bütün bu işlerin üstesinden gelebilecek kadar güçlü olduğunu biliyorum: Çünkü
O'sun sen. Ama bu umutla ne kadar oyalayabileceksin bu kalabalıkları? Bir süre
sonra, işlerin düzelmediğini görecekler. Ellerindeki ekmek büyümediği için
senden aldıkları umut da tükenmeye başlayacak. O zaman, kitaba ve her iki
dünyaya olan inançlarını kaybetmeye başlayacaklar gene; kendilerini, bir gün
önce yaşadıkları derin karamsarlığa, ahlâksızlığa, ruhsal sefalete
kaptıracaklar. En kötüsü, senden şüphelenmeye, senden nefret etmeye
başlayacaklar; polisler ve gardiyanlar yaptıkları işkencelerin
anlamsızlığından öyle bir yorulacaklar ki, ne en son yöntemler oyalayacak
onları, ne de senin onlara vermeye çalıştığın umut; darağaçlarından salkım
salkım üzümler gibi sallandırılıveren talihsizlerin boşu boşuna kurban
edildiğine karar verecekler. O kıyamet gününde, artık ne sana, ne senin onlara
anlattığın hikâyelere inanacaklarını görüyorsundur. Ama daha kötüsünü de
görüyorsundur: Hep birlikte inanacakları bir hikâye kalmayınca, hepsi tek tek
kendi hikâyesine inanmaya başlayacak, herkesin kendi hikâyesi olacak, herkes
kendi hikâyesini anlatmak isteyecek. Kalabalık şehirlerin kirli sokaklarında,
bir türlü çekidüzen verilemeyen çamurlu meydanlarında, milyonlarca sefil,
başlarının çevresinde bir mutsuzluk halesi taşır gibi taşıdıkları kendi
hikâyeleriyle uykudagezerler gibi hüzünle gezinecekler. O zaman onların
gözünde sen O değil, Deccal olacaksın artık, Deccal de sen! Bu sefer senin
değil Deccal'in, O'nun hikâyelerine inanmak isteyecekler. Zaferle geri dönen
ben ya da benim gibi biri olacak Deccal. O da bu mutsuzlara senin yıllardan
beri onları kandırdığını, umut değil, onlara yalan aşıladığını, salında O
değil Deccal olduğunu söyleyecek. Belki buna da gerek kalmayacak, ya Deccal'in
kendisi ya da yıllardır senin kendisini kandırdığına karar vermiş bir mutsuz,
bir geceyarısı, karanlık bir sokakta tabancasının kurşunlarını senin bir
zamanlar kurşun işlemez sanılan ölümlü gövdene boşaltıverecek. Böylece,
yıllarca onlara umut verdiğin ve yılarca onları kandırdığın için, artık alışıp
sevmeye başladığın çamurlu sokakların, kirli kaldırımların birinde, bir gece
ölünü bulacaklar.

Orhan Pamuk
Kara Kitap, Can Yayınları


Orhan Pamuk'un 'Kara Kitap'ından 'Hepimiz Onu Bekliyoruz' bölümü
http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=377
Emre Sururi tarafından, 23/03/2001 tarihinde gönderildi.
Epigraf: Online Türkçe Edebiyat Arşivi | http://epigraf.fisek.com.tr

epigraf     Bir önceki eser:   Kaldırımlar / Necip Fazıl Kısakürek
<<< -- Rasgele bir eser -- >>>
   Bir sonraki eser:   Özlem / Oruç Aruoba