Epigraf, Uzak Ülke projesinin elemanıdır

Hedef unutuştur / Ben erken vardım | J. Lois Borges

Son Yemek / Oğuz Atay


Gözlerini açtığı zaman oda gene karanlıktı. Sevgi'yi görmüştü. Onu eskisi gibi
sevdiğini söylemişti. Sevgi'ye bakıyordu. Onun konuşmasını bekliyordu. Sevgi,
başını önüne eğmiş düşünüyordu. Oysa, bir şey söylemesi gerekiyordu. Hikmet,
ne sonuç aldığını öğrenmek istiyordu. "Ne diyorsun?" diye sordu Sevgi'ye. "Ne
diyeyim?" diye karşılık verdi Sevgi. Hikmet yerinden kalktı, Sevgi'ye
yaklaştı; onun elini tuttu. Sevgi elini çekti, "Yerine otur lütfen," dedi.
"Neden?" diye direndi Hikmet. "Geç kaldın," dedi Sevgi. Hikmet elini Sevgi'nin
karnına koydu, bütün gücüyle sıktı etini. "Yapma," dedi Sevgi, "Bizi
görecekler." Hikmet, Sevgi'nin elini tuttu, onu kaldırdı, divana götürdü.
Hemen sarıldı. "Ne yapmak istiyorsun?" dedi Sevgi. Hikmet baktı: İkisi de
soyunmuştu. Sevgi'nin üstündeydi ve bir şey yapamıyordu. "Bana ne yapmak
istediğini anlat," diye yumuşak bir sesle konuştu Sevgi. Divanda çok zor bir
durumda yatıyorlardı. Sevgi haklıydı; bu durumda istediği gibi davranamazdı.
Bütün isteğine rağmen içinde bir şey hissedemiyordu. "Bana neden geldin o
halde?" diye sordu Sevgi; bir eliyle Hikmet'i okşuyordu. Hikmet kaçmak istedi,
yapamadı: Divanda, Sevgi'yle duvar arasında sıkışmıştı. Bacaklarını kapatmak,
Sevgi'ye engel olmak istedi. Bir şeyler hissetmeliyim, diye söylendi.
Uyumalıyım, dedi; Uykum var.

Kapı çalıyor, diye düşündü. Hayır düşünmedim, duyuyorum. Yataktan
kalktı, kapıyı açtı: Dumrul gelmişti. "Bu saatte uyuyor musun?" diye güldü
Dumrul. Onu içeri aldı. Şaşırmamıştı. Dumrul'a evi gezdirdi. "Çay içer misin?"
diye sordu. Mutfağa giderken kapı tekrar çalındı. "Nazmi! nereden çıktın?"
diye şaşmış göründü. Merdivenlerden biri daha çıkıyordu: Behçet. "Buyrun
çocuklar, ne iyi ettiniz," dedi isteksiz bir sesle. "Bu kadar zaman
nerelerdeydiniz?" Behçet'le öpüştüler. Yukardan albayın sesi geldi: "Hikmet!"
"Albayım buyrun!" diye seslendi Hikmet, "Sizi tanıştırmak istediğim arkadaşlar
var." "Kusura bakmayın," diye odaya girdi Hüsamettin Bey. "Gençleri rahatsız
ediyorum galiba." Hikmet güldü. "Şaşırdınız albayım; biz bu cümleyi başkaları
için hazırlamıştık." "Size sandalye getireyim çocuklar," dedi Hüsamettin Bey.
"Ben de yardım edeyim albayım," diyerek Behçet de onunla birlikte çıktı.
"Geniş bir yerde oturuyorsun," dedi Nazmi. "Kirası ucuz mu?" Behçet ve albay,
yanlarında Fikret'le göründüler. "Fikret yanlışlıkla üst kata çıkmış," diye
açıkladı Behçet. Nazmi gülümsedi: "Ben haber vermiştim ona. Fikret, seni
Hikmet'le tanıştırayım." "Biz tanışıyoruz," dedi Hikmet. "Evet, galiba birçok
yerde gördüm sizi." "Aynı anda olmasın sakın." Gülüştüler. Nurhayat Hanımın
küçük oğlu kapıyı çaldı: "Annem, bir dakika pencereden baksın diyor!" "Söyle
annene, hemen gelsin buraya." "Seni saklandığın delikte bulup çıkardık," dedi
Behçet. Nurhayat Hanım sıkılarak kapıda duruyordu. "Hel Nurhayat Hanım,
yabancı yok aramızda." "Rahatsız ediyorum galiba." "Yok canım, gel içeri. Bu
kadar insanı yalnız başıma nasıl ağırlarım? Bize o güzel kuru fasulyenden
pişir bakalım." Nurhayat Hanım, "Ellerim ıslak, kusura bakmayın," dedi.
Hikmet, dul kadını tanıştırdı. "Nurhayat Hanım," dedi. "Oğlu askerde piyes
yazar." Behçet mutfaktan bağırdı: "Büyünü bozduk işte: Albayını da dul kadını
da tanıdık." "Siz zahmet etmeyin" diyerek mutfağa koştu dul kadın. "Nurhayat
Hanım, kapıya bakıver!" diye seslendi Hikmet. "İki bayan seni soruyor Hikmet
Bey." "O günden beri neden hiç görünmedin?" diye sitem ederek içeri girdi
Sevgi. "Tanımayanlar için!" diye bağırdı Hikmet, "Sevgi: Eski karım. Nursel
Hanım: Bir numaralı dul kadın!" Nursel Hanım, "Terbiyesiz," dedi ve Hikmet'i
hafifçe iterek geçti. Nurhayat Hanım kahveleri getirdi, dağıttıktan sonra
pencereyi açtı: "Salim! Kardeşinle birlikte evdeki sandalyeleri buraya taşıyın
bakalım." Hikmet, Salim'in eline bir kağıt verdi: "Bakkal Rıza bunları hemen
göndersin, olur mu?" Biraz sonra Rıza Bey, çırağıyla birlikte kapıda göründü:
"Bir ordu mu besleyeceksin Hikmet Bey?" diyerek içeri girdi. "Kusura bakma,
misafirlerini görmedim." "Bu orduya sen de dahilsin Rıza Bey." dedi Hikmet,
"Ayakta durma." Onları zorla divana oturttu. "Dükkanı kapayıp geldim. Beni
tutma üstad." "Saçmalama. Bugün de beş on lira az kazanıver. Burada öyle
konuşmalar olacak ki birazdan, bu temsilin biletlerini karaborsada bile
bulamazsın." Gitti, yandaki küçük odanın kapılarını açtı: "Sen Süleymanı eve
gönder de oturacak bir şeyler getirsin bize. Senin hanımını da çağırsın.
Süleyman! Sen de geri gel, sakın dükkana gitme ha!" "İki oda olunca sığarız
elbette," diyerek sandalyelerin bir kısmını küçük odaya taşıdı Dumrul. Hikmet
gülerek bağırdı: "Daha gelecek var mı?" Sevgi, "Ergun, yarım saat sonra gelir,
arabamla sizi alırım demişti," diye karşılık verdi, "Nursel Hanımla çarşıya
çıkacaktık." Bir korna sesi duyuldu Hikmet pencereden sarktı: "Ergun! Yukarı
gel, şölen var bugün." "Eve gidiyorduk Hikmet. Daha yemek yapılacak."
"Saçmalamayın. Paketleri ve karını al da gel, uzatma." Hüsamettin Bey,
"Koltukları da seninle ikimiz taşıyalım oğlum Behçet," dedi, "Başka çare yok."
Misafirlerin bir kısmı minderleri yere sermiş ve üstüne oturmuştu bile. Hikmet
pencereden bakıyordu. "Beş dakikadır kimse gelmedi merak etmeğe başladım,"
dedi. Birden elini salladı: "Sermet Bey! Çabuk gelin, beş dakika doluyor. Bir
siz eksiktiniz." Mahallenin çocukları kapıya toplanmıştı. Salim, "Hikmet Bey
amca evleniyor galiba," dedi yanındakilere. "Bak kadınlar da geldi." Rıza
Beyin kızı yere tükürdü: "Otomobil de getirmişler." Bir kamyonet yaklaştı.
Şöför, "Çocuklar" dedi, "Hüsamettin Tambay'ın evini biliyor musunuz?" "Burası
amca, şu kalabalık ev." "Rüştü," dedi şöför, yanındakine, "Yardım et de
birlikte taşıyalım." Şu otomobilin sahibini bulalım da ileri alsın. Arabayı
iyice yanaştır Tahsin." Korna çaldılar. Hikmet pencereden eğildi: "Kim o?"
Şaşırdı: "Tahsin! Rüştü! Ne arıyorsunuz burada?" Rüştü camdan baktı: "Yahu bu
bizim Hikmet Ağabey değil mi?" "Gelin çocuklar!" "Hüsamettin Bey diye birine
kütüphane getirdik abi." "Gelin, gelin." Albay utanarak, "Bizim kağıtları
koyacak yer kalmamıştı evde, biliyorsun Hikmet," dedi. "Yahu çocuklar ne
yapıyorsunuz burada? Bu şehirde ne işiniz var?" dedi Hikmet. Sarıldılar,
öpüştüler. "Abi, Rüştü ile ortak olduk. Küçük nakliye işleri yapıyoruz senin
anlayacağın. Derme çatma bir dört tekerleğimiz var işte." "Çok sevindim
çocuklar. Kütüphaneyi çıkarın, hemen gelin." Tahsin içeri girerken
ayakkabılarını çıkardı. "Bırak yahu zahmet etme. Bunlar benim Anadolu'da iş
arkadaşlarımdı çocuklar. Muhasebeci Rüştü, Tahsin. Bunlar da eski arkadaşlar."
"Çok kalabalıksınız abi, fazla rahatsız etmeyelim." "Biz daha fazla rahatsız
olamayız," dedi Ergun, "Buyrun." "Şu otomobili biraz alalım da abi, kamyoneti
yanaştıralım." Ergun, arabasının anahtarlarını uzattı: "Alın Tahsin Bey
kardeşim, yolun kenarına çekiverin." Kapıdan çıkarlarken elinde bir tencereyle
odaya giren Rıza Beyin karısına çarpıyorlardı neredeyse. "Kalabalık var orada,
dedi de Süleyman: Zeytinyağlı dolma yapmıştım." Rıza Bey, "Oğlum Süleyman,"
dedi, "Yeni bir kalıp buz almıştık ya; onu sandığın içine koy, parçala. Yirmi
şişe birayla üç dört büyük rakı koy üstüne." Kapı açıldı, başı tıraşlı bir
genç göründü. "Hidayet!" diye bir çığlık attı mutfaktan çıkmak üzere olan
Nurhayat Hanım. "Hidayet mi?" Hikmet yerinden fırladı. Nurhayat Hanım
ağlıyordu: "Benim güzel oğlum, nereden çıktın böyle?" Hidayet, kalabalığı
görünce şaşırmıştı: "Ben, anne, izin, bir hafta," gibi bir şeyler mırıldandı.
Hikmet, "Ben Hikmet ağabeyinim," dedi, "Mektupların Hikmet ağabeyi." Hidayet
de davrandı, Hikmet'in elini öpmek istedi; Hikmet bırakmadı. "Hidayet, oğlum"
dedi. "Ayaklarını çıkarmadan Süleyman'la birlikte gidin de buzlu içki
sandığını getirin. Nurhayat Hanım da onların arkasından gitti. "Bu kadar
insana kimse hizmet edemez," dedi Ergun. "İşini bilen eder," diye karşılık
verdi Hikmet. "Kim biliyor bu işi?" diye söze karıştı Behçet. Kim mi biliyor?
"Elbette Kirkor biliyor," dedi Hikmet sevinerek. "Oğlum Salim!" Salim sokakta
çocuklara anlatıyordu: "Hikmet Bey amca ısmarladı bu sandığı, evlendiği için
eşya yapıyor." Hikmet'in sesini duyuncayukarı baktı. "Şu kağıdı al," dedi
Hikmet. Kirkor'un meyhanesini tarif etti. "Koşa koşa git gel olur mu? Hikmet
Bey amcam, çabuk olsun diye tembih ettti dersin." Salim, tozların içinde
kayboldu. Odada oturacak yer kalmamıştı. Nurhayat Hanımın evinden tahta
kereveti getirdiler, duvara dayadılar. Sonra masalar da geldi. Yanyana
getirilen masaların üzerine bir iki çeşit örtü konuldu. "Bu işleri bana
bırakın" diyen Kirkor'un sesi duyuldu. "A...yıp olmadımı Kir...kor, davetsiz
geldik." "Mehmet Bey!" diye sevinçle bağırdı Hikmet. Kapıda Tombalacı Arif,
Muhsin ve Mehmet Beyler utanarak duruyorlardı. Kirkor ellerini iki yana açtı:
"Meyhaneyi kapatınca bunlar açıkta kaldılar. Bu kadar kalabalık olduğunu
bilmiyordum." "Sevindim, sevindim," dedi Hikmet aceleyle, hepsiyle öpüştü.
Kirkor'un kolunda bir sepet vardı. "Merak etme yiyecek getirmedim," dedi.
"Tabak çanak var içinde." Mehmet Bey kollarını sıvadı: "Be...nim de
gar...sonluğum vardır." Kirkor güldü: "Siz ona bakmayın; hiç bir işte
tutunamamıştır." Hay Allah, diyordu Hikmet içinden; bunları yanyana
düşünemezdim bile. Sevgi ile Nursel Hanım içeri girdiler. "Nurhayat Hanım bizi
istemiyor," dedi. "Zaten mutfağa sığamazmışız." "Hakkı da var," dedi Nursel
Hanım. Kirkor'la Mehmet Bey mutfağa gittiler. Kirkor, kese kağıtları ve
tepsilerle geldi: "Bu sebzelerin ayıklanması gerekiyor." Sevgi ile Nursel
Hanım bir köşeye çekildiler; fasulye, patlıcan, biber gibi sebzeleri soyup
ayıklamaya başladılar. Koridordan kırılan buzların gürültüsü geliyordu. Bakkal
Rıza'nın evinden tava, tencere getirildi. Nazmi, "Çocuklar," dedi,
"Hazırlıklar yapılırken biraz kağıt oynayalım mı?" Oyun sözünü duyan Muhsin
Beyle Tombalacı Arif, taburelerini biraz daha ortaya çektiler. "Birbirinizden
sıkılmazsınız herhalde beyler," dedi, Hikmet. "Özür dilerim." Behçet kağıtları
karıştırırken, "Ukalalık etme" diye karşılık verdi, "Herkes birbirinden
memnun." "Merak etme Rıza Bey," diye bakkala teminat verdi Hikmet, "Sadece
iskambil oynanmayacak. Birinci sınıf konuşmalar da yapılacak. Ülkede bir daha
eşini göremeyeceksin." Çırak Süleyman da her sözü dikkatle dinliyordu.
Tombalacı Arif, Bakkal Rıza'nın ve Ergun'un karılarına birer tombala çektirdi.
"Kumarına değil bayanlar," diye rica etti, "Ne çıkarsa çıksın birer Pall Mall
kazanıyorsunuz." İki kadın da biraz sıkıldıkları için bir kenarda
duruyorlardı. Kirkor, kumar oynayanları rahatsız etmeden, tabakları ve
bardakları dizdi. Nursel Hanım, "Bu masaya sığılmaz," dedi. "Herkes tabağını
alsın, bir köşede yesin." "Öyle soğukluk olmaz," diye itiraz etti Hikmet.
Bakkal Rıza'nın dükkanından bir iki boş sandık getirdiler, dikine koydular:
Yemek masası küçük odaya doğru uzandı. MAsanın bir ucu görünmez oldu.
Hüsamettin Bey, "Ben ev sahibiyim, olmaz," diyerek masanın başına Sermet Beyi
oturttu. Evde bulunan bütün sehpaları masanın yanına dizdiler; sigara
tablalarını, suları, içki şişelerinin bir kısmını ve kuru yemişleri bunların
üzerine koydular. Kirkor'un peçeteleri yetmeyince, Hüsamettin Bey'in uzun
süredir sakladığı renkli bir kağıt peçete demeti getirildi. "Bir din adamının
böyle uzun bir masada, bir takım sakallılarla birlikte yemek yediğini
görmüştüm," diye bilgiçlik tasladı Bakkal Rıza'nın karısı. Rıza Bey karısını
payladı: "Aptal, o son yemek. Allah göstermesin." Kadın kızardı, yeni yaktığı
Pall Mall sigarasından bir nefes çekerek başını çevirdi. Hüsamettin Bey,
evinden tavlasını getirdi. Sermet Bey itiraz etti: "Hanımların başını
ağrıtırız." Sebzeleri ayıklamış olan Sevgi onlara yaklaştı, "Ben hepinizi
yenerim," dedi. "Yalnız bir kusurum vardır: Oynarken sayarım." Ergun da
açılmıştı. "Bir isteğiniz varsa, araba emre hazır." Şöför Tahsin atıldı: "Ne
demek ağabeylerim! Siz emredin, meyve ve sebze halini buraya taşıyalım yavaş
yavaş." Bu 'yavaş yavaş' sözü özellikle kadınlar arasında çok tutuldu: Bir
süre gülmelerini kesemediler. Mutfakta hummalı bir faaliyet vardı: Konserveler
açılıyor, taze zeytinyağlı yemekler pişiriliyordu. Kirkor'un etkisi bütün
işlerde görülüyordu; bütün hazırlıklarda meslekten birinin ustalığı göze
çarpıyordu. Salatalar başka türlü hazırlanıyor, mezeler tabaklara başka türlü
dizilyordu. "Ben sanatımı bugüne kadar göstermedim sana evladım Hikmet,"
diyerek mutfakla masa arasında koşuşup duruyordu Kirkor. "Dikkat et çarpmasın!
Sen bizi meyhanede tanıdın Hikmet evladım. Garson kısmı iyi yerde de çalışır,
kötü yerde de. Yeter ki kendini lüks hissedesin." Gerçekten de Hikmet, kendini
lüks hissediyordu; özel olarak verdiği bir yemeğe, dışardan garson çağırmış
bir yeni zengin gibi gurur duyuyordu Kirkor'la. Kumar oynayanların
konuşmaları, mutfaktan gelen sesler ve tavla gürültüsünün ortasında biraz başı
dönüyordu. İnsandan sarhoş oldum, diye düşündü. Çoktandır bu kadar insan
içmemiştim. İnsanın hayal bile edemeyeceği büyük bir oyunun sarhoşluğu
içindeyim. Sonra, bu 'oyun' sözünü unuttu; seslerinakışına kaptırdı kendini.
Biralar içiliyordu fındık fıstık yeniyordu, zeytinyağlı yemekler su dolu
kapların içinde soğutuluyordu, koridorda yavaş yavaş boş şişeler birikiyordu.
Karnınızı sakın doyurmayın beyler, yemeklerimiz geliyor, evet dokunmasın yağlı
boya deniyordu. Birlikte yemek hazırlamanın getirdiği demokratik ortam
gelişiyordu. Herkes işin bir ucundan tutuyordu.

İşler tüy gibi hafifliyordu. İşler havada uçuyordu. Hiç bir yere
değmiyordu. Sigaralar hemen tablalardan boşaltılıyor, çöp tenekesi ikide birde
kapının önüne konuluyor, oradan da sanki görünmez eller tarafından aşağı
taşınıyordu. Hiç uğramadığı halde, çöpçü bile o gün kapıda görünmüştü. Çöpçüye
de bahşiş verildi bir şişe birayla birlikte. Öyle ya bayramdı. Bundan iyi
bayram olur muydu? Patlıcan kızartmaları, zeytinyağlı biber ve patlıcan
dolmaları, fasulyeler Kirkor'un getirmiş olduğu büyük kayık tabaklarının
içinde sofrada yerlerini alıyordu. Her tabak, bir öncekini biraz ileri
itiyordu. Domates, biber, soğan, hıyar ve yeşil salatalıktan meydana gelen
şekilsiz yığınlar, Kirkor'un usta elleri altında hemen güzel tablolar haline
geliyordu. Yemek vakti yaklaştıkça odadaki uğultu artıyordu. Pencerelerin açık
olmasına rağmen odanın ısısı gittikçe yükseliyordu. Hava çok sıcak olmadığı
halde ceketler, hırkalar çıkarılıyor ve odanın bir köşesinde, gittikçe büyüyen
yığınlar halinde yükseliyordu. Her şey çok boldu: Sigara tablalarındaki
izmaritler, gözle görülür bir şekilde büyürodu: Tablayı izleyen bir göz,
izmaritlerin yükselişini kolayca görebilirdi. Ev dışına çıkışlar durduğu için,
oda bütün yükünü almıştı. Koridordaki buz sandığı, dolu ve boş şişeler,
yerlere dizilmiş kavun ve karpuzlar, odadaki sehpalar, ceket-hırka yığını,
birleşik masa, divanlar, sandalyeler arasında hemen hiç boşluk kalmamıştı.
Herkes, kalabalığın verdiği hareket etme isteğine rağmen, her adımını, yavaş
gösterilen bir flimde olduğu gibi sanki yer çekimi yokmuşçasına atmak zorunda
kalıyordu. Hikmet bağırıyordu: "Herkes birden oturacak sofraya; mutfak
köleliğine son verilmeden hürriyet yemeği yenmeyecek!" Kızaran börek,
patlıcan, biber, kabak, köfte, patatesve benzeri yiyeceklerin iştah açıcı
ortak kokusu odayı dolaşıyor ve zeytinyağlılarınkiyle birleştikten sonra
kısmen pencereden uçup gidiyordu. Mehmet Bey, Muhsin Bey, Tombalacı Arif ve
Tahsin gibi gerçek içiciler, kibar görünmeğe çalışarak içtikleri biraların
üstüne, kimseye belli etmeden yerde hafif itişlerle dolaştırdıkları votka
şişesinden takviyeler yapıyorlardı. Sermet Bey, tavlada Sevgi'ye yenildiği
için, hırsını Hüsamettin Albay'dan alıyor ve pulları büyük patlayışlarla yere
indiriyordu. Tombala çekilişleri de hızlanmıştı: Ergun, iki paket Pall Mall
kazanmakla birlikte, otuz liraya yakın içeri girmişti. Yemek tabaklarının
üzerine dağıtılan kağıtlar ve Nurhayat Hanımın büyük eteğinin üzerinde
biriktirilen paralarla oynanan pokerin birinci seansı sona ermek üzereydi.
Hidayet, tiyatroda ustası ve büyüğü olan Hikmet'in yanında sessizce oturuyor
onun sorduğu sorulara saygılı karşılıklar veriyordu. Tombalada ortak oynayan
Ergun ve şöför Tahsin, bu arada son model arabalar konusunda bilgi
alışverişinde bulunuyorlardı. Rıza Beyin karısı Hasibe Hanım, Hikmet'in son
yemek konusundaki açıklamalarını dikkatle dinliyordu. Hikmet de kadının adını
yeni öğrenmişti; demek ki o güne kadar Rıza Beyin karısı olmaktan öteye
geçemeyen bu kadın, kalabalığın içinde kişiliğini bulmuş ve Hasibe Hanım
olmayı başarmıştı. Bakkal Rıza ve çırak Süleyman da Hikmet'in açıklamalarını
başlarını sallayarak dinliyorlardı. "Bir kişi ihanet etmişti onlara," diyordu
heyecanla Hikmet. "Onunla birlikte on üç kişi oluyorlardı. On üç sayısının
uğursuzluğu da buradan gelir." Yeni bir şey öğrendiği için çok sevinmesine
rağmen bakkal Rıza itiraz ediyordu: "İsa, bütün büyüklüğüne rağmen bu hainin
niyetini nasıl anlamadı ki Hikmet Bey?" "Hiç anlamaz olur mu Rıza Bey? Ne var
ki, kadere karşı konulamayacağını biliyordu. Sen bakkalığın ötesine
geçebiliyor musun?" Hasibe Hanım başını salladı. "Böyle büyük kaderlerin önüne
geçilmez." Bir süre tartışıldıktan sonra Hasibe Hanımın, büyük kader sözüyle,
kocası Rıza Beyin bakkalığını kastettiği anlaşıldı. Çırak Süleyman da söze
karıştı aylardan sonra, "Ben olsam o yemeğe gelmezdim," dedi. "Durumumun
anlaşılmasından korkardım." Süleyman'ın da İsa ile haini birbirine
karıştırdığı anlaşıldı ve Hikmet duruma uygun bir söz etti: "Korkmak başka,
bir işi yapmak başka." Dışarı çıkmak isteyen Nursel Hanıma yol vermek için
biraz açıldılar. "Sofraya çiçek lazım," diye mutfağa doğru seslendi Nursel
Hanım. Behçet, cebinden biraz bozuk para çıkardı, ayak altında dolaşan Salim'e
verdi: "Bize bahçelerden, türbelerden biraz vahşi çiek kopar bakalım," dedi,
Nursel Hanıma gülümseyerek. Behçet'in Nursel Hanıma gösterdiği ilgi de gözden
kaçmıyordu. Hikmet'in 'bir numaralı dul kadın' olarak ilan ettiği Nursel
Hanımın yanından ayrılmıyordu artık Behçet. Hüsamettin Bey, oyununa karşışan
Sevgi'ye, "Beni de Sermet gibi acemi mi sandın?" dedi ve düşeş attı: Böylece
oyunun başından beri pulları gürültüyle vuran Sermet Beye son karşılığını
vererek tavlayı hızla kapatıı. Sevgi bir an ürperir gibi oldu. "Sonuncu
oldum," diye mahzunlaşan Sermet Bey, Gelincik paketine uzandı. Tombalacı
Arif'in Pall Mall'ları bittiği için tombalaya son verildi. Şöför Tahsin'in zar
atma teklifi oy birliğiyle reddedildi. Hikmet anlatıyordu: "İsa'ya kimse
ihanet edemezdi. İhanet eden aslında kaybedecekti. Nitekim Yahuda da
bazılarına göre çevre baskısı, bazılarına göre de vicdan azabı yüzünden
sonunda intihar etmek zorunda kalmıştı. İsa'ya ihanet etmek, kimsenin haddi
değildi: Canım hiç öyle şey olur muydu? Mesela buraya gelmeyen biri, nasıl
bizim yargılarımızdan kurtulamazsa, Yahuda da son yemeğe gelmeseydi bile
ihanet etmekten kurtaramazdı kendini. Bu, onun kaderiydi; ihanete uğramanın da
İsa'nın kaderi oluşu gibi. Yahuda, üstesinden gelemeyeceği bir işe girişmişti
yalnız. Bunu anladığı zaman, yani İsa'nın büyüklüğünün yükünü taşıyamayacağını
sezince kişiliğini ortaya koymak için tek yol kalıyordu: İhanet!" Dumrul,
"Pas," dedikten sonra Hikmet'e döndü: "Hepimiz burada seni korumak için
toplanmış bulunuyoruz. Sen merak etme." Herkes birbirine o kadar yakındı ki,
sanki herkes birbiriyle konuşuyor, birbiriyle kağıt oynuyor, birlikte
içiyordu. "Yahuda ne yaptıysa kendine yaptı," dedi Hikmet, "İsa için üzücü
olan, Yahuda'nın ihaneti değildi: Neden yaşadığını hiç bilemeyen bu zavallı
hain, neden intihar ettiğini de anlayamadan ölüp gitmişti. İsa, işte buna
üzülüyordu. Yahuda, ölürken bir günahın kefaretini ödediğini sanıyordu.
Aslında bir günah vardı ortada; fakat bu günah, Yahuda'nın düşündüğü gibi bir
ihanet suçundan doğmuyordu. Aslında günah, İsa'nın zahmetli ve katlanılmaz
yolundan dönmekti. Belki tam bu bile değildi. İsa, Yahuda'nın bu ağır yüke
katlanamayacağını biliyordu. Fakat dünyada bir kişinin -hiç olmazsa bir
kişinin- kaldıramayacağı bir yükün altına girmesi gerekiyordu, bunu insanlara
göstermesi gerekiyordu, dayanamayacağı yolda yürümesi gerekiyordu. Ne İsa, ne
de öteki havariler bu konuda insanlığa örnek olabilirlerdi. Çünkü onlar
kuvvetliydi, çünkü onlar sorumluluklarını biliyorlardı, çünkü onların sonuna
kadar dayandığını herkes biliyordu. İnsanlığa bu konuda ancak Yahuda gibi bir
zavallı örnek olabilirdi. Bu yüzden bütün ümit, Yahuda'daydı. İşte Yahuda
bunun için insanlığa ihanet etmişti ve önemli bir fırsat kaçırılmıştı. İşte
benim de felsefem buydu." Dumrul söze karıştı: "Eskiden yaşamış bir insan gibi
bahsediyorsun kendinden. Sanki geçmişin malı gibi konuşuyorsun." "Çünkü ben
geçmiş, modası geçmiş biriyim. Burada kendimi temsilen bulunuyorum."

Oğuz Atay
Tehlikeli Oyunlar, İletişim Yayınları


Oğuz Atay'ın 'Tehlikeli Oyunlar' romanından 'Son Yemek' bölümü
http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=117
Emre Sururi tarafından, 30/11/2000 tarihinde gönderildi.
Epigraf: Online Türkçe Edebiyat Arşivi | http://epigraf.fisek.com.tr